1955 yılı. Charlie Parker adeta yere yığılarak hayatını kaybettiğinde henüz 35 yaşındaydı. Doktor ölümünü teyid etmek için geldiğinde raporunda 60 yaşlarında görünen bir adamın öldüğünü teyid etti.
Paul Grimstad isimli caz yazarı Thelonious Monk üzerine yazdığı yazıya bu cümleyle başlıyordu; “Kuş parçalanarak saf sese dönüşmüştü”. Monk gibi bir büyük müzisyeni anlatmak için dahi yazının başında Parker’dan yola çıkıyorsun.
Parker gibi nadide isimlerin müziğini anlamak için elbette caz tarihinde hem ileriye-geriye, hem enine-boyuna yolculuk yapmalısınız. Sadece müzikal olarak tasnif etmek yetmez, sosyo-politik olarak da yaşadığı dönemi anlamak gerekir.
20. yüzyılın entelektüel hayatına caz ancak II. Dünya Savaşından sonra dahil olabildi. Belki de bizzat entelektüel dünyanın içinden çoğu kimse o zamana kadar siyahlardan üstün bir sanat çıkmaz diye düşünüyordu.
Caz tarihinin özellikle Parker gibi ikinci nesil müzisyenleri hayatlarının her zerresini bu müziğin içinde yaşamıştır. Sanatsal bakımdan değilse de adanmışlık bakımından benim için Francisco Goya kadar, Van Gogh kadar tutkulu ve yoksundurlar. Caz 20. yüzyılın saf sanatına Parker kuşağının adanmışlığıyla varabildi. Aksi takdirde caz, Swing salonlarında modası geçmiş bir dans müziğine çoktan dönüşmüştü bile. Parker’ın ismi çevresinde simgeleşen az sayıda öncü isim sayesinde ve devamında Avrupalı müzisyenlerin bu saflığı fark etmesi nedeniyle caz geleceğini kurtarabildi.
Bir yandan dinlediğim Bruch’un keman konçertosu beni bu bakımdan da uyarıyor. Bruch’un müziğindeki artistik ses istifinin güzelliği belli bir noktaya kadar mükemmel etkiliyor ama bir noktadan sonra başka şeylerin eksikliğini hissetmeye başlıyorum. Bunların başında bazen kontrolsüzleşebilen bir adanmışlık geliyor. Yine söylemek zorundayım, Parker gibi isimler sayesinde bugün mesela James Murray gibi müzisyenlerin hâlâ en iyi müzikleri yaptığını biliyoruz.
Bruch’un keman konçertosunun ardından Parker’ın Savoy kayıtlarını dinlemeye başladım. İlk parça ‘Ko-Ko’dan itibaren aklıma Parker’ın neden alto saksofonu tercih ettiği sorusu geldi. Bunun açık bir cevabı var mı bilmiyorum ama tenor saksofona göre daha isyankâr bir ses olan alto saksofon belki bu saf çiğliği nedeniyle Bruch’un konçertosunda olmayan ham bir çığlığa sahipti. Onu saflığı ve kendi çağıyla estetize edebilen biriydi Parker.
Tam o esnada “Parker’s Mood” çalmaya başladı. O alto çığlığını yeniden duydum. Kağıdın üzerinde birer nota olan müzik, eğer ardında olan biteni hissedebilirsek, Parker’ın hayatını anlattığı anlara dönüşüyordu.