Aşk Dönemi

12 Ocak 2022

İnsan bir kez bir çağrıya kulak verdi mi o fısıltıyı unutması olanaksızdır. Benim de çağrısını bir kez duyduktan ve onun bu eşsiz davetini kabul ettikten sonra denizin çekiminden uzaklaşmam artık söz konusu değildi.

Beklenmedik biçimde sonlanan ilk tecrübemden sonraki yıllarda babamla dört kez daha balık tutmaya gittim. Çok iyi bir balıkçıydı. Parakete avcılığı gibi mutlak uzmanlık gerektiren yöntemlerin ustasıydı ve bu becerisinin karşılığını her zaman kocaman kaya balıkları olarak alırdı: Orfozlar, çipuralar, mercanlar, sinaritler… Üstelik, onun denizle ilişkisi benim tutkumu da besleyip büyütmeye fazlasıyla yetiyordu.
Çok sonra, otuzlu yaşlarımdayken, Atina’da oldukça da başarıyla yürüttüğüm işi bırakıp Girit’te yepyeni bir şeyi deneme şansını elde ettiğim zaman, bir saniye bile düşünmeden tercihimi denize yakın olandan yana kullandım. İşte o zaman ona gerçekten yaklaşmayı, onu tanımayı, onunla yaşamayı başardım. Ve işte o zaman, o da bana karşılık verdi…

Girit’te her fırsatta, kendi sandalım veya bana eşlik eden arkadaşlarımın tekneleriyle (denizde yalnız olamazsınız; tehlikelere karşı korunabilmeniz için birilerinin size eşlik etmesi çok iyi bir fikirdir) ona koştum; bir sevgili olarak, bir mürit olarak, ona sığınan bir göçmen olarak…

Kıyıdan ayrılır ayrılmaz başlayan büyülü sallantısına hayrandım. İnsanı saniyeler içinde sorunlarından kopararak benzersiz bir coşku bulutuna yükseltebilirdi. Kendimi palet ve maskemle onun sarılışlarına bıraktığımda, koynunda yaşayan eşsiz yaratıkların oluşturduğu inanılmaz manzaralar görürdüm. Parçası olduğu denizden tamamen bağımsız gibi görünen kristal berraklığında su alanlarına rastlardım; içlerindeyken, gözleriniz aşağıdaki otuz-kırk metre derinliğin dibine kadar ulaşıp orada güneşin altında yatarak masum kurbanlarını bekleyen orfozu ve çipurayı görebilirdi.

Birçok geceler onun yanı başında uyudum, kulağımda bazen erotik zevklerin bazen de kahramanlık dolu maceraların sözünü veren ama her daim mitolojik sirenler kadar davetkar olan ninnisi; Sirius’un ve Afrodit’in ve aysız, karanlık gecede tepemdeki kubbede beliren milyonlarca minik pırıltılı ışığın altında.
Günbatımında, denizden körfeze yaklaştıkça gelen ilahi kokuyu ise hala duyabiliyorum: Toprak, deniz, adaçayı, kekik, mutluluk…

Tehditleriyle de tanıştım. Kollarında pek çok kez tehlikeyle yüzleştim. Durduğu yerden on altı metre yukarıya ve yirmi metre ileriye uzanarak öfkeli köpüklerini üzerime saldığı oldu. Ben aramızda her şey yolunda zannederken onun yüzü birden değişirdi ve bana meydan okurdu: “Cesaretin varsa hareketsiz kal bakalım!”.

Ondan korkardım. Risk almaya cesaret edemezdim. Bana her meydan okuyuşunda güvende olacağım bir yere kaçmayı seçtim. Bu düelloda böylece galip mi geldim yoksa bu onun için sadece ön sevişme miydi; bilemedim…

Korkusuzdu: Babama rakip olmaya karar verdiğimde bana balıklarını cömertçe sundu ve sayesinde zaman içinde babamı yendim. Ve belki de sırf bu yüzden, artık balık avlamam söz konusu bile değil. Bugün balıklara saygı duyuyorum; hatta onları resmen seviyorum. Ama anılar çekmecemin en üstünde hala bu eşsiz deniz yaratıkları ile temaslarım ve sohbetlerim var.

