İslam Devrimi sonrasında İran’dan kaçmak zorunda kalan üç kız kardeşin, yerleştikleri küçük İrlanda kasabasında yeni bir yaşam kurmak için verdikleri mücadelenin ve bunun yaparken güç aldıkları geleneksel İran yemeklerinin öyküsü…
Orijinal adı: “Pomegranate Soup”
Çeviren: Nejla Özgür
1. Baskı: Ruhun Gıdası Kitaplar, 2016
Yazar: Marsha Mehran İranlı bir yazar. Tahran’da doğdu. Ülkesindeki karışıklar ve rejim değişikliği nedeniyle çok küçük yaşta ailesiyle birlikte önce Arjantin’e, oradan da Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti. Manhattan’da bir pub’da tanıştığı İrlandalı-Amerikalı bir barmen ile evlendi. Amerika’da kalması mümkün olmayınca boşandığı eşinin ülkesi İrlanda’ya yerleşti. Ömrü boyunca ait olabileceği bir yer arayışı içinde olan Marsha Mehran 2014 yılında, 36 yaşındayken, İrlanda’da Lecanvey’de yaşamakta olduğu barakada beden ve akıl sağlığını yitirmiş olarak yalnız öldü. Kısa süren acıklı yaşamına birbirinden güzel romanlar sığdırdı. İlk romanı “Nar Çorbası”, yazar 26 yaşındayken yayınlandı ve on beş dile çevrilip yirmi ülkede basıldı. Kitabın devamı olan Rosewater and Soda Bread (“Gülsuyu ve Sütlü Ekmek”) Marsha’nın yedi kitaptan oluşmasını planladığı bir serinin ikinci kitabıydı. Üçüncü kitap Pistachio Rain (“Şam Fıstığı Yağmuru”) ölümü nedeniyle tamamlanamadı. Seriden bağımsız kitabı The Margaret Thatcher School of Beauty (“Margaret Thatcher Güzellik Okulu”), Mehran’ın ölümünden hemen sonra basıldı.
Göçmenlik zor zanaat
Doğup büyüdüğün, sevip inandığın topraklardan kopmak; tanıdığın dost olduğun insanları kaybetmek; sahip olduğun, o ana dek biriktirdiğin her tür keyiften vazgeçmek; yani gönülsüz göçmen olmak… İnsanın yaşamında başına gelebilecek en zor, en ağır, en acımasız durumlardan birisi herhalde… Hele alışkın olduğu coğrafyadan kopup tam tersi koşulların geçerli olduğu, tamamen farklı bir iklime göçmek zorunda kalmışsa!
İnsanın canı komşusuyla iki üç gün önceki bir dedikodunun devamını yapmak çeker bazen; çocukluğundan beri dinlediği bir türküyü radyoda yeniden duymak ister belki. Ne kadar özen gösterilirse gösterilsin “evdekine” benzeyemeyen tatların yerine annesinin bir çorbasını içmek ister… İşte göçmenlik bunların yokluğu, hatta imkansızlığı yüzünden zor zanaattır ve insanı ezip yok etmesi, en azından manevi olarak öğütüp sistemin dışına atması işten bile değildir. Hatıraların acısını, gelecek korkusunu, azınlıkta kalmanın ezikliğini, acınacak durumda görülmenin mutsuzluğunu aynı anda yaşar göçmenler. Sahip olduğun hemen her şeyi kaybedip gerekli olanlar için yeniden insanüstü bir çaba harcamak zorunda kalmak kolay olmasa gerek. İleride olacaklara dair kaygılar ve tasalar, kim bilir nelerden kaçıp kurtulabilmiş olmanın ferahlığıyla karışır sürekli. Güzel şeylere sanki hiç sıra gelmez; geçek yaşam, “hele bir yerleşip ne olacağı belli olduktan” sonraya ertelenir sürekli.
