Yolumuzu Seçerken

25 Kasım 2022

Görüntülenme Sayısı: 15

Kimileri vardır, gün batarken şöyle bir ufka bakarlar, ertesi gün havanın nasıl olacağını biliverirler. Eğer çok belirgin renklerde ve görünümde değilse, doğrusu hiç anlamam. “Sakalım ak mı kara mı, önüme düşünce görürüm” hesabı, yarını, yarın anlarım. Olsun, o da bana sürpriz olur!

Bu kez, pek öyle olmadı. Sabah kahvaltısından sonra, baktım işler ciddileşiyor, dünden arka balkona asıp da henüz toplamadığım çamaşırlar aklıma geldi. Olsun, olsun da beş dakika, bilemedin on dakika sürsün; ön pencereye geldiğimde bir baktım, denizle gök birleşmişler, ufuk çizgisi evin hemen yakınında oluşmuş. Bilmesem, karşıda hiç kıyı yok sanırım. Soluma baktım, Hersek Burnu, Osman Gazi Köprüsü kaybolmuş, sağda İzmit kıyıları görünmüyor! Yandaki iki üç evle, bir adadayız sanki!

Birisi denizin rengi nasıldı dese söyleyemem, çünkü o rengi tanımıyorum; içinde sevgiden, şefkatten, iyimserlikten tonlar bulunmayan, acımasız bir renk işte! O kadarını görebiliyordum. Derken bir rüzgâr başladı, kuzey doğudan, belki hiç durmadan on gün denizi dövdü, sahili dövdü, akıntıya karşı yüzmeye çalışan bir iki martıyı dövdü, kuşları, bahçenin ağaçlarını dövdü; eğer dışarı çıksaydım, beni de döverdi. Yaşıtım bir komşum gelmişti, “sahilden mi geldiniz” dedim, “hiç olur mu öyle şey, rüzgâr alır beni uçururdu, arka yoldan geldim” dedi.

Öylesine ki, “işçi kara kuşlar” işe bile gidemediler! Onlar da kim derseniz, ne diyeceğimi bilemedim şimdi. Her sabah aynı saatte, aşağı yukarı kumru iriliğimde, kara kuşlar, kümeler halinde, sesli sesli, doğudan batıda bir yere doğru uçarlar. Akşamüzeri de yine aynı saatte, bu kez, belki de yorgun olduklarından çok alçaktan, sanki balkona değercesine, batıdan doğudaki yerlerine dönerler. Her günkü bu tempoya bakarak, ben onlara “işçi kara kuşlar” diyorum. Yalnızca gördüğümü söylüyorum, nerede çalışıyorlar, sigortaları var mıdır, sendikalı mıdırlar, o kadarını bilmiyorum!

İnsanın ruhu da ister istemez, havayla birlikte, açılıyor, kapanıyor, geriliyor, ferahlıyor. “Ben etkilenmem, işime bakarım” diyen biri var mıdır acaba? Hava tatsız, ortam berbat, ülkenin telleri gergin mi gergin, etkilenmemek ne mümkün!  İşte tam o günlerdeydi, bir tanıdıktan bir fotoğraf geldi telefonuma. Bir apartmanın giriş bölümüne asılmış olan bir duyurunun resmini çekmişler. Duyuruda binanın cinlere karşı nefesi kuvvetli bir hocaya okutulup üflettirildiği ve bu iş için daire başına üç yüz lira ödeme yapılması gerektiği söyleniyordu. Yönetici ya da yönetim kurulu işi sıkı tutuyordu. Alttaki ilave notta bu işlemin her ay tekrarlanacağı belirtilmişti.

Önce ilk tepkim, düşüncesizce, “gülmek” oldu. Whatsapplar arası gırgırların bini bir para! Paylaştıklarım içinde, eşi site yöneticisi olan da vardı; sitedeki daire sayısını düşünerek bunun çok iyi bir akıl olduğunu söylüyordu!

