Çocukluğumda annem, babam, ağabeyim ve kuzenlerim bisiklete çok iyi binerlerdi. Babamın her yaz tüm uğraşılarına rağmen iki tekerlekli klasik bisiklete binmeyi öğrenemedim ve hiç binemedim. Sonunda babam da öğretmekten bıktı, ben de ne bisiklete binebildim ne de ip atlayabildim. Ama yıllardır araba kullanırım hatta motosiklet kullanmışlığım bile var. Motor koordinasyonumda bir sorun olabileceğini yıllar sonra mesleğim gereği özgül öğrenme bozukluğu sorunları ile ilgili çalışırken fark ettim. Oysa oldukça küçük yaşlarda, okula başlamadan çok önce okuma ve yazmayı, dört işlemi öğrenmeme rağmen herkes için çok basit olabilen bu eylemi öğrenememiştim. Arkadaşlarım bisiklete binerken ya beni arkalarına alsınlar diye beklerdim, ya da ortamdan içim burkularak uzaklaşırdım. Sonuçta bisiklet kullanmak içimde bir ukte olarak kaldı. Benim çocukluk ve gençlik dönemimde bisiklete sahip olmak ve binebilmek özgürlük demekti. En önemli anılarımdan birisi de adada bir arkadaşımla çift seleli bisiklete bindiğim günlerdi, sürücü için zorlayıcı olsa da arkada sürüyormuş gibi oturmak çok hoşuma giderdi.
Yıllar sonra sosyal medyada İzmirli kadınlar bisikletlerinin önlerindeki sepetleri çiçeklerle süsleyip çevre için, çocuklarına daha temiz bir dünya bırakmak için renkli bir gösteri yapmışlardı, onların fotoğrafını gördüğümde aralarında olamadığım için içimin cız ettiğini söyleyebilirim. Bisiklete dair gençlik anılarımdan biri de yazlıkta ağabeyimin beni habersiz gittiğim yerlerde bisikletle gelip bulmasıydı, şimdi geriye dönüp bakınca çok komik geliyor. En çok da Hollanda’da, Amsterdam ile Zandvoort arasındaki uçsuz bucaksız sahilde bisikletle turlayanları gördüğümde bisiklete binemediğime hayıflanmıştım.
Bisikletin icadı ve tarihçesi tartışmalıdır. 1492 yılında Leonardo da Vinci’ye ait olduğu ileri sürülen bisiklet karalamasından bahsedilmektedir. Ancak 1960’da yayınlanan Codex Atlanticus’da bunun sahte bir çizim olduğu öne sürülmektedir. At arabasından sonra tarihteki ilk iki tekerlekli taşıt, 1817’de Alman Karl Von Drais tarafından “Drazin” ismiyle daha hızlı hareket edebilmek için icat edilmiş. Pedalsız bu taşıtta sürücü ayağıyla zemini iterek ilerliyormuş. Araç zaman içinde çeşitli evrimlerden geçerek bugünkü haline dönüşmüş. İlk olarak velospit ismiyle 14 kilometre boyunca kullanılmış. 1818 yılında iki veya üç tekerlekli versiyonları Paris’te sergilenmiş, önce koşu arabası (lauf maschine), daha sonra “drasiene” ve en sonunda da “velospit” ismi verilmiş. Arapçada ise “Derrace” denmiş. Bizde ise halk arasında “Demir at, teker, yelatı gibi” çeşitli adlar kullanılıyormuş. Bisikletin eş anlamlısı ise “çift teker veya çalniga”. Von Drais aracın patentini almış ve kopyaları İngiltere, Amerika, İtalya ve Avusturya’da üretilmeye başlanmış. Londra’lı Denis Johnson, Von Drais’in koşu makinasından örnek olarak bir adet alıp koşu arabası gibi isimlerle üç yüz adet üretmiş. Halk başlangıçta iki tekerlekli bisikletin denge problemi olduğunu düşünmüş (bu fikre tamamen katılıyorum! 🙂 ). Aksi kanıtlansa da kırk yıl boyunca üç ve dört tekerlekli bisikletler tercih edilmiş. İlk büyük bisiklet Michaux Company tarafından üretilmiş, İskoç Trafuant içi boş lastiği bulunca eşit çaplı tekerleği olan iki tekerlekli bisikletler ve sonra da portatif, katlanabilenleri ortaya çıkmış.
Bisikletleri kullanım amaçlarına göre sınıflandırabiliriz. Asfalt yolda sürülebilene “yol bisikleti” , yarışmalarda kullanılana “tur bisikleti”, akrobasi amaçlı kullanılana “binx”, iki sürücülü olana “tandem”, dağlık arazide kullanılana “arazi-dağ bisikleti”, tek tekerlekli sirklerde kullanılana ise “unisiklet” denmektedir. Bir bisikletin donanımında çatı, frenler, vitesler ve aksesuarlar vardır.
