Karadeniz’in mantığını ifade eden üç şehir; Trabzon, Rize ve Artvin’den ikisine, yani Trabzon ve Rize’ye gidiverdiğimiz kısa bir Doğu Karadeniz seyahati bu yazıda anlatacaklarım.
Başlayalım o vakit…
Sabahın erken saatlerinde “hava yağmurlu mu olacak acaba?” endişesiyle vardığımız Trabzon havaalanından istikametimiz güzel bir Karadeniz kahvaltısı yapmak üzere Altındere Vadisi’nde yer alan Coşandere oldu. Yöre peynirinin tereyağında mısır unu ile birlikte eritilmesinden oluşan “Kuymak” ya da bir diğer adıyla “Mıhlama”, içinde sunulduğu bakır tavalarla sıcak sıcak sofraya geldiğinde bizler, mısır ekmeği eşliğinde tereyağı ve bal ile çoktan kahvaltıya başlamıştık. Sıradaki diğer bir ara sıcak, yumurtanın otlarla karıştırılarak adeta bir omlet görünümünde sunulduğu “Kaygana” idi. Her iki lezzeti de yörenin güzel çaylarıyla buluşturunca ortaya hayal edilemeyecek güzellikte bir Karadeniz kahvaltısı çıktı.
Bu kahvaltıyı terk etmek her ne kadar zor olduysa da sırada büyüleyici Sümela Manastırı vardı. 1800 rakımlı tünelden geçilerek Sümela’ya ulaşıldı. Oraya varmadan önce kaygı yaratan yağmurun hafifçe ve ara ara yağışı Sümela’ya tırmanışımızı müthiş mistik bir havaya soktu bence. Doğanın zaten muhteşem olan kokusunu ve diğer her şeyi duyumsayışımızı kat be kat güçlendirdi bu incecik yağmur. Sıcak bir havada işkenceye dönüşebilecek olan bu tırmanış, İstanbul’dan henüz gelmiş ve böyle bir ortama muhtaç olan bizlere bir lütuftu adeta.
Milattan sonra dördüncü yüzyılda iki keşiş tarafından Meryem Ana adına yapılmasına karar verilen ve Kara Dağ’ın yalçın yamacına temelleri atılan, bundan sonra da yapımı binlerce sene süren bu manastır, Altındere Milli Parkı’nın içerisinde. Manastıra ulaşmak için yürünen patikanın en ilginç yanı merdiven basamakları görevi üstlenen ağaç kökleri ve aralarda eşsiz bir görüntüyle ortaya çıkan manastırın karşıdan görünümü.
Sümela Manastırında yetmiş oda bulunuyor, bunlardan bazıları çile odalarıymış. Duvarlarındaki freskler varoluşu ve Hristiyanlığın tarihçesini resimlerle özetliyor adeta. “Başlangıçta sadece Tanrı vardı; önce cansızlar, sonra bitkiler…” şeklinde başlıyor duvardaki bu hikayeler.
Başka bir patikadan aşağı doğru inerken ise müthiş bir bitki örtüsü, el değmemiş güzellik ve bakir doğa bir daha unutulmamak üzere beynimize yazılıyor. Bu sefer manastır, ağaçların arasından bambaşka güzel bir manzara oluşturuyor. Sümela sanki bir kaçış, hatta kaçıştan da öte kopuş ve sanırım bu seyahatin en unutulmazı…
Sürmene, Of ve Çaykara üzerinden Uzungöl’e varmak üzere çıktığımız yolda öğlen yemeğimiz meşhur Akçaabat köftesiydi. Uzungöl, 1100m rakımlı, ladin ağaçlarıyla çevrili dünya harikası bir yer. Serin bir göl kenarı olması bakımından sıcak ülkelerde yaşamını sürdüren turistlerin fazlaca ilgisini çekmiş görünüyor.
Caminin imamına kızıp kendine tek kişilik cami inşa edecek kadar nev-i şahsına münhasır bir halkın yaşadığı Uzungölde, Trabzon Rum Pontus zamanından kalma Rumca konuşan bir grup da mevcut. Gölün çevresinde yürüyüş yaparken karşılaşmak mümkün bu güzel insanlarla.
Uzungöl’de ahşap oymacılığının hediyelik eşyalara ve oradaki turistik tesislerin iç ve dış duvarlarına yansımasından başka ilginç bir diğer görüntü ise el işçiliği ile üretilen “Tahta Araba” ve yöreyi ziyarete gelen turistlerin bu arabayla yaptıkları çevre gezileri.
Kemençe ve horon eşliğinde yenen akşam yemeği dönüşü fıkralardan fırlamış otel personeli ile geçirilen geceye, yörenin güzel sütleriyle pişirilen Fırın Sütlaçların eklenmesi Doğu Karadeniz turunun en önemli etkinliklerinden birinin yeme-içme olduğunun kanıtı gibi.
