4 Ekim Deyince

4 Ekim 2023

Can sıkıntısıyla kanallar arası dolaşıyorum. Birinde toplanmışlar, ciddi ciddi av sporundan söz ediyorlar.Tartışma sevmeyen biriyim ama o anda, orada olmak, “av” ve “spor” sözcüklerini bir arada nasıl kullandıklarını sormak isterdim; çünkü benim için, elbette kabul etmek istemeyenler olacaktır ama av, bir spor değildir. Bu kişisel düşüncem…

Neyse ki o kanaldan en fazla on saniye sonra bir başka kanala, sonra da bir başkasına dolaşmayı sürdürdüm, geçti gitti.

65 yaşıma kadar hep kedili bir evde yaşadım. O yaştan sonra alerjik nedenlerden doktorum eve kedi almamı yasakladı. Bugün bir rastlantıyla Dünya Hayvanları Koruma Günü olduğunu öğrenince, geçmişteki kedilerimize, çocukluğumun bahçeli evlerindeki köpeklerimize, sincabımıza, tavşanımıza ait anılar aklıma geldi. Gerçi şimdi de bahçesinde bir sürü kedileri ve iki kaplumbağası olan bir evde yaşıyoruz. O kaplumbağalardan bir tanesi yok mu bir tanesi, kedilere dünyayı dar ediyor, geçenlerde torunum köpeğiyle geldi, inanmazsınız ama gerçek, dayı dayı üzerine gidip hayvancağızı köşe bucak kaçırttı. Zaman zaman çektiğimiz kaplumbağalı bahçe videoları gülme  efektleriyle dolu… Bizim kahkahalarımızla…

Ne insanın insanla, ne insanın hayvanla gösteri amaçlı dövüştürülmesinden hoşlanırım. Bazen bir filmde böyle bir dövüş sahnesine rast gelsem, gittiğime, gideceğime bin pişman olurum.

Antik Roma’nın o muhteşem hipodromları, arenaları, insanı insanla veya insanı hayvanla karşı karşıya getirerek yapılan o vahşi, o ölümcül, o kanlı döğüşleri düşündürdüğü için bana hep itici gelmiştir. Söz gelişi hiç boğa güreşine gitmedim, fırsat olsa bile, gitmem de… Boğa yetiştiriciliğine dair bir belgesel izlemiş, çok etkilenmiş, ardından “Nandito”yu yazmıştım; her zamanki gibi boğadan yana olarak…

NANDİTO

     Juan Ribera, yumuşak adımlarla konservatuvara doğru yürüyordu. Akranlarından uzun boyluydu. Hafif esen rüzgâr, saçlarını gözüne doğru attı. Okulda öğretmeni, çalışırken saçlarını toplamasını istiyordu. O uzun saçlar, dikkatini dağıtabilirdi. Halbuki kızlar, simsiyah, ipek gibi saçlarının uzunluğuna bayılıyorlardı. On beş yaşın yakışıklılığı ve tazeliği üzerinde bütünleşmişti sanki! Esmer teni, siyah saçları, yemyeşil gözleriyle kızları bir bakışta çarpıyordu.

Okulunda klasik gitar çalıyordu. Öğretmenleri Juan’ı çok yetenekli buluyorlardı. O da geleceğin virtüözlerinden biri olmayı bütün kalbiyle istiyordu. Yaşı çok gençti ama içindeki duygu zenginliğini ancak böyle dile getirebileceğini hissediyordu.

Yolu, zorunlu olarak Madrid’in arenalarından birinin önünden geçiyordu. Sanki gitarı, içerden gelen seslerden onu koruyabilirmiş gibi, kutusunun sapına sımsıkı yapışmıştı. Adımlarını hızlandırdı, bu sesler ona göre değildi, duymak istemiyordu. İçinden “konseri düşün, konseri düşün, başka her şeyi kafandan at!” diyordu, kendi kendine. Okulun yarınki konserinde İspanyol Rapsodisi’ni çalacaklardı, tabii gitar solo bölümlerini de Juan…

Okula yaklaşmıştı artık, arenanın sesleri duyulmaz olmuştu. Pedro dayısı geldiğinde bir kez onun zoruyla arenaya gitmişti, keşke gitmez olaydı…

Pedro Fontana, Catilla’da sığır yetiştiriciliği yapıyordu. Geniş toprakları vardı, besi sığırcılığı yanında, döğüşler için özel boğalar da yetiştiriyordu. Dayısı geldiğinde Juan on bir yaşındaydı. Onun gelişiyle evin kırılgan, duygusal havası birdenbire değişmiş, gürültülü konuşmalar, kahkahalar duyulmaya başlamıştı. Oysa ki evin babasının da müzisyen olduğu, kız kardeşinin grafik sanatlar eğitimi aldığı bu evde, konuşmalar çoğunlukla sanat üzerine olurdu, özellikle de baba oğul arasında… Baba Ribera, yeteneğini gördüğü oğluna bir altyapı oluşturmaya çalışıyordu.

