İlk Aşk

1 Haziran 2022

Görüntülenme Sayısı: 29

Çocukluğum, çoğunlukla azınlıkların yaşadığı Bakırköy’deki bir mahallede geçti.

O yılların sisli anılarında hatırladığım, mahallenin yeni müteahhit apartmanı yalnızca bizim apartmandı. Diğer evlerin çoğu ahşap, iki-üç katlı, cumbalı, dantel perdeli, pencereleri aşağıdan yukarıya yarı açılan, pervazlarında saksıda çiçekler olan evlerdi. Kocaman ahşap kapıları,  mermer basamakları vardı. Sokakta oynarken yorulduğumuzda o mermer basamaklarda oturup gazoz içip, gülüşüp eğlenirdik. Susadığımızda kapılardan birini çalıp, su istemişliğimiz çoktur.

Bizim binanın olduğu sokak yokuştu, yokuşun altında Rum Kilisesi, biraz ileride Ermeni Kilisesi, fırın, çiçekçi, bir de bakkal vardı. Pazar sabahları kiliselerin çan sesleriyle uyanır, saatin 10:00 olduğunu anlardık. Yokuş hareketlenir, mahallenin sakinleri büyük küçük, şapkalı, şık kıyafetli, takım elbiseli halleriyle kiliselere giderlerdi.  Saatlerce bizim 5. katın penceresinden mahalle teyzelerinin ve amcalarının kiliseden çıkışlarını bekler, hayranlıkla seyrederdim.

Bizim binanın ilk sahipleri olan Ermeni bir aile, iki katlı ahşap evlerini müteahhitte vererek, daha doğrusu kaptırırarak, iki kişinin zor geçebildiği demir apartman kapılı, cami minberine tırmanır gibi çıkılan daracık merdivenli, her katta iki daireli, tüm cephe koyu maviyle kaplı,  pencere altlarına da beyaz boya atılan bir apartmandan yalnızca iki daireye ve bir dükkâna sahip olmuşlardı. Apartmanın en üst katındaki daireyi babam müteahhitten almış, ödediği paranın mülk sahibinden alanların çok daha üstünde olduğunu öğrendiğinde oldukça üzülmüştü, senelerce de yediği kazığı anlatıp durmuştu.

Hızlıca bizim mahalle de apartmanlarla yok olan İstanbul’un geçmişinden nasibini alıyor, şehri hızlıca kirleten apartmanlar sıra sıra yerini alıyordu.  Müteahhit ve çocuklarının baskısına direnen , evlerini koruyan Eleni Teyze’yi, Kirkor amcayı buradan saygı ve sevgiyle anmak isterim.

Bizim evin altında yan yana iki dükkân vardı. Bir türlü kiraya verilemiyor, camları gazete kağıdıyla kaplı, metruk bir yer gibi duruyordu. Mülk sahipleri arasında anlaşmazlık olduğu ve bir türlü satılamadığı da rivayetler arasındaydı. Nihayet, bir gün hareketlilik başladı, içeride ustalar çalışıyor, bir yandan badana yapılıyor, bir yandan kamyonetle eşyalar geliyordu. Anlaşıldı ki, büyük bir bakkal açılıyordu. Bir hafta içinde bakkalın büyüğü marketin küçüğü bir yer açıldı. Bakkal Ali amca biraz suratsız, kasada oturuyor, karısı Necla teyze de Ali amca olmadığı zamanlar bakkala geliyordu. Bakkalın binanın altında açılmasıyla, yeni bir alışveriş türü başladı bizde ve tüm mahallede.

Camdan aşağıya uzatılan sepetle alışveriş… O sepet içinde bozuk paraların olduğu küçük cüzdanla her daim bakkal tarafındaki odada durur, gün içinde iki üç kez aşağıya sarkıtılırdı. Sepet sarkıtmayı çok severdim, ama ağır bir şeyler alındığı zaman, annem bana bırakmaz, kendi çekerdi. Bir de “Ağırlık kafanı aşağıya çeker düşersin,” derdi, ödüm kopardı, hep annemi çağırırdım. Bu alışkanlığı bilmeyen meraklılar için küçük bir not da düşeyim; siparişlerimizi pencereden Ali amca! Ali amca! diye bağırarak söyler ya da annem gibi küçük bir not yazıp sepetin içine koyardık. Bakkal Ali amca sağdan soldan sepetle gelen çağrılara yetişemiyordu, dükkânı da boş bırakamam, müşteri var diye de elimizde sepet, bizi çok beklettiği olmuştu.

Bir akşamüstü annemle çarşıdan döndüğümüzde bakkala girdik, Ali amca, dükkânın yeni çırağı İlhan ağabey ile tanıştırdı bizi. İlhan ağabey, o dönem üniversiteler karışık diye eğitimine devam edemediği için uzaktan akrabası olan Ali amcanın dükkanında işe başlamış. Gönlümün hikayesi bu satırlardan itibaren başlayacağı için İlhan ağabey değil, İlhan yazarak devam edeceğim. Aslında o zamanlarda hep İlhan ağabey diye hitap ettim, ama kısmet bugüne ve bu satırlaraymış yalnız ismiyle hitap etmek.