İkinci gün 2500 rakıma çıkılarak nefis bir yayla köyü olan Demirkapı Köyü’ne ulaşıldı. Yol boyunca irili ufaklı yayla köyleri müthiş manzaralar oluşturuyordu. Demirkapı’da Türkiye’nin en eski evi, 600 -700 yıllık geçmişi ile son derece etkileyiciydi. Selonun yerinde sadece çay ve kahve ikramı olacağını düşünürken; kıymalı yumurta ile içine tereyağın ve peynirlerin konmasıyla şölene dönüşen Maşinga fırınında pişirilmiş patates, hiç kahvaltı etmemişçesine, tekrar yemek yeme durumuna dönüştürdü grubun yarısından çoğunu. Sıcak kanlı Karadeniz kadının güzel bir örneği olan Kübra’nın el oyalarıyla süslenmiş tülbentleri ise kimimizin saçına örtü, kimimizin boynuna fular oluverdi birdenbire. Dönüş yolu yine uzun bir yayla yürüyüşü idi. Yürüyüşün sonunda iyi bir yemeği hak ettiğimiz düşüncesiyle yörenin en güzel lezzetleriyle buluştuk tekrar.
Otobüsümüze yerleştiğimizde hem dinlenmeye hem de yeni yerler keşfetmeye hazırdık. Ve ilk durak Çamlıhemşin. 1400 nüfuslu küçücük bir yer. Meşhur “100m geride Osmanlı Organik Restaurant” tabelası bu yol üzerinde. Çamlıhemşinliler genelde pastacı ve fırıncı olurmuş. Eskiden çok fakirmişler, bu yüzden zamanında Rusya’ya çalışmaya gitmişler. Rusya’dan öğrenmişler pastacılığı. 1910-15-20”li yıllarda dönüp konaklar inşa etmişler oralardan örnek aldıkları gibi 25-30 odalı. Boş da gelmemişler, Kırımlı teyzeler getirmişler hayatlarını paylaşmaya. Rusya etkisi bu sayede daha sonra da devam etmiş olmalı ki son derece entelektüel insanlar olarak nitelendiriliyorlar.
Rotamızda harika bir çay molası verdiğimiz Kaçkarlardan inen Fırtına Deresi, 1696 Karlofça Anlaşmasından üç yıl önce yapılmış meşhur ‘Taş Köprü” ve Orta çağ kalelerini andıran görüntüsüyle hepimizi büyülemeyi başaran, yediyüz metre yükseklikte “haberleşme kalesi” olarak inşa edilen Zil Kale var. “Anlatılmaz yaşanır” denir ya hani bazı durumlar için, işte oradaki atmosferi ancak bu sözler ifade edebilir. Ne manzarayı ne de kalenin etkileyici ihtişamını anlatabilmek mümkün. Üstelik bütün bunlar yetmezmiş gibi kalenin yanından ayın doğuşuna şahitlik etmek ise, belli ki bizlere bir armağan…
Karadeniz Bölgesine eski Yunanlıların yerleşmelerinden önce “misafir-sevmeyen deniz” anlamında Axenos adı verilmiş. Anadolu’muzun hiçbir yöresine ve insanına yakışmayan, hatta Karadeniz halkınla tam tezat oluşturan bu isim, daha sonraları Euxenos; “misafir seven deniz” olarak değişmiş.
Binyıllar, yüzyıllar boyunca pek çok ünlü kişi doğmuş, büyümüş, yaşamış buralarda. Kendi kendine yeten “Anaerkil” toplum Amazonlar Samsunluymuş mesela, Diyojen ise Trabzonlu. Bunlara en güzel örneklerden biri de 13. ve 14. Yüzyıl sonlarına kadar başkentlik yapmış olan Trabzon’da doğan Kanuni Sultan Süleyman…
Dört yüzün üstünde endemik bitkiye ev sahipliği yapan Doğu Karadeniz Bölgesinin bereketli toprağı pek çok bitkinin de anavatanı. Ortancanın anavatanı Hopa örneğin, Karayemişin de Doğu Karadeniz.
Karadeniz insanının, fabrika ve sanayinin çok az olduğu bu bölgede, tabiatla yaptığı mücadele her köşede fark ediliyor. Fasulye, Lahana, Fındık ve Çay ile geçimlerini sağlamalarından da anlaşılacağı üzere etraf bu sebzelerin tarlalarıyla dolu.
