Çocukluğumun ilk beş yılı, anne ve babamın işleri nedeniyle, İstanbul’un Anadolu yakasında, o zamanlar bir sayfiye mekanı olan Küçükyalı’da, küçük bir sahil evinde geçti. Evin bahçesi çok büyüktü, akşam sefaları, güller ve ortancalarla dolu bir bahçeydi. Daha sonra Avrupa yakasına geçtiğimizde, yerleştiğimiz semtte evler bitişik nizamdı ve çocukluğumun en hoş anıları Harbiye–Maçka Parkı’nda geçmişti, bazen annemin bir arkadaşı ve onun yaşıtım çocuğu ile okul çıkışı parkta buluşmak ve açık alanda oynamak çok eğlenceliydi. Bu parkta o zamanlar şimdiki gibi salıncak vb. şeyler yoktu, kediler ise bu kadar göze batmazdı. Benim için parkın anlamı sevdiğim bir arkadaşımla sokağımız dışında daha geniş bir alanda oyun oynamaktı. Çünkü zaten sokak arasında veya dar da olsa evin arka bahçesinde komşu çocukları Alis, Rita ve Hermine ile seksek veya evcilik oynardık. Parka daha çok bahar aylarında giderdik, yaz aylarında ise eğer şehirdeysek ve sirk gelmişse önce mutlaka parkta oyalanıp sonrasında Küçükçiftlik Parkı’ndaki sirke giderdik. Parklara olan ilgim büyüdüğümde de devam etti. İş yerim evimden uzaktaydı. Bahar aylarında en azından Taksim’e kadar yirmi, yirmibeş dakikada yürüyerek, Gezi Parkı’nın içinden yeni tomurcuklanan çiçeklere bakarak, sabah müziği olarak kuş cıvıltılarını dinleyerek ve içimde o baharın coşkusunu duyumsayarak gider, sonrasında ise dolmuşla yoluma devam eder ve işe mutlulukla başlardım. Çocukluğumda Gezi Parkı’nın karşısında amcamlar otururdu ve onlara uğradığımızda pencereden karşılarındaki minik koruya bakmak, daldan dala uçuşan serçeleri izlemek çok hoşuma giderdi.
Doksanlı yılların sonlarında, sokak çocukları ile ilgili bir görevlendirmede Taksim Gezi Parkı’nın gece yaşanan bambaşka bir yüzünü gördüm. Evsiz, tiner kullanan sokak çocuklarının toplandığı yerlerden biriydi burası ve kırklı yaşlarıma kadar gündüzleri bir vaha gibi gördüğüm park geceleri çaresiz, umutsuz ve küçük yaşlarında sıradışı yaşamların da tanığıydı. Bu çocuklar geçici olarak da olsa ilgili kurumlara götürülmek üzere ikna ediliyordu. Ekibimizde sosyal hizmet uzmanı, emniyetten bir kişi, psikiyatrist arkadaşım ve psikolog olarak ben vardım. Bu gece çalışmaları bana acımasız dünyanın parklarda da yaşanabildiğini göstermişti. Oysa çocukluğumda bu parkın içinde her tarafı camdan yapılmış bir gazino vardı ve hayallerimdeki yeri bambaşkaydı.
Şimdilerde ise, özellikle pandemiden beri parklara kaçmak benim için nefes almak kadar değerli. Evime en yakın ve sakin parklardan birisi olan, Akaretler yokuşunun ortasındaki Şairler Parkı çok hoşuma giden bir mekan. Bu parkın en önemli özelliği pek çok sanatçının heykellerinin olması, adeta bir açık hava müzesi izlenimi vermesi. Bana Paris’teki Camille Claudel ve Rodin’in müzesinin açık hava kısmını anımsatıyor. Kapıda sizi Beşiktaş’ın efsane başkanı Süleyman Seba karşılıyor. İçeride Ataol Behramoğlu, Melih Cevdet, Neyzen Tevfik, Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret Aksal, Alaaddin Yavaşça, Şair Nigar gibi ünlü sanatçının heykelleri var. Bir şehrin saygınlığı, o şehrin kültürüne emek vermiş yaratıcılara verilen değer ile orantılıdır diye düşünürüm. Bu parkın önemli bir özelliği de inci dizisi gibi sıralanan tarihi akaretler evlerinin arka kısmını ve ağaçların arasından minik bir göl gibi denizin bir bölümünü görmesi. Özellikle kışın, soğuğa rağmen bir banka oturup heykelleri izlemek, kargaların konuşmalarına kulak kabartmak, kedilerin bağımsızlığını gözlemek ve yoğun şehir keşmekeşinden uzaklaşmak için ideal bir mekan. Hemen biraz yukarısında kaykaycı çocukların marifetlerini gösterdiği İnönü Parkı’na geçmek, biraz da orada dinlenmek mümkün. Birkaç adım daha atıp genişliği nedeniyle yürüyüş için en uygun parka, Maçka Demokrasi Parkı’na ulaşabiliriz. Bu parkın yürüyüş parkuru çok inişli çıkışlı olsa da yorulunca dinlenecek bankların olması çok güzel. Ancak çok bakımlı olduğunu söylemek zor. Hem parka gelenler temiz tutmuyor, hem de sürekli bir bakım olsa da galiba yeterli olmuyor. Özellikle kediseverlerin yaptığı “kedikondu”lar parkın güzelliğinde sırıtıyor. Bu kedi yuvaları belediye ile anlaşılıp belli bir estetik içinde yapılsa ne kadar hoş olur. Eğer şehrin keşmekeşine girmek istemiyorsanız park içinden bir köprüyle Kadırgalar Yokuşu’nun üzerinden geçip Taksime kadar ağaçlıklı ve ıssız yollardan ulaşabiliyor. Bu parkurda, eski Pasteur Hastanesi’nin yanındaki minik parka oradan da yine ufak bir köprü ile Taksim Gezi Parkı’na ulaşıp ağaçlar ve doğa ile başbaşa kalarak yaklaşık bir birbuçuk saatlik bir yürüyüş yapılabiliyor. Yıllarca evimin ve iş yerimin dibindeki, kentin gürültüsü ve keşmekeşiyle tezat oluşturan bu sessizliğin uzun uzun tadını çıkarmak için emekliliğime kadar vakit bulamamış olmam beni üzer.