İlhan’ı ilk gördüğümde kot pantolonlu, üzerine bıraktığı yeşil bir gömlek, gömleğin üst cebinde sigara paketi vardı. Annem hızlıca sorgudan geçirdi İlhan’ı. Beyazıt’ta üniversitede metalürji okuduğunu, burada ablası ve eniştesiyle kaldığını, ailesinin Merzifon’da olduğunu, babasının da orada ayakkabı dükkânı olduğunu bir çırpıda öğrendi. İlhan olsa olsa o yıllarda 18 yaşında, siyaha yakın saçlı, koyu kumral, elmacık kemikleri çıkık, çok boylu poslu olmayan bir gençti. Ben de yanılmıyorsam ilkokul dördüncü sınıfta 10 yaş civarlarındaydım.

İlhan’ın işe başlamasıyla, sepet sarkıtan teyzelerin ablaların bakkal Ali Bey diye bağırmaları, yerini “İlhan” ya da “Bakkal İlhan”a bırakmıştı. Merak ediyordum, İlhan nasıl biri? Bizim aile, akraba çevresinde üniversite çağında biri de yoktu. Bana bugünün deyimiyle cool geliyor, ağırbaşlılığıyla dikkatimi çekiyordu.

Bir gün kapıyı açtığımda İlhan’ı karşımda gördüm. Babam işe giderken evdeki birkaç ihtiyacı söylemiş, o da beş kat merdiveni çıkarak siparişlerimizi getirmişti. Bakkal dışında bizim kapı eşiğinde ilk karşılaşmamızdı. Yanakları kızarmış, kol altları terlemiş, taşıdığı torbanın sapı ellerini kıpkırmızı yapmıştı. Ne tuhaf, bazı anlar vardır ki, sesi, kokusu, rengi hep hatırlanır. İşte ben de çiz dersen çizerim, filmini yap dersen yaparım, bir andı. Elindekileri aldım, borcumuzu sordum, babam sipariş ederken ödemişti bile.

O günden sonra bizde sepet sarkıtma işi sekteye uğradı. Annem ne istese koşarak merdivenlerden iniyor, bakkaldan alıyordum. İnmesi iyiydi de, çıkarken her seferinde bir pişmanlık olmuyor da değildi. Ne olacaktı elbette,  birkaç dakika bakkalda İlhan’ı görmek için sepetin yerini ben almıştım evde.

Okulumu soruyor, biraz kitaplardan konuşuyorduk. Babam çok edebiyata düşkün biriydi, akşamları elinde sürekli bir kitap olurdu ve bizim de her akşam okumamızı isterdi. Kendi okuduğum kitaplardan değil de babamın okuduğu kitaplardan bahsediyor, onun da ne okuduğunu anlamaya çalışıyordum. Bilimsel kitap okuduğunu söylerdi. Ne bilimi olduğunu yıllar yıllar sonra çözmüştüm, biz de o bilimsel kitapları okumaya başlayınca.

Üniversitedeki kargaşaları, derslere girememe ve boykotları ilk ondan öğreniyordum. Benim bakkal seferlerim biraz dertli olmaya başlamıştı. Üstümü başımı değiştirmeye, saçımı başımı taramaya başlamıştım. Annem ‘şu lazım’ dediğinde banyoya kapanıyor, epey bir hazırlanıyordum. Akşamları bakkal kapanmaya yakın camdan bakıp, İlhan’ın kepenkleri indirişini, kapı önünde sigara içişini seyreder olmuştum. Çok hatırlamıyorum ama hayaller de kuruyordum muhakkak.

Bir akşam, hava kararmaya yakın büyük bir silah sesi duyuldu. Biz evdeydik, babam daha gelmemişti. Sokakta bağrışmalar polis arabalarının sesleri duyuluyordu. Annem bizi camdan uzak tutuyor, bembeyaz bir halde sağa sola yürüyordu. Karşı komşumuz Fatoş abla kapıyı çaldı ve bakkal Ali amcanın dükkanında silahla vurulduğunu söyledi. O an ne hissettim tam bilememekle beraber annem koştu, babamın muayenesini aradı. Babam o gün hastaları olduğu için çıkamamış, hala muayenehanedeydi. Ortalığın yatışmasını bekleyeceğini, oyalanacağını söylemiş anneme. En azından babamın evin yakınında olmadığı için rahatladık.

Babam geç saatte eve geldi ve sokaktaki birilerinden durumu öğrenmiş. Silahlı iki kişi bakkala girmiş, para istemiş, Ali amca da vermeyince vurmuşlar. Yalnız mıymış, diye korkuyla babama sordum. Babam “Evet yalnızmış, o çocuk çırak birkaç günlüğüne Merzifon’a gitmiş, Necla Hanım da evdeymiş,” deyince öyle kaldığımı hatırlıyorum.

Bakkal dükkânı bir daha açılamadı, akrabaları işletecek, dediler, onlar da devralmadı, kapandı gitti. Bakkal Ali Amca’yı kimin vurduğu da türlü rivayetler içinde öğrenilemedi. Birileri ülkücüler dedi, birileri solcular. Katiller de sanırım bulunamadı.

Tahmin edeceğiniz üzere İlhan’ı bir daha görmedim, bir süre bakkalın önünden geçerken hayalledim, sonra da unuttum galiba.

Benim ilk aşkım da böylece cinayete kurban gitti.

Özden Karakışla

 

6 Yorum

Yukarı