“Nar Çorbası”, işte böyle bir zorluğu yaşamak zorunda kalan insanların hayata yeniden tutunmalarını ve bunu yaparken ülkelerinin sofra, yemek ve mutfak geleneklerinden güç almalarını anlatıyor. Ama evinden, yurdundan göçmek zorunda kalmış olanlardan genelde beklenen “razı olma”, “boyun eğme”, “vazgeçme” gibi bazı özellikler yok hiç bu öyküde; aksine, dik başlı ama anlayışlı, çok güçlü ama yumuşak, azimli ama uyumlu kişiliklerin izleri var satırlarda. Humeyni rejiminin kıyımlarından kaçarak Batıya sığınan Marjan, Layla ve Bahar Aminpour kardeşlerin İrlanda’da yazarın yarattığı tipik bir kuzey kasabası olan hayali Ballinacroagh’ya yerleşip burada bir İran lokantası açmalarının öyküsü “Nar Çorbası”…
Kız kardeşlerin, damak zevki haşlanmış lahana ve patates püresinin ötesine geçemeyen, dindar ve tutucu insanlarla dolu bu kasabada karşılaştıkları direnci kırmalarının ve kaçmak zorunda kaldıkları ülkelerine dair içlerinde taşıdıkları özlem ve acılarla baş etmeyi öğrenmelerinin öyküsü. İnancın, direncin, hoşgörünün, çalışkanlığın, sevginin ve yaratıcılığın romanı. Ama aslında biraz da güzelim İran mutfağının; tarçın ile kakulenin ve nar ile zencefilin ve tarhun ile gül suyunun…
Ballinacroagh kasabasının kendini bildi bileli yaşayıp alıştığı yeknesak bir yaşam düzeni; belki
de dünyanın her yerindeki benzer kasabalarda olduğu türden kötü niyetli, musibet dedikoducuları; kendini buranın kralı zannederek insanların tepkisizliğini sömüren, ahlak düşkünü bir zengini ve de tüm bunlara karşın, oradaki yaşamı anlamlı kılan birbirinden güzel, iyi niyetli insanları var. Bu soğuk kuzeybatı kasabasında iç ısıtan bir güneydoğu rüzgarı estiriyor Aminpour kardeşler ve bunu özenle hazırlanmış, severek pişirilmiş, içerisinde annelerinden kalma öyküler taşıyan, geldikleri toprakların kokusunu yaşatan yemekler yardımıyla gerçekleştiriyorlar. Böylece hem Ballinacroagh insanlarının hayatını değiştirip renklendiriyorlar hem de bu kasabada yeniden “ev” diyebilecekleri bir sığınak ve “huzur” diyebilecekleri bir yaşam biçimi buluyorlar. Aşk, başarı ve dostluğa aynı anda kavuşmayı beceriyorlar. Ama tabii karşılıklı zorluklar yaşanıp korkular ve acılar çekilmeden değil…
Hafız’ın gül kokan ülkesi İran
Öykünün arka planında, binlerce kilometrelik fiziki mesafeye rağmen sürekli varlığını hissettiren, daha da doğrusu aslında böyle bir öykünün ortaya çıkmasının nedeni olan İran’a bir göz atalım isterseniz…
İran tarih boyunca, dünya uygarlığını derinden etkileyen toplumların yurdu olan bir ülke. Basra Körfezinin kıyısındaki stratejik yerinin de etkisiyle doğudan gelen kültürel etkilerini kendi içerisinde sentezleyerek ve geliştirerek batıya aktaran durumda olmuş hep. İranlılar, Asya’nın içerlerinden buralara göçen ve Avrupa’nın birçok ırkıyla akraba olan bir millet. Ortaçağ’da İslamiyet’in etkisine girene kadar Zerdüşt dininin hakim olduğu bu topraklarda eski çağlardan beri birbirinden güçlü devletler kurulmuş ve birbirinden ilginç hanedanlar bu devletlerin yönetiminde olmuş. Arap, Hint ve Moğol istilaları başta olmak üzere pek çok istila ve Makedonyalılar ve Osmanlılar başta olmak üzere birçok ülkeyle de savaşlar yaşamış İran.
Ülkede tarih öncesi yerleşimlerin ardından ilk güçlü devlet Medler tarafından kurulmuş denilebilir. Perslerin Medlerden sonra kurduğu imparatorluk ise, dünya tarihinde sınırları en geniş imparatorluklardan birisi olma özelliğini elinde tutuyor. Pers İmparatorluğunda Ahameniş Hanedanı hükümdarlarından I. Darius kral iken Batı Asya, Kafkaslar, Balkanların önemli bir bölümü, Karadeniz’in çevresi, Orta Asya, Hindistan’ın İndus Vadisi ve Afrika’nın kuzeyi ülkenin sınırları içerisindeymiş.