Ve zaman zaman o çekmeceyi açıp bu anıları teker teker elden geçiriyorum…

Aklıma ilk takılanı mesela, ayın yüzünü sakladığı bir gecede, bir göl kadar hareketsiz olan denizde, kıyıdan iki yüz metre açıkta uyuyan bir kambur balina ile karşılaşmam… Onu, denize serdiğimiz parakete oltalarımızı toplamaya gittiğimizde gördük. Yirmi metre kadar önümüzde sanki ne olduğu belirsiz karanlık bir kütle vardı ve biz de hiç düşünmeden, inanılmaz bir saflıkla bu gizemi çözmek için oraya yöneldik. Deniz dümdüzdü ve sandal biz motoru kapattıktan sonra da suyun üzerinde kaymayı sürdürdü; bu yüzden de kendimizi bir anda balinanın sırtına park etmiş bulduk.
Üzerinde durduğumuz kütlenin ne olduğunu anlayabilmek için derisini elimizle dürttük. Tepki göstermedi, hareketsizdi. Sonunda kaptanımız bir kanca geçirip onu kıyıya çekmeye karar verdi. Şansımız varmış ki hayvan zıpkın kaptanın elinden çıkmadan uyandı! Toplamaya geldiğimiz oltaları öylece bırakıp motorun olanca gücüyle kıyıya doğru kaçtık, peşimizde bizi yakın mesafeden takip eden balina ile…
Şimdi anlatırken komik geliyor ama inanın yaşarken hiç de öyle değildi! Hatta bir an hayatta kalıp kalamayacağımızı bile bilemedik. Zaten sonunda da sandalı neredeyse kayaların üzerine tırmanacakmış gibi kıyıya sürüp kendimizi karaya dar attık!
Kaptan ertesi gün gidip parakete oltalarını toplamaya niyetlendi. Balina onu aynı yerde bekliyordu! Sonraki on beş gün de o tarafa gitmeye cesaret edemedik!

Size küçük tırpana balığı Leonidas’ın öyküsünü anlatmıştım. Ama aynı aileden bir balık olan kartal tırpanası ile olan maceramı bilmiyorsunuz… Onunla da çok özel bir anım var… Daha önce bu cins tırpanayı hiç bizim denizlerimizde görmemiştim. Kartal tırpanası ile sıradan bir tırpana arasındaki fark basittir: Kartalı bulmak için Leonidas’ı yirmi misli büyütün!
Ona bir pazar günü, ütülü bir çarşaf gibi dümdüz olan bir denizde avlanırken rastladım ve sudan dışarı fırlayan karakteristik “kulaklarından” hemen tanıdım.  Spartalıların ihtişamlı kralı Vrasidas’ın adını verdim ona ve hemen ismiyle seslenerek yanıma çağırmaya başladım.
Biliyor musunuz, bu yöntem işe yarıyor! Vrasidas yolunu değiştirdi ve benim sandalımın etrafında daireler çizmeye başladı. Seslendim, bağırdım ve bana yaklaşması için onu sürekli yüreklendirdim. Sonunda gerçekten de dönmeyi bırakıp giderek bana yaklaşmaya başladı. Son anda da sandalın arkasına geçip dümdüz üzerime doğru yöneldi!
Son hamlesini yapıncaya kadar… O son dakikada suya dalarak sandalın altından muhteşem bir geçiş yaptı.
Etrafımdaki deniz tamamıyla renk değiştirip koyu maviden turkuaza dönerken yüreğimin de dizlerimden aşağıya, ayaklarıma doğru aktığını hissettim. Bu sarsıntı beni kendime getirmiş, gerçeği göstermişti; Vrasidas zannettiğimden çok çok çok daha büyüktü ve istese beni ve sandalımı tek bir vuruşla parçalayabilirdi!
Ona seslenmeyi bıraktım, çenemi tutup kocaman yutkundum ve söz konusu tehlikeli karşılaşma gerçekleşmeden oradan uzaklaştım. Zaten o da çoktan kaybolmuştu bile.

