Bu kez yazımı İstanbul’dan yazıyorum. Pencereden baktığımda görüp anlatacağım bir denizim yok! Evin bakımsız bahçesinde, altın yürekli hanımelinin, ortancanın, japon elmasının ev halkının bütün ilgisizliğine karşın, kendi kendilerine bahar hazırlığı yapmaları, yeni sürgünler vermeleri, insanın içini burkuyor. Ortam ne kadar olumsuzluk dolu olursa olsun, evrenin, doğanın takvimi hiç şaşırmadan ilerliyor. Olacaklar oluyor.
Geçtiğimiz hafta yeğenlerim ziyaretime geldiler. Duygu dolu bir buluşma oldu. Gözlerimiz nemli olsa da, hepimiz gülerek kucaklaştık. Ailenin kalan en yaşlı iki- üç üyesinden biri olarak ben ve diğerleri ki hepsi de 60 yaşın üstünde ama bana göre genç yeğenlerimin içimizdeki, “acaba böyle bir toplantı yeniden olabilir mi” korkusunu, güya birbirimize belli etmedik. Hatta neredeyse cümlelerimizin çoğunu “bundan sonraki buluşmamızda inşallah” diyerek bağladık.
Eski performansım olmadığı için, güya bir gün önceden kampa çekilip bir iki şey pişirmek istedim. Nerede? Yaptıklarımın hiç biri benden geçerli not almadı. Bence tek neden artık yaşlı olmam değildi. Gençken de böyleydim. Ne zaman özenerek bir şeyler yapmaya kalksam, mutlaka normal zamanda, elimin tersiyle, parmaklarımın ucuyla, başka iki işin arasında şöylece yaptıklarımdan kötü olurdu. Bu kez de öyle oldu.
Bu arada, iki üç cümlede bir durup, geriye dönüp yazdıklarımı okuyorum, hedeften şaşıp şaşmadığımı kontrol ediyorum. Çünkü karar verdim, bu kez yazarken beni, okurken okuyanı üzecek şeyler yazmayacağım. “Yemekler” diyeceğim, sözün gelişi… “Yemekler” derken bile, hemen “ama” ile başlayan bir cümle, kalemin ucunda beliriverdi, elimin tersiyle ittim. Biliyorum çünkü, itmesem, bir başlayacak, durmak bilmeyecek…
Küçükken, sıska ve iştahsız bir çocuktum. Zavallı annem bana yemek yedirebilmek için çok uğraşırdı. Ona hiç kıyamazdım ama o zamanlar yemek yemeği hiç sevmezdim. Yalnızca nedense çekindiğim amcama gittiğimizde, ya da o bize geldiğinde annemi uğraştırmadan yemek yerdim. Bunu bilen annem, öyle zamanlarda, melek kanatlarının çıkarır, dolaba koyar, acımasızca beni amcamın karşısına oturturdu! Keşke şimdi de “yeme” diyen bir amcam olsa, karşısına otursam…
Daha sonraki yıllardan aklımda kaldığı kadarıyla, aile toplantılarında, yemek sonrası, birinin “Açmam, açamam, söyleyemem” veya “Fariğ olmam meşreb-i rindaneden” diye kendi kendine mırıldanmasına, bir kemanın akort sesleri karışır, derken, udla cümbüş, mızraplarını teller üzerinde dolaştırmaya başlarlar, santur, şifonyerin üstünden iner, tef, o çıngır çıngır sesiyle duruma el koydu mu fasıl başlardı. Ta ki, neşeli, çapkın, fıkır fıkır İstanbul türküleriyle son bulana kadar…
Zaman içinde biz çocuklar büyüdük. Her birimiz kendi çekirdek ailelerimizi kurduk; bu arada bizleri öksüz bırakan büyüklerimiz oldu. Kalanlarla gençleri ve onların çocuklarını daha iyi bağlayabilmek, bunun ne değerli bir şey olduğunu küçüklere anlatabilmek için her ayın ilk pazar günü toplanmaya başladık ve bunu uzun süre devam ettirdik; elimizde olmayan koşullar bizi engelleyene kadar… Her ailenin annesi, yaptığı en güzel yemeği pişirip, o pazar toplantının olduğu eve götürüyordu. Hayal edilebileceği gibi sofralar tam bir şölen havasında, Zekeriya Sofrası… Kahkahalar, şakalar, takılmalar içinde doyumsuz bir gün geçirilirdi. Kimse de yediği yemeğin hesabını tutmazdı. Fazlaca kaçırmışsak, bir kaşık karbonat ne güne duruyordu!
Biliyorsunuz, son günlerde çok bilgili olduk, hepimiz lafı birbirimizin ağzından kapıyoruz. Laktozlar, sakkarozlar, glukozlar, fruktozlar havada uçuşuyorlar; doymuş, doymamış, acıkmış, yarı acıkmış (şaka tabii) yağlar, daha yemeden karaciğerimize dokunmaya başlıyor, kötü kolesterolümüzü yükseltiyor! Birisi, “ben glutensiz yiyorum” diyor, öteki, “benim de öyle yapmam lazım galiba” diye ona katılıyor…
Bir de son zamanlarda hormonlarımız var; bizi mutlu eden, pembe gözlüklerle bakmamızı sağlayan hormonlarımız… Seretoninler, melatoninler, dopaminler, endorfinler ve daha neler neler… Artık hangi durumlarda ve hangi yiyeceklerden yersek, bu hormonlardan salgılanabileceğini birbirimizden öğreniyoruz.
Ya probiyotikler, prebiyotikler! Yoğurt mu, kefir mi? Kefiri hazır mı alıyorsunuz, kendiniz mi yapıyorsunuz?
Hepimiz, karşımızdakini ikram ettiğimiz yiyeceğin içinde yağ, tuz, şeker olmadığına, kızartılarak pişirilmediğine, yani on para etmez, tatsız tuzsuz bir şey olduğuna dair inandırmaya çalışıyoruz.
Görüldüğü üzere, buraya kadar, kendime verdiğim sözü tuttum, sakıncalı şeylerden, yiyeceklerin ne kadar ulaşılamaz, ne kadar pahalı olduğundan bahsetmedim. Varsın pahalı olsunlar, ulaşılamaz olsunlar; uzun uzun anlatıldığı gibi, hepsinin içinde bize zarar verecek maddeler olduğuna göre, yemeyiz, daha iyi! Onun yerine, eski günlerde ailelerimizle birlikte yediğimiz mutlu, neşeli yemekleri hatırlayıp bol bol mutluluk hormonları salgılarız, olur biter!
Ayla Özberk