Doğduğun Kent
Amin Maalouf , “Origines” adlı kitabında, içerisinde bulunduğu bir kent için şöyle diyor: “Birden, bu kentte doğduğum duygusuna kapılıyorum. Evet, bu kentte de…” Böyle diyor ve benim de çok sık hissettiğim bir şeyi dile getirmiş; beni başkalarının da bu duyguyu yaşadığını gördüğüm için çok rahatlatmış oluyor. (Aslında acaba aynı şey mi hissettiğimiz? Acaba Amin Maalouf, bu sözüyle, benim gibi bir sahiplenme/ait olma duygusunu mu dile getiriyor, yoksa sadece bir aşinalığı, bir “dejavu” hissiyatını mı? )
Bazen ben de, ilk kez gittiğim bir kentte, anılarımı aramayı, çocukken oturduğum evi bulmayı, tanıdık birinin kapısını çalmayı isterken yakalıyorum kendimi çünkü. Bu aşinalık duygusu o denli yoğun oluyor ki, “bu kentte doğduğum duygusuna kapılıyorum”… Gerçekte başka bir kentte doğmuş olduğum ve birçok başka kentte de aynı duyguyu yaşamış olabildiğim için de, “Evet” diyorum kendi kendime, “Bu kentte de…”
Veya bazen de doğduğum yerden çok uzaktaki tanıdık bir kentin aşina koynunda keyif sürerken, birden ani ve karşı koyulmaz bir dürtüyle buranın da doğum yerim olabileceğine karar veriyorum… Sanki birazdan çocukluğumda benimle oynamış bir komşu teyze kapımı çalacak; gidip baksam, ilk kez düştüğüm taş merdiven zaten köşede duruyor olacak veya hayatımda ilk kez saçımı çeken sümüklü oğlan, içerisinde doğduğumuz için hep orada yaşayacağımızı zannettiğimiz mahallenin yakışıklısı olarak tekrar karşıma çıkacakmış gibi bir duygu… Bu biraz da nasılsa sana ait diye fazla özen göstermeden bir kenara koyduğun ve uzun süre hatırını sormadığın, bildik ve sıradan bir yaşam parçasını yeri gelmişken, tabii ki sana ait olduğunu zaten bilerek, bir kez daha fark etmeye benziyor.
Sonra da, gerçekte o kentte doğmuş olmadığıma göre, doğal olarak oturup bu sanrının kaynağını, kendi aklımın sağlığını, yaşadığım duygu karmaşasını sorguluyorum… Amin Maalouf gibi aynı hissi, sorgulamaya bile gerek duymadan kabullenip yaşayan birisinin varlığı, beni bu yüzden çok rahatlatıyor.
Aslında doğduğu kent ne ifade eder insana, tam olarak bilmiyorum çünkü eğer bir kente dair anılarınız yoksa, o kentle özdeşleşmeniz zor. Yani bana kalırsa, bir kenti sahiplenmek veya onun sizi sahiplenmesine izin vermek için o kentte doğmuş olmak yetmez. Çocukluk geçirmiş olmak gerekir orada, büyümüş olmak… Eğer bu söz konusu değilse, anılar oluşmaz çünkü. Üzerinden düştüğünüz bir ağaç gerekir, babanızdan gizli sigara aldığınız bir mahalle bakkalı, okuldan kaçıp öğlen matinesine gittiğiniz bir sinema… Belki dizinizdeki yara izinin sebebi olan bir tümsektir gerekli olan, belki bir parkta kimselere göstermeden ilk sevdiğiniz için gözyaşı döktüğünüz bir köşe, içerisinde futbolcu resimleri olan teneke bir kutuyu gizlediğiniz bir duvar kovuğu veya belki de ilk gençliğinizde her girişte isteyerek kaybolduğunuz bir çıkmaz sokaktır… Bunların tümünü doğduğunuzdan farklı bir kentte yaşamak da mümkün olduğu için, insanın sahiplendiği kent genellikle büyüdüğü kent olur; yani aslında bu sahiplenme için bir kentte doğmuş olmak yetmez. Ama daha sık rastlananı doğduğunuz kentle büyüdüğünüz kentin aynı olması olduğundan, bu konuya genellikle fazla da kafa yormaz insan. “Doğduğum kent” derken, çoğu zaman “çocukluğumun geçtiği kent, “kişiliğimin oluştuğu kent”, “anılarımdan dolayı nostaljik bulduğum kent”, “insanlarından bir kısmını şahsen tanıyıp özlediğim kent” demek ister insan; kesin doğum yerine pek kafa yormaz.
Bu açıdan bakılınca, insanın kendisini nereye ait hissederse, nereyi “benim” diyecek kadar tanıyıp severse orada, “birden o kentte doğduğu” duygusuna kapılması da doğal geliyor bana. Farklı kentlerde aynı sevgi ve mutluluğu yaşıyor olabilmeme bağlıyorum bu duyguya sık sık kapılmamı kısacası… Gerçek “doğduğum kent” ise, benliğimin tabii asal ve vazgeçilmez olan başka bir boyutunu oluşturmuş olarak, önemini koruyor. Kendimi zenginleşmiş hissediyorum böylece.