Zamanla zayıflayan bu güçlü imparatorluğu Büyük İskender yıkmış ve böylece bölgede Makedon egemenliği başlamış. Ardından İran’da asırlar boyu farklı egemenler hüküm sürmüş; sırasıyla Selefkoslar, Partlar ve Sasaniler gelip geçmiş. Sonra da sıra Müslüman Arap egemenliğine gelmiş ve bugünkü İran oldukça uzun bir dönem Emevi ve Abbasi yönetiminde kalmış. Onları Selçuklular izlemiş; ardından da Timur birçok başka ülke gibi burayı da yağmalayıp bir süreliğine bu topraklara yerleşmiş. Ülkeyi Timur’dan Safeviler kurtarmış denilebilir. Safevi hükümranlığı aşağı yukarı Osmanlı’nın yükselme dönemine denk gelmiş. Bizim tarihimize de Şah İsmail ile yapılan ve İranlıların bir türlü Osmanlıya yenilmediği savaşlarla geçmiş.
Bu dönemin ardından İran tahtı, aralarında Kaçarların da bulunduğu bir dizi farklı hanedanın mekanı olmuş ve 1979’da Humeyni tarafından yıkılana kadar da imparatorluk Pehlevi hanedanının yönetiminde kalmış (ki bu dönemin başlangıcı da tarihte aşağı yukarı Kurtuluş Savaşımız dolaylarına rastlıyor). Şah yanlılarının ülke çıkarlarına aykırı hareket ettiğine dair mevcut olan kanıtlar ve halkın bu yüzden yaşadığı bezginlik, İranlıların sürgündeki dini lider Ayetullah Humeyni’yi coşkuyla desteklemelerine yol açmış. İran İslam Devrimi ülkede sevinçle karşılanan ve içerisinde pek çok umutlar barındıran bir hareket olarak başlamış yani. Şah Rıza Pehlevi’nin ailesiyle birlikte sürgüne gitmesiyle ünlü İran İmparatorluğu sona ermiş. Yerine kurulan yönetim sosyal adalet ve ülke çıkarlarını önde tutma vaatleriyle başlamış yaşamına. Ama devrimin hemen ardından, yüzünü tamamen Batıya kapayarak dünyadan ve çağdaş yaşamdan uzaklaşmayı seçmiş. Yeni rejimin baskıları yüzünden özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlanan İran halkı için yepyeni bir mutsuzluk dönemi başlamış.
İran bugün bir İslam Cumhuriyeti; yaygın mezhep Şiilik. Ülke, dini liderler yani mollalar tarafından, şeraite uygun olarak yönetiliyor. Tarih bitmediğine ve yaşanıp yazılmaya devam ettiğine göre, kim bilir gelecekte bu güzel ülkeyi daha ne maceralar bekliyor. Ama gelecek neler saklarsa saklasın, Humeyni dönemi pek çok İranlının haksız yere yargılandığı ve eziyet gördüğü, bir o kadarının da bu muameleden kurtulmak için yurt dışına kaçtığı bir dönem olarak geçti bile tarihe. “Nar Çorbası” işte bu sosyal çalkantıdan kaçanların, kaçıp haritadaki yerini bile zor bildikleri diyarlara sığınanların öyküsü.