Günümüzde pek çok bisiklet yarışı yapılmaktadır. Bu yarışlardan kapalı bir salonda, çevrimsel bir pistte yapılana “velodrom” yarışları denmektedir. Karayollarında yapılan yarışların en ünlüsü ise “Fransa Turu” (Tour de France) dur. Ancak son yıllarda bu ünü komşu Avrupa ülkelerinden İtalya ve İspanya ile paylaşmaktadır. Bu tür bisiklet yarışları bir çok etaptan oluşan uzun soluklu yarışlardır. Örneğin “Fransa Turu” 23 gün sürmektedir ve 21 günlük etaplarda toplam 3500 km yani 2200 mil boyunca bisiklet sürülmektedir.
Bisiklete ilgi sanat dünyasında da oldukça yoğundur. Benim takıntılı derecede çok hoşlandığım ve iki yıla yakın zamandır izlediğim iki BBC dizisindeki bisikletli kahramanlar çok hoşuma gider. Bir tanesi papaz ama aynı zamanda dedektif olan Peder Brown’ın klasik bisikleti ile olay yerlerine hızla ulaşması, yaşına rağmen bisiklete binişindeki zerafet ve ustalık özellikle benim gibi binme özürlüleri kendisine hayran bırakır. Bir diğer dizi ise yine ellili yılların Londra’sında geçen ve evlere doğum için bisikletle giden ebeleri anlatan “Call the midwife” dizisidir. Bu diziler dönemi, dış çevre, kıyafetler ve ev ortamları bakımından başarıyla yansıtırken bisikletin dönem içindeki önemiyle bize yaşamın bugüne kıyasla çok daha yavaş olduğunu anımsatmaktadır. Hele günümüzde, hayatı hızlandırmak için yoğun biçimde kullanılan motosikletlerin kulakları tırmalayan gürültülerini, kirlettikleri havayı ve yayalarda yarattıkları tedirginlikleri düşündükçe o günlere özlem duymamak mümkün değil.
Bisiklet sinema dünyasının da ilgisini çekmiştir. Daha önce “Sinemada Çocuk” bölümünde yorumladığım Vittorio de Sica’nın 1948 yapımı “Bisiklet Hırsızları” (Ladri di biciclette) filminde aslında bisiklet başroldedir. Ekmek teknesi olan bisikletini çaldıran babanın küçük oğluyla onu araması, bisiklet üzerinden baba oğul ilişkileri, savaş sonrası İtalya’sının ekonomik zorlukları üzerinden anlatılır. 2011 yapımı Dardenne kardeşlerin yönettiği “Bisikletli Çocuk” (Le gamin au vélo) filminde ise kuaför sahibi bir kadın ile annesini kaybetmiş ve babası tarafından kabul edilmeyen ama sürekli babasını arayan gözetim altındaki bir ergen arasındaki ilişki ve aile kurma çabaları anlatılır. Filmde bisiklet ergen için bir özgürlük simgesidir. Jacques Tati’nin yönettiği “Bayram Günü” (Jour de Fête) ise 1940’larda bir Fransız kasabasında geçer. Kasabanın bisikletli postacısı François (Jacques Tati) bir bayram sırasında Amerikalı postacıların ellerindeki mektupları yerlerine en hızlı biçimde ulaştırmak için ultra modern tüm olanakları kullanışını anlatan bir belgesel izler. Filmden etkilenen François kendisinin de posta dağıtımını rekor sayılabilecek hızla gerçekleştirebileceğini göstermek için arkadaşlarının alaylı bakışları altında bisikletiyle türlü atraksiyonlar göstererek seyircileri kahkahalara boğar.
Geçen yıl eylül ayında Büyükada’da açılan “Bisiklet” sergisi bu yazıyı yazmamda ilham kaynağı olmuştur. Adada yaşayanlara ait bisikletlerin tarihini anlatan sergide yüz yıllık bir bisiklet de sergilenmekteydi. Özel yaptırılmış ve ne acı ki üzerindeyken kalp krizi geçirip yaşamını yitirmiş Garbis Bora’nın bisikleti oldukça ilginçti. İnönü ailesine ve Lefter’e ait bisikletleri de gördük. Aziz Nesin’in Heybeliada’da doğduğunu, ailesinin bisiklet alacak parası olmadığını yine bu sergiden öğreniyoruz. Sergide bisikletin manifestosunu belirten ifadeler vardı: “Bazen o bizi taşır, bazen de biz onu”, “Bisiklet özgürlüktür, kardeşliktir, tevazudur ve çocukluktur, bisiklet rüyadır”. Adalarda yaşayan kişilerin bisikletler ile ilgili duyguları da paylaşılmıştı. Bisikletlere ait ruhsatlar ve ehliyetler sergilenmişti. Oldukça nostaljik ve özellikle ada tarihini önemseyenler için ilginç bir sergiydi. Yaklaşık dokuz ay süren sergiyi yirmi binin üzerinde izleyici gezmiş.
Benim çocukluğumda, Milliyet gazetesinde Turhan Selçuk’un karikatür çizgi-roman kahramanı Abdülcanbaz’ın bindiği bisikletin ön tekerleği kocaman arka tekerleği ise küçücüktü. Turhan Selçuk politik bir çizerdi ve sanki ön tekerlek geleceği, arka tekerlek ise geçmişi simgeliyordu. Çocukluğumda çok anlayamasam da ilgiyle izlerdim. Turhan Selçuk 1957 yılında bu karikatürleri çizmeye başlamış. Turhan Selçuk’un mezar taşında bisikletinin üzerinde efsaneleşmiş Abdülcanbaz resmedilmiştir.