Sonra üzülmeye başladım. Zaten birkaç gün önce artık bazı binalarda, temizlik yapan hanımlara yönetim tarafından deterjanın yanı sıra sirke de verildiğini duymuştum. Saf saf, bunun hijyen için olduğunu düşünürken, binanın her yerinin sirkeyle silinmesinin, içinde oturanları nazara karşı koruduğuna inanıldığını, hatta yaygınlaştığını  öğrenmiştim. Belki bu ikisinin üst üste gelmesi beni etkilemişti.

Aslında şaşırmamam gerekirdi, 1999 depreminde merkez üssünün az dua edilen, içki içilen yerler olduğu, depremin o yüzden başımıza geldiği söylenmemiş miydi?

Birden gerilere gittim, çok çok gerilere… Eşim, ben genciz, çocuğumuz henüz on, on iki yaşlarında. Eşimin çalıştığı ilaç fabrikası yeni ürettiği veteriner ilaçları için, bir reklam kampanyası yapıyor. Tanıtım broşürleri, pankartlar, sergiler hazırlanacak, geniş çaplı bir çalışma…

Eşim, Karacabey Harasına giderken, kızımla ben de ona katıldık. O ciddi bir hayvan sever olduğu için, hayatının en keyifli işlerinden birini yapıyordu. Hayvanların arasında kayboluyor, yerlerde yuvarlanıyor, sabahtan akşama kadar fotoğraf çekiyordu. Biz de kızımla bol bol geziyorduk. Sınırlar o kadar geniş ki, git git bitmiyor; gez gez bitmiyor! Hara o yıllarda güzel bir yerdi, belki geçen zamanla daha da güzelleşmiştir!

Geçmişte, eskilerde, Osmanlıdan önce Bizans Tekfurları zamanında bile o yörede at yetiştiriciliği yapılırmış. Cumhuriyetten sonra burada yetiştirilen atlar, bütün hipodromlarda haranın ününü sürdürmüşler, hala da sürdürüyorlardır sanırım.

Aslında adı hara olmasına karşın, orası tam anlamıyla kendi kendine yeten, kapalı bir kurumdu. Akla gelen her türlü evcil hayvan yetiştiriciliği, arıcılık, sebze, meyve üretimi… Kendi unundan üretilen mis kokulu ekmeğin piştiği fırınından, o sınırlar içerisinde yaşayan çocukların gittikleri okullara kadar… Öğretmen olduğumu öğrenince, tatlı tatlı, bana kendi okullarında okuyan çocukların civar okullardakilerden daha başarılı olduğunu söyleyerek, hafiften övünmüşlerdi bile!

Gittiğimden bu yana, aşağı yukarı elli yıl olmuştur, Cumhuriyet’in değerlerine inanan müdürleriyle birlikte,  harikalar yaratıyorlardı, sanki kendileriyle yarış içindeydiler. Ürettikleri her üründen tutun da eğittikleri, yetiştirdikleri her gençle, her çocukla yürekten onur duyuyorlardı. Gördüklerimden çok etkilenmiştim doğrusu.

Aklımda kaldığı kadarıyla güzel bir misafirhanesi vardı, orada kalıyorduk. Yemeklerimizi gerektiğinde, balo, düğün, toplantı gibi etkinlikler için de kullanılan bir salonda yiyorduk. Ama ne lezzetli yemekler… Çünkü her yediğimiz oranın kendi eti, sütü, yağı, sebzesi ile pişiyordu. Kahvaltıda, Karacabey’in balı, kaymağı, yumurtası yeniyordu…

Eşim çalışırken, biz de kızımla dolaşmayı sürdürüyorduk. Giriş kapısının olduğu yerde, etrafı parmaklıklarla çevrili bir büyük mezar ve az ötede de üzerine çaputlar bağlanmış bir koca ağaç vardı. Biz oradayken, bir cip geldi, içinden haranın görevlileri ve pek resmi görünümlü beyler çıktılar. Sonradan öğrendik, beyler Ankara’dan gelen müfettişlermiş.