Bir ülkenin tarihi bu denli karmaşık ve renkli olur da orada beslenip büyüyen kültür ve sanat öğeleri zengin hem de çok zengin olmaz mı? İran da bu yüzden oya gibi işlenmiş güzel sanat eserlerinin, incelikli mimarlık anlayışının, edebiyatın ve müziğin ülkesi. Özellikle Şiraz ve İsfahan gibi şairlere ev sahipliği yapmış kentler, dünyanın en güzel kentleri arasına rahatça sayılabilecek nitelikte. Salkım söğütlerin suların üzerine eğildiği nehir kıyıları; Hafız gibi,
Firdevsi ve Sadi gibi, Ömer Hayyam ve hatta Mevlana gibi şair ve düşünürlere ilham kaynağı olmuş gül bahçeleri; geniş caddelerin yanıbaşındaki kaldırım kenarlarında baharda kokusuyla insanı sarhoş eden ulu ipek ağaçları; kocaman ortak yeşil alanlar ve parklar ile bezeli bir ülke İran. İnsanın havada şiir ve sanat solumak için fazla çaba sarf etmesine gerek yok; o güzelim eserleri yaratanlar hala bu kentlerde dolaşıyorlar sanki. Yahya Kemal Beyatlı’nın dizeleriyle anlatmak gerekirse; “Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül var…” ve hala “Yeniden her gün açıyor kanayan rengiyle.” Ve de “Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlıyor / Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.”
İran mutfağına gelince… Söylenmesi gereken ilk özellik, İrlanda mutfağından çok ama pek çok farklı olduğu herhalde! İrlanda’nın neredeyse sadece doymaya yönelik, kıtlık ve açlık korkusunu hala içinde taşıyan soluk mutfağına karşın, İran mutfağı lezzet ve keyfi en az beslenme kadar önemli gören ve topraklarından geçmiş pek çok farklı kültürün izlerini de içinde taşıyan çok renkli, bol kokulu, pek baharatlı bir mutfak… Her iki mutfağın da malzemeleri, doğal olarak, kendi coğrafyasında yetişen ürünler. İrlanda’nın soğuk ve ıslak ikliminde yetişmeyen her türlü bitkinin İran’ın sıcak ve kuru coğrafyasına uygun düştüğü düşünülürse bu farklılık çok doğal. Bu yüzden ikisini kıyaslamak çok doğru olmasa da sanki İran mutfağında, kullanılan malzemenin ötesine geçen bir lezzet, kıvam ve renk var. Bu herhalde dünyanın bu köşesinde insanların yemek olayına asırlardır gösterdiği özel itinadan kaynaklanıyor.
İrlanda’da küçük kasaba yaşantısı
Buna karşılık, İrlanda’da yaşamak asla zor veya keyifsiz bir şey değil. Buradaki güzellikler ve keyifler farklı sadece. İrlandalıları doğru anlayabilmek ve İrlanda’nın tadına varmak için de bu toplumun gerçeklerini bilmekte yarar var tabii. Dinin sürekli sürtüşme nedeni olduğu bir ülke İrlanda; hatta Kuzey/Güney İrlanda diye ikiye bölünmesinin temel nedeni aslında politik veya sosyal olmaktan çok, inanç ayrılığı. Bir tarafta Katolikler hakim; diğer taraf Protestanlar. Herkesin Hıristiyan olması yetmiyor; din yüzünden kavga etmek isteyince insanlar, bu sefer de mezhepler bahane oluyor. Bu yüzden de, İrlandalılar mezheplerini bir kimlik bildirgesi gibi görüyorlar ve koşullarını çok büyük bir hassasiyetle uygulayıp kolluyorlar. Zaten her alanda ilkelerine ve inançlarına çok bağlılıklarıyla tanınan bir millet oldukları için bu duruma şaşmamak gerek. Asırlar boyu başkaları tarafından yönetilmeye çalışılmış, istila edilmiş, sömürülmüş bir topraktan söz ettiğimiz için biraz kendi içlerine kapanarak kendilerini korumaya almış olmaları da çok doğal. Ama aslında belki takdir edilmesi gereken bu özellik, tüm aşırı geleneksel toplumlarda olduğu gibi, “kendilerinden” olmayanı dışlamaları tehlikesini de yaratıyor. Dolayısıyla İrlanda aslında göçmen olarak gitmek için zor bir ülke. Üstelik burada ilginç bir zıtlık da söz konusu. Aslında tarihlerindeki türlü çeşit çalkantıdan ötürü, geçmişte birçok kez İrlandalılar ülkelerini bırakmak zorunda kalmışlar; Amerika başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde hatırı sayılır miktarda göçmen nüfusu oluşturmuşlar. Allahtan her yerde olduğu gibi burada da sağduyunun galip gelmesini sağlayacak birçok aklı başında insan var. İrlandalılar çoğunlukla güler yüzlü, yardımsever, sanatçı ruhlu ve iyi huylu insanlar. Şahsen yaşamamış olsalar bile neredeyse hepsinin bir yakınından dinlediği acıklı bir göçmenlik öyküsü var. Bu yüzden Aminpour kardeşler gibi bu ülkeye yerleşmeye karar veren yabancılara kucak açmaları da çok zor değil.
