Karamürsel’deyim, sabahın erken saatleri, herkes uykuda. Hangi hamarat melekler ütülemişlerse, deniz çarşaf gibi… İki sahil arasında tek bir kırışık yok! Meleklerden biri, sabahın pembe ışıklarından da biraz serpmemiş mi suyun üstüne! Bizim kıyıya bakıyorum, gerçek de, karşı kıyı gerçek mi rüya mı emin değilim, ayrımına varamıyorum. Bildim bileli, denize bakmayı severim; beni benden alır götürür. O anda kendimi hem mutlu, hem şanslı hissediyorum, bu güzelliklere şahit olabildiğim, ayrıca değerinin bilincinde olduğum için. “Dağıyla, deniziyle, rüzgârıyla, yağmuruyla, dört mevsimiyle ne güzel bir ülkem var” diyorum, içimden sevgi dolu sözcükler taşıyor.
Derken o çarşaf denizin üstünde, rüzgâr olmadığı halde, küçücük çırpınmalardan çapları kocaman daireler, dairemsi yüzeyler oluşuyor. Daireler ya da dairemsiler öyle çabuk yer değiştiriyorlar ki, şimdi önümde, şimdi sağda, az ötede ortada, gözle izlenmesi zor, oluşup kayboluyorlar. Bilenlerden duyduğuma göre, Körfez’e büyük balık girmiş olmalıydı. O deminki daireleri çaresizce, can havliyle, kendilerini oradan oraya atan kefal yavruları oluştururlarmış… Onlar da büyüyecekler, kocaman ablalar abiler olacaklar, başkalarına korku salacaklar ama şimdi çok küçükler.
Birden İstinye’yi hatırladım. Orada da tepeden baktığımızda, lüfer akını olduğunu, geceleri ateş böceği gibi ışıkları yanan sandalların Koy’u doldurmalarından anlardık.
İstanbul’un pek çok semtinde yaşama fırsatım oldu, hepsi de birbirinden güzel eski İstanbul semtleri… 1975-85 yılları arasında İstinye’deydik. İskelenin karşısındaki dimdik yokuştan evimizin olduğu düzlüğe çıkılırdı. On daireli küçük bir apartmanda oturuyorduk. Yapılırken, daha henüz iskelet halindeyken, binayı keşfeden eşim, göstermek için beni götürdüğünde, “işe giderken ben her gün bu yokuşu nasıl iner çıkarım” diye satılık olan ikinci katın konumunu yukarıdan görmek için bakmadım bile! Geri döndük.
Eşim inşaatın içine girmiş, tırmanmış, satılık dairenin manzarasını görmüştü. Öylesine etkilenmişti ki, bunu yüzünden okumamak, bana anlatırken sesinde duymamak, olanaksızdı. Biliyordu beni, eve geldiğimizde, “sen yukarı bir çıksan” diyordu, “bir çıksan!” Çıktım tabii… Derme çatma merdivenlerden tırmandığımda, direncim sıfıra inivermişti. Ön tarafta solda Kandilli’ye sağda Rumeli Hisarı’na, arkada Çubuklu’ya kadar Boğaz önüme serilmişti. Gencim, coşku doluyum, enerjim yerinde, o sırada oturduğum evden çalıştığım yere Özel Yıldız Lisesi’ne, yürüyerek aşağı yukarı altı-yedi dakikada ulaştığımı bir anda unutmuş gitmiştim. Yokuş da neymiş ki!
Sonrasında güzel manzaralı daireyi satın alabilmek için olanakları zorlamak, olmayanları oldurmak, bir süre kendimizi sıkmak filan derken, bir baktık, artık İstinyeliyiz.
Aslında evi 1973 yılında almıştık ama taşınmamız, 1975’i bulmuştu ve biz taşınana kadar diğer daire sahipleri çoktan yerlerine yerleşmişlerdi. Acelemiz yoktu, canımız deniz görmek istediğinde, boş eve gidip, balkondaki iki taburenin üstünde termosla getirdiğimiz çayları içip, gelecek güzel günleri hayal ediyorduk.
