İki insan karşı karşıya durmuş, göz göze bakıyorlar, ikisinden de çıt çıkmıyor, nefes alıp veriyorlar. Arka planda: dramatik, gergin bir müzik. İkisi de birazdan birbirine saldıracak ilk darbenin atılması an meselesi; bu çok net. Ama müziği değiştirirse, örneğin romantik, belki de hafif erotik bir melodiyle, bu ikisinin birazdan öpüşmek üzere olduğu aynı derecede netleşiyor.
Bu kısa örnek konumuzu açıklamak için oldukça uygun: müzik ve algımız üzerindeki etkisi…Daha da netleştirirsek, film müziği, filmlere dair algımızı nasıl şekillendiriyor? Çünkü bir filmi nasıl deneyimlediğimizi yalnızca kamera, diyaloglar ya da oyuncular belirlemiyor; aynı zamanda müzik de duygularımıza yön veriyor. Müzik, sürekli arka planda kalıyor. Adeta her yerde bulunan bir yorumcu gibi bizi hikâyenin içine çekiyor. Öyleyse, bu (çoğu zaman pek de sessiz olmayan) eşlikçiye bir göz atmak için yeterince sebebimiz var. Bunun için önce film müziğinin tarihine kısa bir yolculuk yapalım, ardından günümüzde bir filmin içinde nasıl işlevler üstlenebileceğine bakalım.
Film Müziğinin Kısa Tarihi
Film müziğinin tarihi, sessiz film dönemine kadar uzanır. Seyircinin, oyuncuların sesini henüz duymadığı zamanlarda bile, film gösterimleri salondaki piyanistler ya da bir orkestrayla canlı olarak müzikle desteklenirdi. Bir yandan aralardaki boşluklar doldurulurken, diğer yandan seyircilere filme tamamen dalma fırsatı verilirdi. Görüntü ve sesin birleşimi, film deneyimini daha yoğun ve etkileyici kılardı. Bunun yanı sıra bir de pragmatik bir neden vardı: projektörler oldukça gürültülüydü ve müzik bu sesleri bastırıyordu.
Ancak bu müzik, günümüzde bir filme özel olarak bestelenen müzikten oldukça farklıydı. Müzisyenler ya doğaçlama yapar ya da filme uygun, hâlihazırda var olan parçaları çalarlardı. Örneğin filmde bir kovalamaca varsa, hızlı bir şeyler çalınır, kahraman ekranda görünüyorsa da zafer dolu bir eser icra edilirdi. Bazen film stüdyoları ve dağıtımcıları önceden, filme uygun olabilecek müzik türlerine dair önerilerde bulunurdu.
İlk defa bir film için özel olarak bestelenmiş müzik ise 1908 yılında, Camille Saint-Saëns’ın müziklerini yazdığı L’Assassinat du duc de Guise (Guise Dükü’nün Öldürülmesi) isimli sessiz filmde kullanıldı.
“Sözlü filmlerin” (Talkies) ortaya çıkmasıyla birlikte, filmdeki müzik kullanımı da değişti. Görüntü ile sesin birleşimi, film yapımcılarına seyircinin filmi nasıl hissedeceği konusunda daha fazla kontrol sağladı. Film için özel olarak yazılmış ve her gösterimde aynı kalan bir müziğin fikri giderek daha popüler hale geldi. Bu tür müziğe sahip ilk “talkie” film, 1933 yapımı King Kong ve bestecisi Max Steiner’dı.
1950’ler ve 60’larda film müziğine yeni bir boyut eklendi: Pazarlama. Filmler için önceden özel olarak üretilen tema şarkıları, filmin tanıtımı amacıyla radyo ve televizyonda kullanılabiliyordu. Bu dönemin örneklerinden biri Breakfast at Tiffany’s (Tiffany’de Kahvaltı) filminin tema şarkısı olan Moon River (1961) idi. Bu tür şarkılar sayesinde izleyiciler, sinema salonu dışında da filmden bir parçaya sahip olabiliyorlardı. Bu konsept giderek daha popüler hale geldi: 1970’lerde Bee Gees’in Saturday Night Fever (1977) filminden Stayin’ Alive adlı şarkısı sinema içi ve dışında dans tutkunlarını kendine hayran bırakırken, Ray Parker Jr.’ın Ghostbusters (1984) filmi için yaptığı şarkı hâlâ her sinema tutkununu dans pistine çekiyor. Ve elbette Titanic (1997) filminden My Heart Will Go On’u herkes ezbere söyleyebilir.