İran’ın güneşi İrlanda’nın yağmuruyla buluşunca
Marsha Mehran’ın kendi gerçek yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı “Nar Çorbası”nın mekanı, yazar kendisi Avrupa’ya göçtükten sonra burada yaşayıp öldüğü ve dolayısıyla huyunu suyunu çok iyi bildiği için, İrlanda. Anlatacaklarını Ballinacroagh adını verdiği hayali bir kentte kurgulamış Mehran. Bu kent aslında tüm benzer İrlanda kentlerinin bir sentezi ve sembolü gibi ve tabii ki Mehran’ın gerçekte yaşadığı yerden izler taşıyor. Yani romanın otobiyografik özellikleri de mevcut ama “Nar Çorbası”nı başarılı kılan öyküde nelerin gerçek hayattan alındığı değil, anlatılanların geçtiği sosyal ve fiziki dekorun ne kadar gerçek olduğu…
İrlanda’nın kıyı kasabaları soluk ama dingin, pastel ama huzurlu doğa renkleriyle ve bunları tamamlayan masal görüntüsünde evlerle bezeli. Dünyadaki, tüm diğer balıkçı köylerine benziyorlar aslında; denizle koyun koyuna yaşıyorlar. Yemyeşil ve çok yağmurlu ve hep ıslaklar… İklimden ötürü kasvetli olmaları çok kolay; Ortadoğu’nun kızgın güneşine benzer bir şeye burada rastlamak çok zor. Yine de Mehran’ın anlattığı hayali küçücük kentin havası, tüm roman boyunca kasvetli olmaktan çok belki biraz hüzünlü ama daha çok huzurlu olmayı başarıyor. İrlanda bir mitoloji ve efsaneler ülkesi ne de olsa. Dolayısıyla ortamdaki sisi, pusu, karanlığı peri masallarından çıkmış her şeyi sarmalayan bir tül olarak algılamak hiç de zor olmuyor.
Kısacası minik İrlanda kentlerinin kendilerine özgü hiç beklenmedik renkleri tabii var ve çok da güzeller ama bu renkler ve çağrıştırdıkları kokular asla İran coğrafyasının nar kırmızıları ve safran sarıları veya baharat ve gül suyu aromaları değil. Kendilerini bildiklerinden beri insanın ruhunu gıdıklayıp kanını kaynatan bu renkleri Aminpour kardeşler getiriyorlar “Nar Çorbası” kitabında İrlanda’ya. Tıpkı kasabanın et, hayvani yağ ve patates ağırlıklı tipik İrlandalı sofralarına otların, baharatların ve baştan çıkartıcı meyvelerin tadını ve kokusunu getirdikleri gibi. Sanki yeni ülkelerindeki renklerin üzerini bir fırçayla temizleyip soluk kalmış parıltılarını ortaya çıkarıyorlar.
Sevgi ve özenle pişirilen yemek ruha devadır
“Nar Çorbası”nda, sadece sunduğu lezzetlerle değil isminden dekoruna kadar bütün özellikleriyle soğuk bir Kuzey ülkesine Ortadoğu’dan sımsıcak bir esinti getiren “Babylon Cafe”de pişen yemekler aslında hiç süslü, karışık veya duyulmamış şeyler değil. Tersine kitapta Aminpour’lar yeni evlerinde, memleketlerinde insanların kendilerini bildiklerinden beri yiyip içtikleri çok bilinen tatları pişirip kotarıp Ballinacroagh sakinlerinin önüne koyuyorlar… Ama bu yemeklerin hepsi, içlerinde tatlarının sebebi olan yüzlerce yıllık bir deneyim ve birikimi ve yeryüzünde her türlü yiyeceğin gerçek lezzet nedeni olan sevgi ve özeni barındırıyor. Dolmalar, turşular, kuzu butları, çilavlar, ayranlar, lavaş ekmekleri, şerbetler, taze demlenmiş türlü çeşit çaylar, baklavalar, mercimek çorbaları kokuları ve tatlarıyla şenlendiriyor minik kasabayı. Ve üç kız kardeşten aşçılığı en fazla üstlenmiş olan Marjan Aminpour bu yemekler için gerekli sebzeleri, otları ve baharatları herhangi bir marketten almak yerine, mümkün olabildiğince Ballinacroagh’da, kendi arka bahçesinde yetiştiriyor.