Ayder yaylası yolunda; çayların tam kesildiği zamana denk gelmenin keyfi, yamaçlara yerleşmiş yemyeşil çay tarlalarında yöresel kıyafetleriyle kesim yapan Karadeniz kadınlarının fotoğraf makinelerimize yansımasına sebep oluyor. Her ne kadar aralarında bir iş bölümü olsa da tarlalarda genelde kadınlara rastlanıyor. Çay kesen, kestiğini yüklenip taşıyan kadınlar, turistik amaçla üretilip satılan buzdolabı mıknatıslarında, “Küfe Taşıyan Karadeniz Kadını” imajı ile yer bulurken, “Karadeniz Erkeği” horon tepen ya da kemençe çalan bir görsel imgeyle karşımıza çıkıyor daha sonra yaylada gördüğümüz hediyelik eşya dükkanlarında!
Altı taş sütunlardan, üstü ahşaptan meydana gelen yayla evlerinin altta kalan boş kısmı çay kurutmaya yarıyor. Rize de “Nayla” denen, Trabzon’da “Serender” ismi verilen, sütunlar üzerindeki, ahşap oyma, küçük zarif yapılar ise kiler olarak kullanılıp saklama vazifesi görüyor. Ahşaptan kafes biçiminde delikli olarak yapılan serender veya naylanın bir veya iki çeperi içeriye devamlı hava girmesine sebep olup aynı zamanda kurutma işlemini de yerine getiriyor. Ayder Yaylasında yürüyüş parkuru üzerinde tekerlekler üzerinde duran böyle bir kulübeye rastladığımda Karadeniz insanının fıkralara yansıyan değişik fikirlerinden ortaya çıkmış, hareket kabiliyeti olan bir serender gördüğümü sanıp hem gülmüş hem de bu komik kareyi fotoğraflamıştım. Oysa ki daha sonra internette aşağıdaki yazıya rastlayıp ne kadar yanılmış olduğumu fark ettim:
“Serender (ambar) Dört direk üzerine kurulan naylanın altı tamamen boştur. Dört adet direk üzerinde birer yuvarlak ağaç tekerlek bulunur ve onların üzerine de nayla yerleştirilmiştir. Bu ağaç tekerleklerin sebebi naylaya fare ve diğer zararlıların çıkmasını engellemek içindir. Yine aynı sebeple sabit bir merdivenleri de yoktur. Naylaya çıkılacağı zaman portatif merdiven getirilerek, naylanın merdiven dayamak için özel olarak bırakılan çıkıntısına dayandırılır ve öylece yukarıya çıkılır.”
Yaylalarda ve yaylalar arasındaki yollarda göze çarpan önemli özelliklerden biri evlerin aralarındaki ciddi açıklıktaki mesafeler. Bunun sebebi herkesin kendi bahçesini evinin yanına yapmasıymış. Toprak bol olmadığı için Karadeniz insanı bulduğu toprağa hemen fasulye ve lahana ekermiş. Gerçi Karadenizli komşusu ya da yakınları olanlar bilirler, bunu sadece Karadeniz’de değil, İstanbul gibi batı illerinde, Karadenizli ailelerin yaşadıkları çevre ve evlerde de gözlemek mümkün olabiliyor…
Kültürün canlı olduğu yaylalarda görülen diğer ilginç bir durum ise mezarlıklar olmaması ve herkesin yakınlarını bahçelerine gömüyor olması. İyi midir, kötü müdür, karar vermek çok güç ama; bana sanki yakınlarını yanlarından ve gözlerinin önünden ayırmıyorlarmış gibi bir his yarattı bu gelenekleri, “acaba ayrılık duygusunu biraz olsun hafifletiyor mudur bu durum?” diye aklımdan geçirmeden edemedim doğrusu…
Ortalama 250 gün yağmur yağan bu bölgeye, belki de en az yağış alan mayıs ayında gitmenin şansıyla, tam da tabiatın fışkırdığı, coştuğu bir mevsimde Doğu Karadeniz gerçekten yaşanası bir tecrübe. 1600 metredeki Altıparmak Dağı’nın zirvesi Gelin Tülü Şelalesi ise tabiatın bu mucizesinin en güzel örneklerinden. Mayıs ayında burada olmanın pek çok avantajının yanında tek dezavantajı ise; Hamsi Balığı üzerine “Hamsiname” adında destan bile yazılmış bu bölgeye gelip de mevsiminde hamsili lezzetleri tadamamış olmak. Elbette ki balığın çok önemli olduğu Karadeniz’de hamsi yoksa, alternatif olarak, tatlı su balıklarının mısır unuyla tereyağında kızartılmış lezzetini tatmak da mümkün. Biz de Ayder Yaylası dönüşü buluştuk bu lezzetle; üstelik mevsimi olmasa da Hamsili Pilav, Çayeli Kuru Fasulyesi ve en sonunda adından şekerli olduğu anlaşılmasa da harika bir tatlı olan Laz Böreği ilaveleriyle…
Mülayim insanlarıyla meşhur Yomra, kolbastı ve horoz dövüşü ile ünlü Faroz, mafyavari Arsin, hırsızlarıyla meşhur Araklı, bıçaklarıyla ünlü Sürmene, bambaşka bir cumhuriyet olarak adlandırılan Of…
Ve işte son olarak horonu ile meşhur iki büyük şehir Rize ve Trabzon:
Gerçek Rize dağların arasına serpiştirilmiş, ama Cumhuriyet döneminden sonra Ekrem Orhon (dönemin belediye başkanı) “Deniz’i kara karayı deniz yapma” sloganı ile başa gelip, Deniz’i doldurarak kurmuş yeni Rize’yi. Çay o kadar önemli ki Rize’de, Çay Müzesi bile var burada. Zihni Derin buraya çayı getirmiş, o da çok önemli biri bu yüzden. Rize bezi çok meşhur ayrıca; enine çizgili ve koyu kırmızının hâkim olduğu güzel bir dokuma. Buradaki hanımlar “Kuş Puni (kuş yuvası) denilen bir şekilde eşarp bağlıyorlar kenarları boncukla bezenmiş tülbentlerden.