Dayının gelişiyle eve dolan bu erkeksi hava, çocuğa tuhaf gelmiş, hatta biraz hoşuna gitmişti.

“Yarın gel seninle arenaya gidelim, ne dersin? Bizim çiftliğin boğalarından biri, Nandito çıkacak, hem de kime karşı biliyor musun? El Turco’ya karşı. Bizim boğanın bir önceki güreşinde matadoru zor kurtarmışlardı.”

Anlatırken sesi gurur doluydu. Boğasının matadoru bu kez de arenadan kovacağına emindi. Juan durakladı, dayısı üsteledi:

“Hadi, dayı-yeğen gidelim işte!”

Öte yandan çocuk da merak etmiyor değildi… Girdiklerinde, içerideki gürültü, kalabalık, çalınan müzik, Juan’ı tam anlamıyla serseme çevirmişti.

Genç matador El Turco, kısa bir süre giyinmesine yardım edenlerin elinden kurtuldu. Derin derin nefes aldı. Henüz yirmi iki yaşındaydı. Buraya gelebilmek için çok uğraşmıştı. Köy panayırları, kasabalar derken, bugün ünlü Madrid arenasına çıkacaktı. Kasığında, kalçasında, sağ göğsünde, derin boynuz yaraları vardı. Sol kolu kırılmıştı. Bütün bunlar, onun yakışıklılığına eklenen efsaneler halinde, dilden dile, özellikle de genç kızların dilinde dolaşıyordu.

Çıktığında, arenayı dolduran kızların iç geçirmesiyle oluşan ses, adeta bir uğultu halinde dalga dalga yayılırdı. Yay gibi vücuduyla, hiç kımıldamadan boğayı kendi etrafında döndürdüğünde çıkan “Ole!” sesleri çok uzaklardan bile duyulurdu. Onu görenler hayatına hiç aldırmadığını düşünürlerdi.

Birazdan pikadorlar, banderillolar, matador yardımcıları ve matadorlar, döğüş öncesi selamlama töreni için çıkacaklardı. Gözü aynaya ilişti, kıyafeti kusursuzdu, saçları arkadan sıkıca bağlanmıştı, ya gözleri… İşte her şey, bütün korkusu, gözlerinde saklıydı. Nandito’dan korkuyordu. Nandito, bu iş için çok özenle büyütülmüş bir boğaydı. Bir kez güreşip de matadorunu yenen ya da öldüren boğadan korkulurdu. O artık diğerlerine göre, deneyimliydi, tehlikeliydi.

Organizatörler, çok seyirci ve çok para için ikisini eşleştirmişlerdi. El Turco’ya geleceğin Manoleto’su veya El Cordobes’i gözüyle bakılıyordu. Kimse onun gözlerini, gözlerindeki korkuyu görmemeliydi. Çoğu kez bu korkuyu kirpiklerinin ve gözlerine kadar indirdiği şapkasının altına gizlerdi. Köşedeki Meryem Ana heykelciğinin önünde diz çöktü; korkusunu yenmesi ve onu galip getirmesi için dua etti.

     Boğa Nandito, buraya neden kapatıldığını bir türlü anlayamıyordu. Sağa, sola boynuz atıyor, etrafı tekmeliyor, kapatıldığı bu kapkaranlık yerden kurtulmaya uğraşıyordu.

Boğa ırkının bütün özelliklerini üzerinde taşıyordu. Doğduğundan beri sahibi onu bu günler için binbir dikkatle yetiştirmişti. Yarım tonu aşkın ağırlıktaki bu güç sembolünün yerden yüksekliği, hemen hemen bir buçuk metre kadardı.

Tarih öncesinden başlayarak, çeşitli dinlerde, “güçlülük ve bereket tanrısı” olarak kabul edilmesi, boşuna değildi. Eski insanların duvarlara çizdikleri resimlerde, yaptıkları büyüklü küçüklü yontularda, konu hep boğaydı. Geçmişte öyle de günümüzde farklı mı? Modern çağın ressamları, yontucuları da, yapıtlarında bu güç kitlesinden ne kadar etkilendiklerini belli ediyorlar. Hatta günümüzün pek çok toplumu onu hala kutsal kabul etmeyi sürdürüyor.