Yerleştikten kısa bir süre sonra, o zamanki söyleyişle, binanın “iskân müsaadesi” olmadığını öğrendik. E ne var bunda? Başvurulur, gerekli işlem neyse yapılır ve oturma izni alınır… Aklımdayken ve yeri gelmişken komşularımızı da sayayım. Karşımızdaki dairede T.B.M.M. Başkanı Turhan Fevzioğlu’nun genel sekreteri, üst katımızda zamanın Cumhurbaşkanı’nın baş danışmanı oturuyordu. Alt katta oturan Veteriner Fakültesi Dekanını saymıyorum bile… Bugün artık, sorundan sayılmayacak bir pürüz için, o izni alamıyorduk. Binanın kapısı, planda gösterilen yerde değildi. Saydığım komşular bir iki yere telefon ederek işi çözebilecekken, “kimliğimizi böyle bir usulsüzlük için kullanmak bize yakışmaz, hem de hiç!” dediler, “gereken neyse yapılsın” Haklıydılar. Hatırlıyorum da binadan oturanlar ne şaşırdılar, ne itiraz ettiler. Sonradan bayağı bir tadilat dönemi yaşamış, alnımızın akıyla, oturma iznimizi almıştık.
Aradan geçen yıllar, sanki toplumun gözlüklerini de bakış açılarını da değiştirdi. Belki hala geçmişte kalanlar varsa da demeyeyim vardır mutlaka ve onlara “dinozor” gözüyle bakılıyordur.
Bir ay önce Karamürsel’deki komşumun alt katı satıldı. Hemen ardından aşağıdaki gelişmeyi, serpilmeyi görmelisiniz; enine boyuna maşallah! Beş-on metre kare kazanmak uğruna yapılanları insan şaşkınlıkla izliyor. Bakıyoruz ve vardır güvenecek bir yerleri, hiçbir belediye, bu tür uygulamaya izin vermez, diyoruz. Belki de böyle düşünecek hale gelmek, işin en acı tarafı!
Ülkede neler olup bitiyor, haber alabilmek için gazetelere televizyonlara bakıyorsun, yazarlar, çizerler, düşünürler neler yazmışlar, neler anlatmışlar, öğrenmek istiyorsun. Sanatçılar, yani topluma ayna tutanlar… Bazı kanallardaki, yayın organlarındaki gül pembesi yorumları, haberleri izlerken, “bunların anlattıkları doğruysa, peki ben neredeyim?” diye şaşırıyorsun.
Sözünü ettiğim kişiler, yalnızca kendilerinden ve ürettiklerinden değil, içinde yaşadıkları toplumdan da sorumlu olmalılar, topluma olan borçlarını unutmamalı, gördükleri yanlışları söylemelilerdir.
Taa 1924’te Hüseyin Rahmi Gürpınar, yazdığı bir romanda toplumdaki çirkinlikleri göz önüne serdiği için mahkemeye verilmiş, “riya, cehalet, gericilik” için hakikati diri diri gömemem, diye kendini ve eserini savunmuş. “Susarsam, süregelmekte olan toplumsal hastalıklar yayılır, ben de görevimi yapmamış olurum,” demiştir.
Düşününce görüyorsun ki, karar vermek, seçim yapmak pek o kadar kolay değil! Ya “yapmam gereken bu” diyerek bazı şeyleri göğüslemeyi göze alacaksın, ya da “etraf tozpembe, deniz süt liman, ben gemimi yürütmeye bakarım” diyeceksin. Bir de midenin sağlamlığını, her önüne sürüleni yiyip yiyemeyeceğini, göz ardı etmeyeceksin tabii…
Bu yazıyı Cumhuriyet Bayramı’na birkaç gün kala yazıyorum. Cumhuriyetimiz, en büyük değerimiz! Onun için de daha olumlu, daha umutlu, daha aydınlık bakmalıyız. Sapasağlam temeller üzerine kurulmuş Cumhuriyetimiz varken, karamsarlığa gerek yok, demeliyiz.
Ayla özberk