Film müziklerinde tema şarkılarının artan popülaritesinden, “Compilation-Score” (Derleme Müzik) adı verilen bir alternatif doğdu. Bu, film için özel olarak bestelenmiş ve çoğunlukla bir orkestra tarafından kaydedilen “Original Score” (Orijinal Müzik) yerine, hâlihazırda var olan parçaların ve film için yazılmış şarkıların bir derlemesiyle oluşuyordu. Günümüzde bu tarz film müzikleri oldukça popüler . Örneğin Guardians of the Galaxy’nin kült haline gelmiş soundtrack albümü düşünülebilir. Ancak bu, orijinal film müziklerinin miadını doldurduğu anlamına gelmiyor.John Williams ve Hans Zimmer gibi bestecilerin işleri yakın zamanda sona erecek gibi görünmüyor. Çünkü bir filme özel olarak bestelenmiş müzik, birçok sinema macerası için vazgeçilmezdir. Bu müziklerin neden bu kadar önemli olduğuna şimdi bir göz atalım.
Film Müziğinin İşlevleri
Film müziği, bir filmin en belirgin özelliği olmayabilir. Genelde daha çok oyunculara, kamera açılarına ya da görsel efektlere odaklanırız. Ancak müziğin önemini, onsuz bir sahne hayal ettiğimizde anlarız. Bu tür sahneler tuhaf derecede boş ve soğuk görünür. YouTube’da saatlerce müzik parçasının çıkarıldığı ikonik film sahnelerini izleyebilirsiniz. Sonuç genellikle rahatsız edici ya da istemsizce komiktir.
Müzik olmadığında bir şey eksik kalır. Bu sadece filmde müzik dinlemeye alışık olmamızla ilgili değil, aynı zamanda müziğin, yönetmenlere hikâye anlatmada yardımcı olmasından kaynaklanır. Kabaca söylersek, müzik destekleyici ve yönlendirici işlevler üstlenebilir. Bir filmde müzikle vurgulanan ya da müzikle etkilenen sayısız şey vardır. Hepsini saymak epey zaman alır. Bana göre en önemli işlevler ise şunlardır:
Tanınırlık
En bariz noktadan başlamak gerekirse: Film müziği, bir filme tanınırlık kazandırır. The Godfather’ın (Baba) nasıl ses verdiğini, Jurassic Park’ın nasıl tınladığını hepimiz biliriz ve Halloween’de John Carpenter’ın teması çaldığında hemen Michael Myers korkusu sarar içimizi… Bunlar, bestecilerin bizlere, filmlerin dünyasına zihnimizde dönme izni verdiği ikonik tınılardır.
Besteciler için böylesine ikonik müzikler yaratmak elbette kolay bir iş değildir. Sonuçta müzik, bir filmin ön planda yer alan unsuru değildir. Film izlerken fark edilecek kadar var olmalı, ama aynı zamanda görüntü ve hikâyeyi gölgede bırakmamalı. Akılda kalacak kadar çarpıcı olmalı, ancak her türlü başka bir melodiyle değiştirilemeyecek kadar da etkili olmalı. Bestecilerin bizim için gerçekleştirdiği bu denge oyunu, başarıya ulaştığında bir filmi diğerlerinden ayırmanın ve onu eşsiz kılmanın bir yoludur. Bu müziği tekrar duyduğumuzda genellikle filme dair hoş bir nostaljiyle dolarız ve belki de tekrar izleme isteği duyarız.
Dönem, Tür ve Bölge Saptaması
Müzik, aynı zamanda bir hikâyeyi belirli bir döneme, coğrafi bölgeye ya da türe yerleştirmeye yardımcı olur. Bu, sadece daha otantik bir film deneyimi yaratmakla kalmaz, aynı zamanda izleyiciye kendini konumlandırması için iyi bir fırsat sunar. Örneğin western filmlerinin kendine has bir tınısı vardır; romantik-heroik melodiler, gerilimli düellolara eşlik eden dramatik tınılarla harmanlanır. Mesela The Good, the Bad and the Ugly’nin (İyi, Kötü ve Çirkin) müziğinde olduğu gibi.