Bu arada, özellikle seksenli yıllarda müzik konserlerinin yapıldığı, Turing’in restore ettiği Ihlamur Kasrı da anılarımda özel bir yerdedir. Nedense Gülhane Parkı’na dair anım hemen hemen hiç yok gibidir, galiba bir kez ilkokulda oraya hayvanat bahçesini gezmeye gitmiştik ancak beni pek cezbetmemişti.
Yazları Kuzey Ege tarafındaysanız bu bölgedeki kasabaların hemen her mahallesinde ağaçlarla kaplı yeşil bir alana, heykellerle ve çeşit çeşit kuşlarla ve çiçeklerle renkli parklara rastlayabilirsiniz. Sabah yürüyüşlerimi bu parklarla deniz arasında yapıyorum. Özellikle evimin önüne, denizle aramıza yeni yapılan parkın, yüzmek için yeşil bir alandan, çimlerin üzerinden ve ağaçların arasından geçip kumsala ulaşma olanağı vermesi de bir ayrıcalık olsa gerek. Evimizin hemen arkasında ise çam ağaçlarıyla kaplı bir küçük park daha var, alışverişe giderken bazen soluklanıp kocaman çamların gölgesinde serinlemek, hayatı yavaşlatmak için bence çok elverişli.
Çocukluğumun en önemli anıları arasında İzmir’in Kültürpark’ı vardır. 1922 İzmir yangınında kül olan geniş bir alan üzerine 1936’da kurulan Kültürpark paraşüt kulesi, hayvanat bahçesi, saat kulesi ve arkeoloji müzesi ile ünlüdür. Duvarlarla çevrili parka beş farklı kapıdan girmek mümkündür. Çocukken ve ilk genlik yıllarımda eğer Ağustos sonu veya Eylül başı İzmir’de isek mutlaka İzmir Enternasyonal Fuarı için Kültürpark’a uğrar, yabancı ülkelerin sanayi ve folklorik ürünlerinin sergilendiği pavyonları gezerdik. Yorulunca bir banka oturur, bunaltıcı sıcak İzmir gecelerinde şıra içerek serinlemeye çalışırdık. Ayrıca o yıllarda açık hava gazinolarında o dönemin ünlü müzisyenlerinin birbiri ardı sıra sahne aldığı açık hava gazinoları vardı. Günümüzde uzmanlık fuarlarının giderek önem kazanmasıyla İzmir Enternasyonel Fuarı’nın eski şöhreti ne yazık ki kalmadı.
Daha çok kışları gittiğim Ankara’nın Gençlik Parkı 1936 da yapılmış eski bir parktır ve benim gençlik anılarım arasındadır. Oradaki gölette bindiğim kayıkla yaptığım gezinti o zamanlar oldukça ilginç gelmişti. Kuğulu Park ise orta yaşlarımda Ankara’ya kısa süre için gittiğim zamanlarda otelime yakın olduğundan, kışın soğuk günlerinde Ankara’nın bürokratik havasından kısa süreli de olsa kurtulup havuzda gezen bembeyaz kuğuları seyredip, hayaller kurduğum hoş bir parktır.