Termal yataklar var ayrıca Rize’de, Ayder bunlardan biri mesela… Dünyanın en yaşlı dağları; Kaçkar’ın arkalarındaki Uzundağlar Alpler’in devamıymış. Ve de volkanik dağlarmış bunlar. Lav püskürtünce irtifa kaybeden bu dağlar Karagöl gibi gölleri oluşturmuş zaman içerisinde.
Öğrendiğimize göre bütün Karadeniz’de yaşayanlara Laz denmezmiş. Gerçek Lazlar sadece Artvin Arhavi’den başlayıp Rize İkizdere’ye kadar bölgede yaşarlarmış ki, bu insanlar yüzde yüz lazmış; Pazar, Arhavi, Hopa, Ardeşen, bir de Fındıklı’da çoklukla yaşarlarmış.
Mutlaka eklemek istediğim bir diğer gözlem ise; Rize Sporun mavi-yeşil renklerinin gerçekten buradaki mavi deniz ve yeşil dağların renklerine çok uygun olduğu.
Son durak bordo-mavi renklerini Sümela Manastırı’ndaki Meryem Ana kıyafetlerinden alan Trabzon… Masa anlamına gelen Trapezos ilk adıymış Trabzon’un. Miletoslu denizciler kurmuş bu güzel şehri. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından alınmış. Yani İstanbul’dan 25 yıl kadar daha eski topraklarımıza katılışı. Osmanlı gelmeden şarap yolu imiş Trabzon ve şarap bağlarıyla doluymuş her yer. İlk ve son ahmaklar kulübü de burada kurulmuş ayrıca, adına aldanmamak lazım çünkü entelektüel bir kulüpmüş.
Trabzon’dan aklımda kalan Ayasofya Kilisesi, Beton Helva ve Gümüşçüler Çarşısı… Havaalanına gitmeden önce Ayasofya’nın güzel manzarasında bir çay içimi verdiğimiz moladan sonra, İstanbul’a götürmek üzere beton helva alışverişi sırasında oranın meşhur doğal dondurmasından da yemek kısmet oldu. Gelmişken Gümüşçüler Çarşısı’nı görmemek ve Trabzon’a has gümüş işçiliklerinden almamak da olmazdı. “Tel ile yapılan sanat” olan Telkari bilezik ve kolyeler çok güzeldi. İnce altın ya da gümüş tellerle tamamen elde örülen bir metal örgü biçimi “Trabzon İşi” diye de adlandırılan Hasır Örgü sanatı da Kafkaslar Bölgesinden 1900 yılı başlarında Trabzon’a getirilerek yaygınlaştırılan muhteşem bir sanat. Rus İhtilali sırasında Kafkaslardan göç edenler sanatlarını Trabzon’da devam ettirmişler.
Trabzonla ilgili gezip görebileceğimiz yerleri de kısa sürede tamamladıktan sonra bir daha asla hiçbir yerde “hediyelik ekmek’ tabelası göremeyeceğimizden emin olarak, bir sonraki gidiverme dualarımızı etmeye başladığımız dönüş yolumuza koyulduk.
Sümela hiç aklımdan çıkmadı o gün bu gündür. Oradaki kopuş hissini özellikle İstanbul gibi büyük, kalabalık ve yoğun şehirlerde yaşayan herkes tatmalı diyorum… durmayın, fırsatınız varsa gidiverin.
Selda Güleç