Gelin tariflerin arasından hem en ilginç hem de çağrışımları en bol olana, kitaba ismini veren çorbaya bakalım:
Nar çorbası
Birçok ortak özelliğe sahip olan Türk ve İran mutfaklarında kebaptan pilava, çaydan ayrana kadar pek çok ortak yiyecek ve içecek var. Ama nar çorbası bu ortak yemeklerden biri değil; çok daha İran’a özgü bir tat…
Bu yemeğin özelliklerini anlatırken Marsha Mehran, nar çorbasının lezzet için ilhamını tamamen nardan aldığını söylüyor ve “piştiğinde parıltılı bir eflatun renk alan nar suyu, et suyuna ekşi-tatlı bir lezzet verir ve genelde bir ana yemek değil de bir iştah açıcı olarak sevilir,” diyor. Öyküde mutfağın kraliçesi olan Marjan’a göreyse, “zıt lezzetleri bu denli uyumla dengeleyen başka bir lezzet yoktur.”
Malzemeler (6 kişilik)
2 büyük soğan, doğranmış
2 çorba kaşığı zeytinyağı
½ su bardağı kırık kuru bezelye
¾ su bardağı pirinç
1 çay kaşığı tuz
½ çay kaşığı toz karabiber
1 çay kaşığı zerdeçal
2 su bardağı bardak ekşi nar suyu
6 su bardağı et suyu
3 demet taze maydanoz, kıyılmış
2 demet taze kişniş, kıyılmış
¼ demet taze nane, kıyılmış
½ demet taze soğan, kıyılmış
500 gr kuzu kıyması
1 çorba kaşığı şeker
2 çorba kaşığı limon suyu
Hazırlanışı
Soğanları, büyük bir tencerede sararıncaya kadar zeytinyağı ile kavurun. Kırık bezelye, pirinç, tuz, karabiber, zerdeçal ve nar suyunu ekleyip iyice karıştırın. Bu karışıma et suyunu edin ve kaynayıncaya kadar karıştırmaya devam edin. Kaynamaya başladığında altını kısın ve tencerenin kapağı kapalı halde 30 dakika pişirin.
Maydanoz, kişniş, nane ve taze soğanı ilave edin; kısık ateşte 15 dakika daha pişirin.
Kuzu kıymasından orta büyüklükte toplar yapın. Kıyma toplarını, şekeri ve limon suyunu ekleyin ve tencerenin kapağı kapalı olarak 45 dakika boyunca kısık ateşte pişirin.
Notlar
– İran narın anavatanıdır. Sadece bu ülkenin değil tüm Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun kültür sembollerinden birisi olan narın bereketin sembolü olduğuna inanılır. Bu bölge ülkelerinin hepsinin mutfağında önemli yeri vardır.
– Bu tarifte kuru otlar veya baharatlar yerine, otların tazeleri tercih edilmiş. Kişniş ve nanenin tazesini bulamazsanız uygun miktarda kuru nane ve toz kişniş kullanabilirsiniz.
– Kullanılan maydanoz, kişniş, nane ve soğan miktarını damak zevkinize göre azaltabilirsiniz.
– Çorbayı et suyu yerine sade suyla da yapabilirsiniz.
– Veya bence, eğer et suyuyla yapıyorsanız, içine kıyma toplarını koymadan da pişirebilirsiniz.
– Kitaptaki tarifi, her zaman olduğu gibi, biraz oynayıp değiştirdiğimi yine itiraf ediyorum!
Afiyet olsun…
Güzin Yalın