KELEBEK

27 Mart 2024

Görüntülenme Sayısı: 156

Özgürlük ve bireyselliğin simgesi olan, görünüşü ile hayranlık uyandıran kelebekler yaşantımda estetik açıdan çok hoş ama hüzünlü bir duygu yaratır. Özellikle ellili ve altmışlı yıllarda doğanların pek çoğu ilkokul çağında fasulye filizlendirme veya ipek böceği tırtılları besleme gibi etkinliklerde bulunmuştur. Benim kelebekleri tanımam ilkokula başladığım sıralarda odamdaki ceviz gardrobun üst rafına yerleştirdiğim, akşamları ufak yapraklarla beslediğim tırtılların kozadan çıkıp kelebek oluşuyladır. Karanlık ve korunaklı olduğundan gardrobumun üst rafındaydılar. Uçmaya başladıklarında annem “İşte tıpkı bebeğin ayaklanıp yürümesi gibi” demişti. Kısacası bir canlının gelişimine dair deneysel bir eğitimdi ve bu gelişim evrelerini izlemek çok hoşuma gitmişti, belki de mesleğimin ilk tohumları orada atılmıştı. Çocukluğumda evimizin bahçesinde çiçeklere konmuş rengarenk kanatlı kelebekleri hayranlıkla seyrederdim. Çok naif olduğu için hiç ellemezdim, oysa uğur böceğini elime almaya bayılırdım. Ayşegül serisinde, Yapı Kredi’den veya Doğan Kardeş’ten çıkan küçük klasik çocuk kitaplarında ağdan kepçe ile kelebek peşinde koşan çocuk resimleri vardı. Yitirdiğim o kitapları şimdilerde anımsamak aslında zamanın nasıl hızla akıp geçtiğini anımsatıp beni hüzünlendirir. Daha büyük yaşlarımda babamın bir kuzeninin evinde duvara çerçeveli tablo olarak asılmış ölmüş kelebeklerin cam ile paspartu arasındaki iğneye geçirilmiş halleri ise beni dehşete düşürmüştü. Tıpkı avcıların doldurulmuş hayvanları övünerek duvara asmalarına benzetmiştim. Belki de insanların zevk ya da övünmek için başka canlılara nasıl zarar verebileceklerini ilk anladığım zamandı.

Kelebeklerin ağızları yoktur, hortumları vardır. Mor ötesi ışığı görebilirler. Tırtıllar sadece dut ağacı yaprağı yiyerek beslenirler ve üç çift göze, iki ile beş  çift arasında değişen karın bacaklarına sahiptirler. “Kelebeklerin bir günlük ömrü vardır” söylemi ise doğru değildir. Birkaç günden birkaç aya hatta birkaç yıla kadar yaşayabilen kelebek türleri de vardır. Dişi ve erkek kelebekler birbirinden farklı kokulara sahiptir. Dişi olanlar ya kokusuzdur ya da kötü kokarlar ve böylece kuşlara av olmaktan kurtulurlar.

Kelebek uzak doğuda gençliği ve dinamizmi simgeler. Eski Yunan mitolojisinde ise ruhun beden üzerindeki etkisi ve bu etkinin yarattığı büyük değişimleri simgeler. Bana göre ise naif ama aynı zamanda özgür bir ruhu simgeliyor.

Ömer Seyfettin’in “Bahar ve Kelebekler” romanında kadın ruhunda ve davranışlarındaki değişiklikler anlatılır. Willie Heinrich’in “Kelebekler Ağlamaz”  romanında ise savaşın vahşetine karşın umut, sevgi ve insan farklı bir yaklaşımla anlatılır.

Henri Charrière’in “Kelebek” isimli romanı daha sonra film olarak da çevrilmişti. Ben kitabını daha çok sevmiştim. Genellikle önceden okumuşsam o romanın filminde aradığımı bulamam. Kitap ve filmin konusu küçük suçları olan bir adamın haksız bir ceza alarak Güney Amerika’daki Fransız Guyana’sında, Şeytan Adası’na hapsedilmesi ve oradan başka mahkumlarla kaçışıdır. Kelebek kaçışı simgeler. 1973 yılında Franklin J. Schaffner’ın  yönettiği filmde Steve McQueen ve Dustin Hoffman başlıca rolleri paylaşmaktaydı. Bu heyecanlı filmi Valikonağı Caddesi’ndeki artık olmayan güzelim Konak Sineması’nda seyretmiştim.

Son yıllarda seyredip oldukça etkilendiğim, Behçet Necatigil rolünü de üstlenen Yılmaz Erdoğan imzalı “Kelebeğin Rüyası” filmi 1940’lı yılların başında Zonguldak’ta geçer. İki genç şair, Rüştü Onur (Mert Fırat) ve Muzaffer T. Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ) yeni modernleşen kentte memur olarak çalışırlarken sanat ve edebiyat ile iç içe yaşarlar. şiirler yazarlar ve dergilerde yayınlarlar. Filmin kadın kahramanı Mediha (Belçim  Bilgin) ile her ikisi de şiirler yoluyla duygularını paylaşırlar. O dönemi çok iyi yansıtan bir filmdir. Tüberküloz nedeni ile Heybeliada’da sanatoryumda geçen sahneler oldukça etkileyicidir. Filmin müzikleri arasında “Kelebekler Uyandı mı?” parçası çok hoştur.