Bunun yanı sıra müzik, bir filmin coğrafi ve zamansal konumunu belirleyebilir ya da dekor, kostüm gibi diğer unsurlarla belirlenen bu konumları destekleyebilir. Bazen müzik, bir sahnenin nerede geçtiğine dair belirgin bir ipucu verir. Örneğin, İrlanda müziğini andıran bir melodi duyduğumuzda, bu sahnenin İrlanda’da geçtiğini kolaylıkla anlayabiliriz; bu da set tasarımcılarının işini biraz kolaylaştırır. Ancak özellikle komedi türündeki filmlerde, çoğu zaman izleyicinin belirli bir bölgeye ait olduğunu düşündüğü müzikler duyulur. Böylece Almanya’da geçen bir sahnede çoğu zaman belirgin bir şekilde bando müziği çalar (ki aslında burada yaşayanların büyük çoğunluğu sokakta sürekli bando gruplarına rastlamaz ya da bu tür müzikler dinlemez.) Yani bu, müziğin bize sunduğu bir tür “sözde otantiklik”tir ; yine de oldukça etkilidir. Müzik, bir yer kadar bir zaman dilimini ve dönemi de belirleyebilir. Barok tarzı müzikler bizi 18. yüzyıla götürürken, caz tınıları ve hızlı tempolar 1920’lere taşır.
Genellikle bu tür, dönem ve yer saptaması, müziğin türüyle birlikte el ele gider. Örneğin Hans Zimmer’ın Sherlock Holmes filmi için bestelediği müziklerde, bu uyarlamanın ünlü dedektifi modern bir ortama taşımadığını açıkça duyabilirsiniz. Müziğin viktoryen bir havası var, ama aynı zamanda heyecan verici; filmin buharlı bir atmosfere sahip steampunk havasını yansıtıyor. Müzik ayrıca biraz gizemli tınlıyor; yani çözülmesi gereken bulmacalar var. Tempo değişimleri heyecan katarken, yaylılar ve üflemelilerin etkileşimi neredeyse komik bir dokunuş katıyor: Bol aksiyonlu bir komedi-steampunk dedektif filmi… Bunu filmi hiç izlemeden bile sadece müziğinden çıkarabiliyoruz.
Vurgu, Tempo ve Hareket
Müziğin filmlerdeki en belirgin destekleyici işlevlerinden biri, hareketleri vurgulayabilme yeteneğidir. Bu daha çok incelikle yapılabilir; örneğin bir karakterin koşması hızlandıkça müziğin de hızlanması gibi…Ya da ekrandaki her hareketin müzikte karşılık gelen bir sesle eşleştirildiği boyutlara kadar gidebilir; birinin kaşlarını kaldırmasıyla bir ksilofonun tınnn diye çalması gibi. Bu aşırı durumda, bu tekniğe “Mickey-Mousing” denir. Bu terimden de anlaşılacağı üzere oldukça çizgi filmvari bir etki yaratır ve her film için uygun değildir. Ancak iyi yapıldığında oldukça etkili olabilir.
Bağlantı Kurma
Film müziği aynı zamanda sahneleri birbirine bağlamaya yardımcı olur. Daha sert sahne geçişleri müziğin eklenmesiyle yumuşatılabilir. Bu işlevin uç noktalarından biri montaj sahneleridir; bu tür sahnelerde müzik, görüntüleri birleştirir ve izleyici tarafından bir bütün olarak algılanmalarını sağlar. Bu işlevin en ikonik örneklerinden biri, Rocky filmindeki Gonna Fly Now şarkısı eşliğindeki “antrenman montajı” sahnesidir.
Ayrıca bağlantılar, leitmotiflerin kullanılmasıyla da sağlanır. Karakterler, durumlar veya mekanlar belirli müzikal melodilerle ve motiflerle ilişkilendirildiğinde, bu izleyicinin olayları birbirine bağlamasına yardımcı olur. Melodiler, sahneye ve bağlama göre değiştirilebilir; ritmi ya da nota değerleri değişebilir ancak yine de tanınabilir şekilde benzer kalır. İkonik bir leitmotife sahip olan karakterlerden biri casus James Bond’dur. Orijinalde James Bond: 007 Dr. No’yu Kovalıyor filminden gelen leitmotif, yalnızca bir filmin müziğinde değil, neredeyse tüm James Bond filmlerinde yer alır. Bu melodiyi duyduğumuzda hemen anlarız: O Bond. James Bond…
Ancak elbette leitmotiflerin bu kadar belirgin olması gerekmez. Kötü bir karakterin bir müzikal teması varsa ve bu tema filmde bir “yabancıdan” bahsedildiğinde tekrar duyuluyorsa, bu yabancının kim olabileceğine dair çok net bir ipucu elde ederiz.