Başarılı taktiğim sayesinde sandalımın yanına getirmeyi başardığım bir başka dostumun, şımarık yunus Lefteridis’in öyküsünü de çok iyi hatırlıyorum. Aramızda her şey mükemmel gitmişti, ta ki ilk çipura benim oltama yakalanana kadar.
Tam ben oltayı sudan çekerken, çok güçlü bir çekiş, bir çatırtı sesi… Ve tabii ki olta sudan boş çıktı!
Suçlu Lefteris’e eseflerimi sundum hemen ve doğrusu o da yaptığına pişman gözüktü çünkü iki tane başka türden, daha küçük balığı oltada bırakarak sandala çekmeme izin verdi. Ama bir sonraki çipura yakalanınca… Yine çatırt! Anlaşılan, Lefteris mezelerin cazibesine karşı koyamıyordu!
Ondan uzaklaşıp iki mil kadar öteye gittim. Gel gör ki, üçüncü çipura yakalanır yakalanmaz, Lefteris ona hoş geldin demek için yine yanımda bitiverdi: Çatırt! Lefteris bilmeden veya aslında hiç öyle bir niyeti olmadan, üç-dört kilo balığın hayatını kurtardı ve benim pazar günü sefamı da böylece berbat etti.
Mesaj açıktı, sonunda orayı terk ettim ama Lefteris’i hiç unutmadım…

Aslında yunuslarla, anılarım arasında çok özel yerlere sahip birçok karşılaşmam oldu, denizle haşır neşir olan pek çok insan gibi.  Bu konudaki en heyecanlı maceramı ise Girit’te, Mochlos açıklarında rastladığım bir yunus sürüsü ile yaşadım.

Saatte on beş mil hızla giden sürat motorumla yanlarından geçerken, bana eşlik etmeye karar verdiler: Birisi sırtını pruvama sürtmeye başladı, daha küçük üç tanesi sağıma geçti, bir diğer üçlü soluma ve çok daha iri, hatta koskocaman olan bir tanesi de sağ taraftan döne döne gelip son sürat tekneme doğru ilerlemeye başladı.
Tekneye sancak tarafından eşlik eden yunuslara yaklaşır yaklaşmaz kocaman bir sıçrayışla onların üzerinden, bana doğru atladı.
Ve dehşet içinde doğrudan üstüme uçtuğunu gördüm!
Sadece, kendi kendime “Elveda dünya!” deyip çarpışmanın hızını azaltmak ümidiyle motoru kapatabildim.
Ama dev yunus benden daha iyi bir matematikçi çıktı! Yörüngesini kurallara tamamen uygun ve son derece hassas biçimde doğru olarak hesaplamıştı. Üzerimden süzülüp tekneden sadece santimetreler ötesine görkemli bir şapırtıyla daldı!
Motor durur durmaz, tüm diğer yunuslar bir anda ortadan yok olmuşlardı.
Yeniden nefes alabilmek için iki dakika bekledim.
Sonra yavaşça motoru yeniden çalıştırdım. Ve işte buradaydılar! Hepsi: Biri önde, üç sağda, üç de solda… Büyük şef ise sıçrayışı için pozisyonunu almış olarak!  Belli ki, oynamak istiyorlardı.
Heyecanlanıp onlarla konuşmaya başlamam bu noktada oldu. Sonra, oyunumuzu kıyıya dönme vaktim gelinceye kadar birkaç kere tekrarladık.
Bu, denizin bana sunduğu oyunlar arasında belki de en mutlu, en vahşi, en tehlikeli ve en heyecanlı olanıydı.

İşte böyle… Ona âşık olmanın dağarcığıma kattığı mutlu anılar, benzersiz keyifler ve capcanlı duygular; iki hayata yetecek kadar zengin ve renkli… Birlikte yaşadığımız, paylaştığımız çok değerli bir hazine.

Onu bugün de pek çok biçimde damarlarımda hissediyorum; hem yoldaşım hem efendim; verilmiş sözler ve unutulmaz anılar; ilham ve davet…

En yüce anımı onun yanında, onun kollarında yaşayacağımı hayal ediyorum.
Sonuncusunu…

Andonis Panayotopoulos

 

 

Yukarı