Çocukluğumda  ünlü “Beyaz Kelebekler” pop müzik orkestrası  vardı. Kabataş Erkek Lisesi’nde okuyan beş genç tarafından kurulmuştu. O zamanlar “Sen Gidince” şarkısını dilime dolamıştım. Bir trafik kazasında grubun bir kısmının vefat etmesi herkes gibi beni de oldukça üzmüştü.

İbrahim Özgür’ün ünlü tangosu “Mavi Kelebek” ise “Temmuz’un on sekizi/ Ağlatsın ikimizi/ Boğazın sularına/ Düşsün mehtabın izi” sözleriyle bana otuz yıl kadar önceki bir on sekiz temmuz anımızı hatırlatır, oldukça romantik olan bu parçayı sözlerine denk düşen bir ortamda dinlemiştik. Şimdilerde bu tangoyu her duyuşumda içimi hüzün kaplar.

Puccini’nin “Madam Butterfly”  adlı opera eseri Amerikalı subay Pinkerton ile  Japon geyşa  Cio Cio arasındaki aşkı anlatmaktadır. Bu aşk kısa sürmüştür ve Pinkerton için geçici bir anı olarak kalmıştır. Cio Cio ise bu ilişkiden  hamiledir. Yıllar sonra tekrar Japonya’ya karısı ile gelen Pinkerton  anneden çocuğunu alır ve Cio Cio intihar eder. Aşkın karmaşıklığı, sadakatsizliğin ve acımasızlığın dayanılmazlığını anlatan bu eser Puccini’nin en ünlü eseridir.

1993 yılında ise “Mösyö Butterfly” David Henry Hwang’ın aynı isimli tiyatro oyunundan yola çıkan yönetmen David Cronenberg tarafından filme alınmıştır.  Jeremy Irons ve John Lane’in oynadığı filmde Çin Devrimi sırasında  Fransız büyükelçi Pekin Operası’ndaki bir erkek sanatçı ile tutkulu bir ilişki yaşamaktadır. Ancak bu aşk her ikisinin de yaşamlarını değiştirecektir.

Leonardo Da Vinci “Lahana Kelebeği” çizimi ile kelebekler dünyasını ölümsüzleştirmiştir. Salvador Dali’nin, eşi Gala’nın ölümünden sonra yaptığı ikiye bölünmüş, yarım kelebeğe benzeyen resmi oldukça ünlüdür. “Kelebek Gemi” isimli tablosunda ise yelkenler bir çok kelebekle kaplıdır. Picasso ise bir tek kelebek resmi çizmiştir ve aile bireylerini temsil edecek şekilde kullanmıştır. Özellikle karısını simgeleyen yeşil elma üzerindeki kelebek oldukça ilginçtir. Bünyamin Balamir ve  Yasemin Latife  Ayaz “Kelebekler” resim serilerindeki renk harmonileriyle kelebeklerin dünyasını bize çok güzel yansıtmışlardır.

Zhuang Tzu düşünde bir kelebek gördü, ama uyandığında düşünde kendisini kelebek olarak gören bir insan mı, yoksa kendisini insan olarak gören kelebek mi olduğunu bilemedi. Taoist bir filozof olan Zhuang Tzu bu distopyayı oluşturması ile ünlendi.

Kelebekler Eski Yunan’da ruhun beden üzerindeki etkisi ve bu etkinin yarattığı değişimleri simgeler. Kelebek ruhun özgürlüğünü, hafifliğini ve zerafetini simgelemektedir. Edward N. Loren, “Kaos Teorisi” nde bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine “Kelebek Etkisi” demiştir.

İstanbul Kelebek Çiftliği, Beykoz’da bir açık hava müzesidir. Konya’da ise “Kelebekler Vadisi” yüze yakın türe ait yirmi bin civarında bitki ve onbeş farklı tür kelebek barındırmaktadır. Erkek kelebeklere ülkemizde “Çayır Esmeri” de denilmektedir, nedeni ise üst kanatlarının koyu kahverengi olmasıdır. Mavi kelebekler ise Bosna Savaşı ve Boşnak halkının acılarının simgesidir, mezarlarda açan ölüm çiçekleri ile beslenen mavi renkli bir kelebek türüdür.

Kelebekler, yaşamlarının çok uzun olmaması mı yoksa uçarlarken çok zarif görünmeleri mi, yoksa o kanatlarının her an kopacakmış gibi narin olması mı diğer yandan da hep algımda bir “özgürlük” simgesi oluşundan mı, bende ikilemli duygular yaratmıştır. Bir yanım “ah çok naifler, onlara zarar vermeyelim, koruyalım” derken hüzünlü ve şefkatli duygularım ön plandadır, oysa  diğer yanım ise “onlar çok güçlü, coşkulu ve özgürler” diyerek bende umut dolu duygular uyandırır. Kelebeklerin nesillerinin hiç tükenmemesi dileğiyle.

Füsun Aygölü

5 Yorum

  1. Ayşın Tolga

    Sevmekten bakmadığım kelebekleri yazınızı okuduktan sonra daha da çok sevdim.En çok da farklı duyguları bir arada yaşattığını farkettiğim için sevdim.Bir taraf da hüzün bir tarafta özgürlüğün verdiği umut.Kaleminize kuvvet yüreğinize sağlık olsun.

Yukarı