Sözlerin Ağırlığı

20 Nisan 2021

Görüntülenme Sayısı: 38

Son zamanlarda okuduğum, çok beğendiğim bir kitaptan söz etmek istiyorum; Pascal Mercier (Peter Bieri)’nin yazdığı “Sözlerin Ağırlığı”. Aslında bence “sözlerin büyüsü”, hatta “mucizesi” diye de ifade edebilirim. Yazarın daha önce “Lizbon’a Gece Treni” adlı kitabını da severek okumuştum ama bu kitabı çok daha fazla keyif verdi.

Yazarımız çok iyi eğitimli; özellikle felsefe, doğu kültürleri ve İngilizce üzerinde çok uzun yıllarını harcadığı çalışmaları olan İsviçreli bir usta. Bu kitabında, çeviri ve edebiyat alanlarında yayıncılık yapan bir çiftin yaşamından ve karşılaştıkları olaylardan bahsediyor.

Kahramanımız Simon Leyland’ın hayatı, başvurduğu hastanede konulan yanlış teşhisle altüst olur. Aslında tıbbi dosyalarda bir karışıklık söz konusudur ama bunun ortaya çıkması tesadüfen ve ancak on hafta sonra olur. Bu on hafta, Simon’un hayatını yeniden ele almasına, geri dönüp eski günleri anmasına ve ne yazık ki aileden kalan ve başarıyla yürüttükleri yayınevini satmasına yol açacak bir süreç olur.

Pascal Mercier

Beklenmedik bir başka olay da Londra’da yaşayan amcasının (ki hayatında onu çok etkilemiş ve seçtiği yolda çok desteklemiş sevgili bir büyüğüdür) aynı günlerde vefatıyla evini kendisine bıraktığını öğrenmesidir. Böylece Londra-Trieste arasında gidip gelen yeni bir yaşam biçimine geçer. Bu arada, ona koyulan yanlış teşhis iki çocuğunun da kendi hayatlarını sorgulayıp başarıyla yürüttükleri kariyer yollarından sapmalarına yol açacaktır.

Kahramanımız, çok küçük yaşlarından itibaren yabancı dillere çok meraklıdır ve dillere, onları hissedecek kadar yakınlık ve saygı duyar. Kitapta beni çok etkileyen şeylerden biri de “bir sözcüğün ifade ettiği anlamı hangi dildeki tınısının daha iyi yansıttığı” konusundaki ince düşüncelerini anlattığı cümlelerdi.

Zannetmeyin ki bu kitapta sadece edebiyat, çeviri ve yayıncılık anlatılıyor… Simon’ın hayatında değişik yerlerden girmiş birçok dostu vardır. Bu arada, Londra’da yaşamaya başlayınca yeni bir komşusu da ona can yoldaşı olacak, aralarında çok hoş bir dostluk gelişecektir. Sonra mesela çevirmen olarak gittiği hapishanede tanıdığı ve sonradan hayatına giren Andrej Kuzmin, komşusu Burke, İrlandalı ama Trieste’de yaşayan garson/şef, yayıncı dostu ve oğlu… Ve daha pek çok, her birinin hayatı ilginç olaylarla dolu karakterin öyküsü de satır aralarında anlatılanlar arasında.

Tüm bu süreçte Simon, birkaç yıl önce hayata çok ani bir şekilde veda eden eşi, sevgili Lavia’ya mektuplar yazar; içini dökmek, onu güncel yaşamdan haberdar etmek, tıpkı yaşarken olduğu gibi sohbet etmek için.

Beş yüz küsur sayfalık bu kitabı okurken ben kendimi zaman zaman kitabı kapatıp gülümseyerek düşünür halde buldum… Sizin de harikulade bir çeviri ile dilimize kazandırılmış bu kitabı severek okuyacağınızı düşünüyorum ve hararetle tavsiye ediyorum.  Keyifli okumalar.

Nur Anamur

Yukarı