Karşıdan bakıldığında boğa, sipsivri boynuzlarıyla tıpkı bir ölüm makinesine benziyordu. Tuhaf olan, onun bu öldürücü gücünden hiç haberi olmayışıydı. Kimseye bir düşmanlığı yoktu. Tek istediği, ayaklarının altında ezildiğinde mis gibi kokan kırlarında özgürce dolaşmaktı. Öte yandan, bir boğa için kırlar boz renkliydi de, çevresinde gördükleri için durum başka mıydı? Onlar da boz renkliydi… Gerçi onun böylesi bir dünyada yaşamaktan yakınması yoktu, tanımadığı için renkli bir dünyayı özlemiyordu. Bu kapatıldığı yere de onu özellikle delirtmek için kapattıklarını bilmiyordu tabii.

İnsanların amacı, dışarıya çıkardıklarında, gözleri ışıktan kamaşan hayvanın körlemesine, önünde hareket eden her şeye saldırmasıydı. Bu saldırıyı biraz daha hızlandırabilmek için, pikadorlar mızraklarıyla, banderillolar oklarıyla boğayı şişleyeceklerdi.

İşte güreş başlamıştı, önce yardımcı torerolar, pelerinleriyle Nandito’yu yorup şaşırttılar. Sıra pikadorlara geldi, onlar at üstünde çıktılar. Bu atlar da en az boğalar kadar talihsizdiler. Hayvanları boğanın sivri boynuzlarından koruyabilmek için, üzerlerine kalın kapitone giysiler giydirilmişti. Çoğu zaman bu giysiler atın karnının deşilmesini engelleyemezdi. Pikadorların uzun mızrakları vardı. Bu mızrakları boğaya batırıp, onu yıpratmaya, hem de yaralayarak kızdırmaya uğraşıyorlardı. Derken ellerinde oklarıyla banderillolara sıra geldi, amacı hayvanı şişlemek değilmiş gibi kurdelelerle süslü oklarıyla çıktılar.

Gördüklerine dayanamayan Juan Ribera, yüzünü dayısının göğsüne gömmek istedi. Pedro Fontana’nın gözleri nemlenmiş miydi, yoksa çocuğa öyle mi gelmişti?

El Turco çıktığında  her tarafından kanlar akan bu kara kitle, bilinçsizce, kımıldayan her şeye koşuyor, boynuzlamak istiyordu. Birkaç zarif vücut hareketiyle torero, o sipsivri boynuzların sanki teğetmişcesine etrafından geçişini sağladı. Bu dakikalar, bir yanı kırmızı, öbür yanı turuncu muletasının yardımıyla ne kadar uzarsa, izleyenlerin heyecanı da o kadar artardı…

Orta çağda soylular, at üstünde savaş eğitimi yaparken boğalarla dövüşürlerdi. Zamanla bu işi, başkalarına yaptırıp izlerken eğlenmeyi akıl ettiler. Ne gerek vardı kendi hayatlarını tehlikeye atmaya! Boğa da onunla dövüşen de ölebilirdi, bu soyluyu ilgilendirmezdi… Önemli olan gösterinin etkileyici olmasıydı.

18. yüzyıldan başlayarak güreşlerde göze hoş görünecek birtakım inceliklerin olması gerektiği düşünüldü. Günümüzün güreşine sanatsal bir hava verilmeye çalışılması 20. Yüzyılın başlarını buldu. Artık boğa güreşçisi bir erkek dansçı kadar zarif ve kıvrak olmalıydı. Elindeki kırmızılı, turunculu muletayı öylesine hoş hareket ettirmeliydi ki, zavallı boğa ne tarafa koşacağını şaşırsın, seyircilerin de yürekleri ağzına gelsin.

Nandito için muletanın kırmızısı, turuncusu fark etmezdi, o kumaş parçası, gözlerinin önünde sallanan ve onu çok kızdıran bir nesneydi, hepsi o kadar…

Matador herkesin  yeterince doyduğunu ve boğanın da ne zaman karanlığın etkisinden çıkacağını bilmek zorundaydı. El Turco’nun her şeyi açık seçik gören gözleriyle, Nandito’nun doğru dürüst görmeyen gözleri son kez karşılaştılar.

Muletanın altından çıkan kılıç, ensesine saplandığında, boğa ön ayakları üzerine çöktü. Birden gözünün önünde her şey berraklaştı. Uzayıp giden kırlarını, o kırlarda otlayan kardeşlerini gördü. Arenanın zemini toprak olduğu halde, ayaklarının altında ezilen otların kokusunu duydu…

İyi ki gerisini, bir traktörle aşağılayıcı bir biçimde arenadan sürüklene sürüklene çıkarılışını, bir de onu özenle büten Pedro Fontana’nın gözyaşlarını göremedi.

Genç Juan okulun kapısından içeriye girerken gözlerinin önüne gelen saçlarını uzaklaştırmak için başını salladı, kim bilir belki böyle yaparken onu çok rahatsız eden o kötü anıdan da kurtulmuş olurdu…

Ayla Özberk

Yukarı