Babalar ve Oğulları

8 Ocak 2025

“Karacabey 20 km” yazıyordu tabelada. Yirmi dakikaya varırım diye düşündü.
Acelesi yoktu, fazla hız yapmadan tadını çıkarıyordu yolculuğun… Kaç zamandır arabayla şehir dışına çıkmamıştı. Karacabey’e gitmeye dün karar vermişti. Ali’nin bu ani  kararı karısını da şaşırtmıştı.
“Hayrola nereden esti?” diye sordu Selen. Önce mırın kırın ettiyse de sonunda nedenini anlattı karısına.
“Ciddi olamazsın.” dedi, Selen.
“Niye ki? Bu da benim tercihim.”
Selen ses çıkarmadı. Sen bilirsin tarzında bir mimik yaptı.

Ali bütün hafta düşünmüştü… Babalar günü geliyordu ve babasına anlamlı bir hediye almak istiyordu. Aslında babalar, anneler, enişteler vesaire günlerine karşıydı ama bu sefer nedense içinden böyle gelmişti. Ne gibi bir hediye babasını mutlu ederdi?  Babasının giyecek, saat gibi şeylerde gözü yoktu, ihtiyacı da yoktu. Anlamlı bir şey olmalıydı.

Tam hediye almaktan vazgeçecekken aklına gelmişti. Onu mutlu edebilecek bir iki şey vardı. Birisi begonyaydı ki o kolaydı. Onu hemen alabilirdi. Diğeri ise yıllar önce devamlı gidip Karacabey’in o adını unuttuğu köyündeki çeşmeden aldıkları suydu. Daha doğrusu bidonlara doldurdukları su… Babası o suyu çok severdi. Ali suyun farkını pek anlamasa bile o gezilerden çok keyif aldığı için beraber giderdi. Önce domates tarlaları içinde dolaşır, gene adını hatırlamadığı ağaçlar arasındaki lokantada yemek yerlerdi.

Lokanta, tahta bir kulübeydi. Önüne gazete kağıtları sererler, kömürde pişmiş nefis pirzolaları, soğanlı domates salatası eşliğinde servis ederlerdi. Havasından mı suyundan mı bilinmez, orada yediği pirzolanın tadını hiç unutamamıştı.

Baba oğul yemeğin yanında buz gibi rakılarını içerken sohbet uzar gider, akşama doğru da köyün kahvesinde kahvelerini içip, sularını doldurur ve dönerlerdi. Ne güzel günlerdi onlar diye düşündü. Köyün adını babasına soramazdı ama bulacağından emindi. Onbeş seneden fazla zamandır gitmemesine rağmen yol da, köy de hafızasına kazınmıştı.
Evet, son beş kilometre… Birazdan yan bir yol vardı oradan saptıktan sonra yirmi dakika daha yolu vardı…

***

Köy yolunda tahta kulübeden lokantayı bulamayınca hayal kırıklığına uğradı. Bir iki köylüye sordu, kimse bilemedi. Herhalde kapanmıştı. Yola devam edip köye girdi. Neyse ki kahvesi duruyordu köy meydanında. Çeşme de iki sokak ötedeydi. Halâ çeşmenin aktığını umdu. Önce park edip kahvenin bahçesine girdi. Bir iki kişinin dışında kahve boştu. Saat daha erkendi de… Ali oturanlara selamını verdi.

“Selamün aleyküm.”
“Ve aleyküm selam.”
“Beyim hoş geldin. Ne içersin?”
Kahveci gençten bir adamdı. Eski kahveciyi hatırlamasa da bu değildi diye düşündü… Demek ki ya sahibi değişmişti ya da oğlu filandı.
“Bana bir çay. Sonra da orta bir kahve lütfen.”
Ali sonra bahçenin gölge olan köşesinde bir masaya oturdu…
Çayı hemen geldi…
“Merhaba evlat.”
Ses nereden geliyor diye baktı, yanındaki ağacın arkasında kalan masadan yaşlı bir adam kafasını uzatmıştı.
“Merhaba amca! Kusura bakma, görmemişim.”
“Yok olur mu kusur? Sen misafirsin, bizim sana hoş geldin dememiz lazım zaten.”
Ali gülümsedi.
“Yalnız mı geldin oğul?”
“Evet İstanbul’dan… Çeşmeden su almaya geldim.”
“Ha şu aşağıdaki sudan mı?”
“Evet amca. Akıyor değil mi çeşme halâ?”
“Akıyor, akıyor…”

Yaşlı adam halâ ağacın arkasından kafasını uzatmış Ali’ye bakıyordu. Belli ki konuşmaya devam etmek istiyordu.
“Amca buyur, öyle zor oluyor konuşmak. Gel bir çay ikram edeyim.”
Cevap vermeden hemen çıktı ağacın ardından ve Ali’nin masasına sanki teklifinden belki vazgeçer diye vakit kaybetmeden oturdu.
“Olur mu evlat? Sen bize misafir gelmişsin o kadar yoldan. Tanrı misafirini biz ağırlarız.”