Yurt dışında beni en çok etkileyen park ise Paris’in göbeğindeki “Jardin du Luxembourg” dur. Paris’i yaya gezenlerin çok rahat dinlenebileceği, aralarında Rodin’in heykellerinden birinin de olduğu pek çok heykelle çevrili, içinde ünlü Medicis Çesmesi’nin de olduğu 23 hektarlık yüzölçümüne sahip olan parkın etrafı başta Sorbonne Üniversitesi olmak üzere pek çok okul ile çevrilidir. Bu nedenle parkta yaşlı ve çocukların yanısıra öğrencilerle de karşılaşırsınız. Paris’te uzun bir yürüyüşün ardından öğle saatlerinde soluklanmak için parkın sayısız metal sandalyelerinden birine oturup, bir kafede baget ekmeğin arasına kaşar jambon koydurup yanında minik bir içecek ile havuzda çocukların ufak sopaları itekleyerek yarıştırdıkları maket yelkenlileri seyretmek bende yaşama sevinci yaratır. Parkın tarihi oldukça eskilere dayanmakta. Kraliçe Marie De Medicis’in Louvre Sarayı’nda sıkılması nedeniyle Salomon De Brosse adlı mimar tarafından kraliyet ailesinin ikâmetgahı olarak 1612 – 1625 yılları arasında inşa edilen Luxembourg Sarayı’nın bahçesidir. Saray Fransız İhtilali sırasında hapishane olarak kullanılmıştır. 1800’lerde ise Napoleon Bonaparte sarayı restore ettirerek ilk kez senatörlerini yerleştirmiştir ve günümüze kadar senato olarak kullanılagelmiştir. Saray İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin karargahı olarak kullanılmıştır.
“Jardin du Luxembourg” şarkılara da konu olmuştur. Joe Dassin yetmişli yıllara ait “Le jardin du Luxembourg” adlı şarkısında “Uzun zamandır gelmemiştim/ Koşturan çocuklar, düşen yapraklar/ Mezun olduklarını hayal eden öğrenciler/ Öğrenimlerine yeniden başladıklarını hayal eden öğretmenler/ Güzün önlerine serdiği kırmızı halıda sessizce ilerleyen aşıklar/ Ve ben, yalnızım, biraz üşüyorum./ Aşksız bir gün daha/ Hayatımdan bir gün daha/ Luxembourg yaşlanmış/ O mu yoksa ben mi? Bilmiyorum.” diyerek yıllar önce yitirdiği aşkın izini pişmanlık içerisinde Luxembourg Bahçesi’nde sürer.
Londra’daki “Hyde Park” ise daha eskidir ve o da Buckingham Sarayı’nın dibindedir. Kral VIII. Henry tarafından 1536 yılında kralın özel av alanı olarak satın alınmıştır.1637 yılında ise I. Charles burasını park olarak halka açmıştır. Londra’nın en eski parklarındandır ve 1851’de ünlü “Great Exibition” burada açılmıştır. Senede 4.5 milyon kişinin bu parktan geçtiği tahmin edilmektedir. Parkın bir köşesinde isteyenlerin nutuk atabileceği meşhur kürsü İngiltere’nin meşrutiyete geçişinin yani yarı demokrasi oluşunun simgesidir. “Hyde Park”ın etrafında Doğa Müzesi, Bilim Müzesi ve benim için çok kıymetli Sharlock Holmes Müzesi gibi pek çok müze ve kültürel etkinlik alanları vardır. Parkı yıllar önce Mayıs başlarında annemle hem de anneler gününde çok hoş sohbet ederek dolaşmıştık. Ne yazık ki, zaman çok hızlı geçiyor, kaybettiklerimizi, onlarla yaşadığımız mutlu anları, yüreğimizde hala canlı duygularla ve zihnimizde yer etmiş fotoğraflarla anabiliyoruz.
Şehirlerin yerleşik kültürü ve oksijen kaynağı olan parklarla ilgili çok sevdiğim eski bir film vardır. 1967 yapımı “Barefoot in the Park” yani “Çıplak Ayakla Parkta” filminde Jane Fonda ve Robert Redford oynamaktadır. Film birbirini tutkuyla sevip evlenen ama farklı karekterlerde olan ve New York’ta, Central Park’a bakan sıradışı minik bir çatı katında yaşayan bir çiftin hikayesi anlatılır. Çatışmalı bir evlilik ilişkisinde sakin yaşamı tercih eden kocanın parka gidip çıplak ayakla yürüyüp çözümler araması ilginçtir.
Georges Seurat’nın park resimleri izlenimci akımın en değişik örneklerindendir. 1800 lü yıllarda Seine nehri kıyılarındaki parklarda gezinen şapkalı, uzun şemsiyeleri ile güneşten korunan uzun etekli Fransız kadınların albenileri oldukça yüksektir.
Parkların yaşantımda ve anılarımda yerleri çoğalarak devam edecek, üç yıl boyunca pandemi nedeniyle izole yaşamanın bana tek kazanımı sakin parkları keşfedip şehrin gürültülü yapısından ne kadar yorulduğumu fark etmemdi. Bazen parklarda yürürken kendimi zamanın hızlı akışına kaptırıp yılların çok çabuk geçtiğini fark edemediğimi düşünürüm. Son yıllarda yalnızlığımın çoğaldığını duyumsasam da içimdeki hüzün bana ve yaratıcılığıma daima destek olmuştur.
Füsun Aygölü