Heykel dünyasına baktığımızda, Picasso’nun bisiklet heykeli çok ünlüdür. Heykel boğa başını andıran basit bir bisiklet selesi ve boynuza dönüşmüş gidondan ibarettir. 1942’de Julio Gonzales malzemeyi çöplükten bulup Picasso’ya getirmiş, Picasso da arkadaşını bu heykelle onurlandırmıştır. Bu heykelle Picasso Marcel Duchamp’ın hazır yapım nesnelerine, özellikle de 1913 yılında ürettiği bisiklet tekerleği eserine gönderme yapmaktadır. Saint Petersburg müzesinde Salvator Dali’nin bisiklet heykeli sergilenmektedir. Bu adeta çarpılmış, eriyip olduğu yere yığılmış bir bisiklettir.
Fernand Léger’nin NewYork’ta, Broadway’deki caddeyi tarayan rengarenk reklam projektörlerinden etkilenerek yaptığı “Dört bisikletli” tablosu çok çarpıcıdır. Claude Monet ise tahta bir at üzerinde üç tekerlekli (tricycle) bisiklete binmiş kız çocuğu tablosunu 1872’de yapmıştır. Toulouse Lautrec, bisiklete dair afişlerinin en ünlüsü olan “Simpson Bisiklet Zincirleri” (La Chain Simpson) ni 1896’da yapmıştır. Gerçeküstücü ressam René Magritte ise 1959’da yaptığı yanan bir puronun üzerinde duran bisiklet tablosu için “Bu bir bisiklet değildir” demiştir.
Eşekli kütüphaneci Mustafa Güzelgöz yaşamını “Eşekle Gelen Aydınlık” adıyla kitaplaştırdı. Farklı mesleklerden 72 kişinin bisiklet öykülerini anlatan bu kitabı Aydın İleri hazırladı. Bu kişilerin ortak yanı çocukluklarında bisikletleri ile ne kadar hoş vakitler geçirdikleridir. Dünya edebiyat dünyasında ise William Saroyan’ın bisiklet tutkusu bilinir, Henry Miller’in ilk aşkının bisiklet olduğu söylenir. Tolstoy ise 67 yaşında bisiklete binmeyi öğrenmiştir. Bilgin Adalı’nın “Zaman Bisikleti” ise Türk edebiyatında çocuk klasikleri arasındadır. Bisiklet ile hayaller kurmayı birleştirerek zamanda yolculuk yapan bir bisikleti anlatır. Sunay Akın’ın “Bisiklet Öyküleri” kitabında çok ilginç bir anektod göze çarpar. 1940 yılının haziran ayında, Nazi işgali altındaki Paris’den kaçanlar arasında Paris radyosunun Türkçe yayınlar bölümünde spikerlik yapan, genç şair Cahit Sıtkı Tarancı da vardır. Bisikletiyle on günde Bordeaux’ya ulaşır. Bu yolculuğu sırasında henüz ayrıldığı bir kenti Nazi uçaklarının bombaladığına tanık olur. Nazım Hikmet ise 1958’de yazdığı “İsviçre Dağlarında” pedal çeviren köylüleri izleyerek içinde sönmeyen memleket hasretiyle “Bu dağlar ne dağları/ bizim dağlara benziyor/ bıçak gibi boğazları,/ parça parça karları/ bu dağlar ne dağları/ bizim dağlara benziyor/ adamı da. Eli ayağı gözü kaşı var/ ama velosipetli/ Bizimkiler velosipetsiz….” der.
Fransız aktör ve şanson yorumcusu Yves Montand’ın 1968 yılında söylediği, Pierre Baruh’un sözlerini yazdığı ve Francis Lai’in bestesini yaptığı “La Bicyclette” şarkısı çok ünlüdür: “Sabah erken yollara düştüğümüzde/ bisiklet üstünde birkaç iyi arkadaş./ Fernand vardı, Firmine vardı, Francis ve Sabastien vardı/ ve de Paulette / Hepimiz ona aşıktık/ Kanatlarımız uzuyor gibi hissediyorduk/ bisikletin üzerinde./ Daracık toprak yollarda/ sık sık cehennem azabı çekerdik/ ayağımızı yere basmamak için/ Paulette’in önünde …”
Bisiklet çocukluğumun özgürlük simgesiydi. Tolstoy’a bakarak belki bir iki yıl içinde ben de tekrar dener ve kullanmayı başarırım. Bisikletin nostaljik özelliği beni her zaman cezbedecektir. Bisiklet benim için aynı zamanda romantik bir araçtır da. Bazen adada dolunay zamanı çamların arasında bisiklet sürdüğümü hayal ederim. Sanki kişinin yalnızlığına eşlik eden bir nesnedir, onu sürmekse özellikle ergen dönemlerde bir iktidar gösterisi bile olabilir.
Füsun Aygölü