Dişi kentler
Bazı kentler daha “dişi” olur nedense; hem daha anaç, hem de daha cinsel; hem daha ateşli, hem de daha şefkatli; hem daha asil, hem da daha arsız… Benim aklımda, minareleri ince işlerle süslü camileri olan Osmanlı kentleri ile fahişelerin yaptıkları işten çok büyük keyif aldıkları Akdeniz liman kentleri aynı oranda dişi…
“Dişi” kentler çok yönlü olur; daha kalabalık ve daha gürültülü sanki… Yani daha zor ve yorucu ama şüphesiz bir o kadar da daha zevkli… Her saatleri, her sokakları, her maceraları yeni bir şeylere gebe; koyunlarında sonsuz bir sabır ve özveriyle pek çok acıyı ve umudu aynı anda barındırabilen; aynı anda pek çok insana ve öyküye kucak açabilen… Sevmeye hazır; bağrına basmaya hazır; hoşgörülü, zengin gönüllü ve bilge ve doğurgan… Sanki en deli aşklar bu kentlerde yaşanır ve en ürkütücü intikamlar bu kentlerin tarihinde saklıdır. İnsana böyle kentlerin gerçek derinliklerinde mutlaka sizi beklemekte olan bir önemli haber veya yıllardır kimsenin ulaşamadığı bir hazine varmış gibi gelir. Ürkersiniz, bilinmedik bir maceranın sizi aniden içerisine çekmesinden ama baharları daha güneşli, sofraları daha bereketli geldiği için size, vazgeçip de gidemezsiniz bir türlü… Bilirsiniz ki, sizi içerisine çeken o kuvvet her neyse artık, aynı zamanda şefkatle de sarmalayacak…
Bu tür kentlerin verebilecekleri de daha renklidir, sizden bekledikleri de… Aslında böyle kentlere dalıp kendini kaybetmek ilk başta daha kolay gelse de, oradaki yaşamın hakkını vermek her zaman daha zorlu bir iştir. Eksik kalanlar, yetişemedikleriniz, tam kavrayamadıklarınız ve “bekledim de gelmedi”leriniz hep olacaktır dişi bir kentte. Her an beklenmedik davranışlar çıkabilir karşınıza ama bunlar asla güvensizlik yaratacak cinsten değildir. Tersine, sonunda ulaşacağınız keyfe her zamankinden çok güvenebilirsiniz çünkü bu beklenmedikler, kentin çok yönlülüğünden, renkliliğinden ve yaratıcılığından gelir; tıpkı bir kadında olduğu gibi… Karmaşık ve çok boyutludurlar dişi kentler çünkü tıpkı kadınlar gibi derinlikli ve akıllıdırlar ve de onlar gibi değişken ve gizemli… Yeterli emeği verirseniz tanımak için, sizi mutlaka ödüllendirirler.
Birçok kente yetecek kadar çok çeşitli yaşam barındırırlar bazı kentler bağırlarında; birçok kentin biriktirebileceği kadar efsaneyi ve masalı yüreklerinde taşırlar. Birçok kentin deneyimlerini kütüphanelerine ve tozlu arşivlerine hiç değmeden, sadece hafızalarında saklarlar. Birçok kentin toplam emeğine, enerjisine, elektriğine sahiptirler sanki. Bazı kentler, “birden çok kent” olur kısacası… Böyle kentleri ben olgun kırmızı bir nara benzetirim; hani narın “çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane” oluşuna… “Birden çok kentler”, tıpkı bir nar gibi katmanları arasında bin bir çeşit tat barındırırlar; bereket, keyif, korku, felsefe, cinayet, aşk, nefret, koku, lezzet; her zaman çok yönlü ve sürprizlere hazır olurlar… Nesilleri büyülemiş efsaneleriyle, deli dolu yaşam biçimleriyle, renksiz düz bir köşeden dönünce karşınıza çıkan sanki dantelli binalarıyla, sınırsız ve arsız pazarlarıyla, cesur ve aşık insanlarıyla…
Benim aklımda sıcak iklimlerin kentleri böyledir daha çok nedense… Akdeniz kentleri, Karayip kentleri, Latin Amerika kentleri, Mezopotamya kentleri… Geniş kalçalı, iri memeli, berber yüzü görmemiş gür uzun kara saçlı, tarçın kokulu kentler… Görmüş geçirmiş, tarih yazmış, utanç yaşamış kentler… Gerçek uygarlıkların beşiği olan kentler… Çoğu zaman bir denize kıyıları vardır sanki ve gemilerin limanlardan alıp götürdüklerine dair sırları. Aslında galiba bir takım sırları hep vardır ve bunların ne olduğuyla içtenlikle ilgilenmezseniz eğer; yani yaşlı bir satıcının anlattıklarını dinlemezseniz, kent katedralinin o pek kimsenin gitmediği köşesindeki ikonu özel olarak gidip görmezseniz ve belki de yüzyıllar öncesinden bir salgının kurbanlarına ait kent mezarlığını ziyaret etmezseniz, dişi kentler size kendilerini tam olarak açmazlar… Paylaşmak tutkularıdır çünkü ve bunu gerektiği gibi yapamayana pek bir tat vermemeye kararlıdırlar…
“Dişi kent” kavramı kaçınılmaz olarak, çok sık kullanılan bir başka nitelemeyi getirir akla: “Ece kent”… Bence, dişi bir kentin sahip olduğu tüm özelliklere, hoş bir endam ve soyluluk eklenir bu kavramla. Zarif bir siluet, tevekkül biraz, biraz geleceğe dair bir öngörü… Belki geçmiş bir imparatorluğun merkezinde yaşamış olmak, belki de hala nice hanedana bir ucundan dokunmak; dudaklarında bilge bir gülümseme sanki, ufkunda hiç kararmayan bir ışıltı… Ece kentler biraz aristokrat olurlar belki ama yaşayanlarını, tüm klişe niteliklerden bağımsız olarak, en eşit oranda mutlu veya mutsuz kılan da yine onlar olur.
Güzin Yalın
Bu yazı, Güzin Yalın’ın yayına hazırlanmakta olan ‘Geri Çağıran Kentler’ adlı kitabından alıntıdır.