Pencereler

12 Şubat 2024

Deniz değil de sanki bir atlas çarşaf serilmiş, uçsuz bucaksız… Masmavi gökyüzüne serpiştirilmiş beyazlı, pembeli puf puf bulutlar… O zaman iki gün öncesine kadar yaptıkların neydi diye sormak hakkımız değil mi? Kime? Elbette denize değil, onu gemiler batıracak, canlar alacak hale getiren fırtınaya tabii. Fırtına öyle öfkeliydi ki, önüne çıkan insandı, evdi, ağaçtı, kuştu, bahçeydi, kediydi, köpekti demeden dövüyor, oradan oraya savuruyordu. Yetmedi, hızını alamayıp yağmurla birleşip ıslatıp ıslatıp dövüyordu, daha çok acıtmak istercesine…

Bugün hepsi unutulmuş; sanki Tevfik Fikret’in dediği gibi, “Bir çocuk ruhu kadar pür nisyan.” İki yunus, karşı kıyıya daha yakın, şakalaşıp oynaşıp sanırım İzmit Körfezi’ne doğru gidiyor.

Balıkçıllara ne diyeyim, bilmem ki! Kısa bir süre önce Körfez’in orta yerinde veda töreni düzenleyip beni hüzünlendiren onlar değilmiş gibi, şen şakrak, hepsi bir aradalar, gitmemişler. Son yıllara kadar iki üç tanesi gitmez, burada balıkçı barınağında yuvalanırlar, ben de onlara bakar, bir tuhaf olurdum. Sanırım bu yıl akıllanmışlar, “buradan daha iyi yer mi bulacağız, gitmeyelim artık” diye bir karara varmışlar. En azından şimdilik öyle görünüyorlar. En babaçlarından, en planör kanatlılarından tutun da en yavrulara kadar hepsi deniz yüzeyine yakın, sürüler halinde uçuşuyorlar.

     Çalan kapıya bakmak için yerimden kalkarken, içimden, “keşke” diyorum, “keşke hayat hep bu pencerenin bana gösterdiği gibi olsa!”

Komşum gazetemi getirmişti. İşte şimdi hayatın bir başka penceresi açılacaktı. Bu pencereden bakıldığında, neler göreceğimi de biliyordum. Unutmak mümkün olabilir miydi? Daha akşam haberlerinde ekranda yüzlerine bakamadığım, yirmili yaşlarının başında 12 tane genç, yan yana, gazetenin ilk sayfasında. Öyle söyleniyor, “kanları yerde kalmamış”, kalıplaşmış anlatım şeklidir ya! Kanları yerde kalmayınca, o gidenler, sevdiklerine ailelerine geri dönerler mi?

Öte yandan, Gazze’de ölenlerin sayısı 21 bine yaklaşmış, yaralananlarınki 50 bini aşmış. Aslında bu koca koca rakamlarla, çarpma, bölme, toplama, çıkartma yani dört işlem çalışması yapmıyoruz, bunlar kaybolan canlar…

Belki görmek istemesen de bir başka pencerede hiç gülmeyen yüzler, acı acı konuşan insanlar var. Bugünün koşullarında satın alma gücü çok az olan 3-5 bin lira için umutsuzca bekleşen insanlar… Öyle de çoklar ki, görmemek mümkün değil! Eğer biraz empati kurabiliyorsan, o insanların yüzlerindeki çizgilerin, gözlerine yerleşmiş umutsuzluğun anlamını yüreğinin ta derinlerinde hissedersin.

Çok yaşlı bir emekli öğretmenim. İnsanlık, 2. Dünya Savaşı felaketini yaşarken doğmuşum. Savaşa girmesek de o yılların Türkiye’sini yaşamışım, ardından gelen onca yokluk yıllarını… Meğerse onlar yokluk yılları değilmiş. Hiçbir zaman bu kadar hüzünlü, bu kadar umutsuz, bu kadar zor şartlarda yaşayanlar topluluğu haline gelmemiştik.

  Son günlerde pek çok kişi, sağlıklarını düzeltmek amacıyla, hastane, doktor, ilaç peşinde koşup çaba sarf etmektense, ulaşamayacağını bildiği için boynunu büküp sonunu beklemeyi tercih ediyor. Geçenlerde televizyonda içinde süt olmayan peynir nasıl yapılır, onu anlatıyorlardı. Yanlış anlaşılmasın, hile yapmak için değil, nefislerini köreltip, kendilerini peynir yemiş gibi hissetsinler, diye… En ucuz esnaf lokantaları, pişirdikleri en ucuz çorbayı bile içecek müşteri bulamadıklarından art arda kapanırken, bir de günler öncesinden rezervasyon yapılan, birkaç asgari ücret karşılığı bir akşam yemeği yenen yerler de var elbette.

Şimdi aklıma Orta çağ Avrupa’sında Boccaccio’nun yazdığı Dekameron Hikayeleri geliyor. Hatta zamanında açık saçık bulunmuş. Dediğim gibi Orta çağ, kilisenin kapkara hakimiyeti, toplum, soylular ve halk diye ayrışmış yanısıra veba kol geziyor, tüm kıtada hasat yapıyor. İşte hikayelerin geçtiği bu ortamda, bir avuç soylu ( yalnızca anaları babaları kont, kontes bilmem kim oldukları için, yoksa insan denen canlılar olarak, anatomik yapıları bakımından, diğerleriyle birebir aynı olan kişiler) veba bulaşmasın diye, etekleri sefil halka değmesin diye, bir şatoya sığınır, kendilerini korumaya alırlar. Dekameron Hikâyeleri de o şatoda yaşananları anlatır. İnsanın canı sıkkın olduğunda, aklına gelenlere bak!

Hissettiklerimi, çevreme baktığımda gördüklerimi dostlarım da gördüğü için herhalde, son günlerde güne başlarken gelen, kuşlu, çiçekli, böcekli, güzel melodiler yüklenmiş, “günaydın mesajları”, olumlamalar, dilekler çok arttı. E. Kant, hayatın zorluklarına karşı dayanma gücü veren üç şeyden biri de umuttur, der. Belki bizler de, “ola ki bir faydası olur” umuduyla, onlara sığınıyoruz, bol bol paylaşıyoruz.

Kendimi zorluyorum, yeni bir yılın başındayız, diyorum, umutlan, aç gözünü güzellikleri bul ve gör, diyorum. Müzmin umutsuzlardan biri olarak, küçük bir ışığı izliyorum, görmeğe çalışıyorum. “Unutma” diyorum kendime, “gençler başka” diyorum, “onlar yeni ufuklara yeni pencereler açar, buna inanmak zorundasın” diyorum. “Unuttun mu, eskiden beri hep böyle olmuştur” diye kendimi inandırmaya çalışıyorum. İnanmak istiyorum.

Ayla Özberk

Yukarı