Yetmiş yaşlarında vardı. Ufak tefekti. Güneşten teni bronzlaşmıştı. Belli ki halâ bu yaşta  tarlada çalışıyordu. Kasketini çıkarıp masaya koydu. Yanlarda çok az kalan beyazlanmış saçlarını eliyle taradı. Cebinden bir sigara paketi çıkarıp Ali’ye de ikram etti.
“Bıraktım ama hadi bir tane içeyim kahve ile. Sağ olun.”
Ali’nin sigarasını yakarken bir ev sahibi edası ile kahveciye seslendi.
“Hasan, ne oldu misafirimizin kahvesi?”
“Geliyor Rıza amca, sana da yapıyorum”
Kahveci çok saygılı konuşmuştu, Ali’ye itibarı olduğunu göstermiş olmanın gururu belirdi yaşlı adamın yüzünde.
“E, anlat bakalım evlat, bütün yolu bu sudan almaya mı geldin?”
Ali anlattı hikayesini. Rıza amca, uzun uzun baktı Ali’ye. Gözleri hafif nemliydi.
“Baban çok şanslı ki senin gibi bir evladı var.”
Kahvelerini içerken sohbet koyulaştı. Ali sevmişti ihtiyarı.
“E, sizde babalar günü kutlaması yok mu amca?” Rıza durgunlaştı.
“Var tabi, burada da kutlayan çok.”
“Seninkiler kutlar mı?”
“Yok evlat, kutlamazlar.”
“Zaten ben de pek kutlamam aslında… Anlattım ya bu sefer değişik…”
“Yok ondan değil evlat… Benim sadece bir oğlum vardı. O da yıllar önce askerdeyken  şehit oldu.”

Ali güneşli yaz günü havanın birden karardığını ve üzerine kar yağdığını hissetti. Bilmeden, çoluğu çocuğu var mı sormadan, nasıl yapmıştı bu patavatsızlığı? Bir ter bastı. Dondu, terledi, karardı. Bir şeyler demeye çalıştı sesi çıkmadı. Mırıldanmadan öteye gidemedi. Son bir gayret konuştu:

“Kusura bakma amca, bilmiyordum.”
“Yok evlat, nereden bileceksin?” Sessizlik oldu. Rıza tekrar sessizliği bozdu:
“Yaş kaç?”
“Kırktan öteye yol aldım.”
“Yaşasaydı oğlum, o da bu yaşlarda olacaktı. Allah sana uzun ömürler versin.”

Gene kısa bir sessizlik. Sonra havadan sudan sohbet başladı. Sohbet ilerledikçe Ali Karacabey tarlalarının ortasında bir filozof keşfettiğini anladı. On dakika diye uğradığı kahvede saatine baktı, iki saat olmuştu. Yavaş yavaş kalkması gerekiyordu. Dönüşü vardı bir de bu yolun. Kalktı Rıza’nın eline sarıldı.
“Müsaade edersen Rıza amca, elini öpüp babalar gününü ben kutlayabilir miyim?” İlk defa güldü Rıza amca. Bıraktı elini öpmesi için.
“Bak işte Allah yolladı seni buraya. Babalar günümü sen kutladın oğul yerine.” Ali bir şey demedi. Rıza Ali’yi yanaklarından öptü, arabaya kadar uğurladı.
“Gene gel vaktin olursa.”
“Geleceğim Rıza baba. Söz.” Çeşmeye gitti. İki bidon suyunu doldurdu. Kana kana içti çeşmeden de. İçinde bir huzur yola koyuldu. Yolda bir seradan begonyalarını da aldı…

***

Sabah erkenden kalktı. Selen’i uyandırmadan çıkmaya çalıştıysa da başaramadı. Selen yatakta doğruldu.

“Nereye bu saatte?”
“Babama. Babalar gününü kutlamaya…”
“E, erken değil mi?”
“Yok. Daha iyi ortalık sakinken…”
“Ben de geleyim mi? İster misin?”
“Yani. Ben yalnız gideyim istersen.” Selen ısrar etmedi.
“Peki… Benim de babalar gününü kutladığımı söyle.” Ali güldü.
“Söylerim. Tamam.” Yol açıktı ve on beş dakika sonra vardı babasının yanına. Çiçeklerle suyu getirdi.
“Bak baba, sevdiğin çiçeklerden ve Karacabey’deki suyundan getirdim.”

Cevap beklemeden hemen çiçeklerini ekti. Bidon suları da döktü babasının mezarı üstüne. Umarım sevinmiştir diye düşündü.
Açtı ellerini dua etti. Bir meltem geldi geçti Ali’nin içinden. Hissetti rüzgarın içinden geçişini. Sanki serin bir pınarda yıkanır gibi. Bir haz kapladı içini.

“Babalar günün kutlu olsun. Teşekkürler her şey için. Olup olmaması mühim değil, teşekkürler bizim için yapmaya çalıştıkların, gayretlerin için. Öğrettiklerin için.”

Döndü gözünden akan bir iki damlayı saklamaya çalıştı. Sanki dönünce saklayabilirmiş gibi. Kendi kendine güldü. Arabasına yürüdü.

 

Cüneyd Şen

Yukarı