Mezarın üzerinde Baba Kuruş yazıyordu. Merak ettik, kim acaba bu “Baba Kuruş” diye. O sırada iki genç kadın, biri hamile, çömelmişler, Baba Kuruş’un mezarı başında dua ediyorlardı. Yaklaştığımızda müfettiş, görevliye soruyordu. Adamcağız, içini çekti:

“Baba Kuruş, buranın ilk aygırlarındanmış. Hem haramızdaki atların tayların, hem hipodromlarda koşanların çoğu onun soyundan gelmedir. Adı Kuruş’muş, ondan yetişen nesiller nedeniyle sonradan Baba Kuruş demişler, ölünce de bu mezarı yapmışlar, bildiğim bu…” Müfettişin sorusu bitmiyordu ki, bu kez de kadınları ve ağacı gösterdi:

Görevli ellerini iki yana açtı:

“Engel olamıyoruz efendim” dedi, “halk burada yatanın bir at olduğuna inanmıyor. Adaklar adıyorlar, çaputlar bağlıyorlar. Ağacı kesmeğe kalktık, kıyamadık, o da mezar gibi eski, yaşlı, haranın kuruluşundan kalma sembol ağaçlardan… İnanmazsınız, burada çalışanların hanımları bile, gizlice gelip adak adıyorlar!”

Hamile olan, öteki üzgün yüzlüye anlatıyordu:

“Yıllarca gitmediğim doktor, ebe, hacı, hoca, nezir kalmadı. Sonra bu zatı söylediler, hiç duymamıştım, hemen de yakınımızdaymış, geliverdik işte! Herkesin derdine derman olurmuş… Biliyor musun, kendisine ziyaretimin ikinci ayına yüklendim. Bak göreceksin, derdinin dermanı burada. Şıp diye çaresi bulunacak, kocan iş bulacak, sen de kaynananın yanından, onun zulmünü çekmekten kurtulacaksın.”

İyimser bir hesapla, hamile genç hanım çoktan ihtiyarlamış, çocuğu bile ellili yaşlara ulaşmıştır. Kocası işsiz olana gelince, eminim adamcağız emekli olmuştur. Hesaba iyimser başladığıma göre, huysuz kaynanayı devre dışı bırakıyorum. Bu arada, kendimde neler olup bittiğini söyleyip moralimi bozmamı da kimse benden beklemesin.

Ya ülkemizde neler oluyordu? Atatürk’ün şeyhler, müritler, dervişler ülkesi olamaz, dediği, gözü gibi sevdiği, gözümüzden sakındığımız ülkemizde neler oluyordu? Yaptıklarıyla adeta övünerek, nefesi kuvvetli hocalara okutarak, binalarını koruduklarını düşünen insanların yaşadığı bir ülke haline mi geliyorduk? Allah’ın gösterdiği yoldan şaşmaması için, göğsünü gere gere, çocuğunu okula göndermeyeceğini televizyonlarda söyleyen adamların ülkesi olma yolu mu seçiliyordu? Göz önünde olan bir takım insanlar, her aileye resmen bir din görevlisi tayin edilmesinden söz ediyorlardı.

Gelen günlerde, seçimlerde oyunuzu verirken, çok dikkatli olmalısınız, deniyordu. Sorgusuz, sualsiz cennetin kapılarının açılmasını istiyorsanız, nasıl davranacağınızı unutmayın, diye hatırlatılıyordu, hem de kendilerine yetki verilmiş kişiler tarafından…

Ben kimim ki, yurdunu çok seven yaşlı bir yurttaş ve emekli bir öğretmen… Uyarmaya, duygularımı, korkularımı, endişelerimi dile getirmeye hakkım var mı, bilmiyorum ama yine de kendimi tutamıyorum; bir an önce izlememiz gereken akılcı yolu bulalım, istiyorum, gelecek günlere cesaretle bakabilmek için.

Ayla Özberk

Yukarı