Atmosfer
Müziğin en önemli işlevlerinden biri, bir filmin atmosferini etkileyebilmesi ve vurgulayabilmesidir. Elbette bir filmin atmosferinin oluşturulmasında diyaloglardan set tasarımına, kamera açılarından aydınlatmaya kadar pek çok faktör etkilidir. Ancak müzik, en az diğerleri kadar önemlidir. Örneğin Joker filminin Oscar ödüllü müziğini düşünün. Filmin karanlık atmosferi, büyük ölçüde Hildur Guðnadóttir’in olağanüstü film müziğiyle yaratılmıştır. Elbette kamera, oyunculuk ve mekanlar da bu atmosferin oluşumuna katkı sağlar. Ama müzik olmasa, bu başarılarının yarısı bile ortaya çıkmazdı. Bu müzik baskıcı, rahatsız edici ve dramatiktir ve filmi bu yoğun sinema deneyimine dönüştürür.
Duygu ve Fiziksel Tepki
Müziğin en güçlü ve büyüleyici özelliklerinden biri, içimizde duygular uyandırabilmesidir. Bunun nedenini açıklamak bu yazının sınırlarını aşar ve bilim dünyası da bu mekanizmanın tam olarak nasıl çalıştığını henüz araştırmaya devam ediyor. Anılar ve çağrışımların bunda büyük rol oynadığı kesin. Ancak müzik, insanın temel duyguları olan sevinç, üzüntü ve korkuyu tetikleyebilir (hem de kalp atışlarının hızlanması, kan basıncının yükselmesi ve ellerin terlemesi gibi fiziksel tepkilere neden olacak kadar.) Vücudumuzun tonlara verdiği tepki hızlı ve doğrudandır. Özellikle korku filmlerinde ve gerilimlerde bestecilerin bu gerçeği nasıl kullandıklarını sıkça görürüz. En iyi örneklerinden biri, Bernard Herrmann’ın Alfred Hitchcock’un Psycho (Sapık) filmi için bestelediği film müziğidir. İkonik duş sahnesine, cıyaklayan keman sesleri eşlik eder. Bu, insanlar tarafından stres ve tehlikeyle ilişkilendirilen bir sestir.
Bu müziğin doğrudan beynimize gönderdiği alarm sinyalinden kaçmak neredeyse imkansızdır. Sanki stres gözeneklerimizden akıp gidiyor ve bunu durdurmak için tek yapabileceğimiz sesin kapatılmas; bunu yaptığımızda, bu sahne aniden çok daha az yoğun hale gelir.
Müziğin bizi alarma geçirebilmesi, yalnızca belirli bir sahneyi daha yoğun algılamamız için kullanılmaz, aynı zamanda gerilim yaratmak için de kullanılır. Örneğin Jaws (Jaws: Denizin Dişleri) filminde tehlikeli bir şey görmeden önce müzik duyulur. Müzik sayesinde biliriz: köpekbalığı av peşinde ve giderek yaklaşmaktadır.Tehlike beklentisi, sahneleri dayanılmaz derecede heyecanlı ve ürkütücü kılar. Çünkü sahnedeki karakterlerin aksine, müzik sayesinde birazdan korkunç bir şey olacağını biliriz, ancak müdahale edemeyiz ve bu yüzden kendimizi güçsüz ve huzursuz hissederiz.
Manipülasyon
Müzik, duygularımıza doğrudan erişim sağladığı için, bir filmin izleyicisini manipüle etmek adına uygun bir araçtır. Film müziğinin en asil işlevi olmasa da, yine de önemli bir rol oynar. Bir filmin tartışmalı içeriği, müzikle “doğru” bir yöne çekilebilir; bu, birçok propaganda filminde de görülebilir. Ancak müziğin manipülasyon gücü çok ustaca da kullanılabilir. Örneğin, “iyi” olarak sunulan bir karakterin aslında kötü karakter olması ve bunun filmin sonunda ortaya çıkması gerektiğinde… Bu karakterin kötü karakter olduğuna dair şüphelerimiz olduğunda, müzik devreye girip kahramanca melodilerle bütün şüphelerimizi pencereden dışarı atabilir.
Kuleşov Etkisi: Algının Değişimi
Rus film bilimci Lev Kuleşov, 1920’lerde yaptığı deneylerle kurgu ile anlamın nasıl üretildiğini inceledi. Iwan Mosjukhin’in yüz ifadesinin olduğu tek bir çekimi, farklı çekimlerle (çorba kasesi, tabut içindeki bir kız, divanda yatan bir kadın) birleştirdi. Mosjukhin’in yüzü her seferinde aynı olmasına rağmen, deney katılımcıları onun yüz ifadelerini bambaşka şekillerde değerlendirdi. Hatta Mosjukhin’in açlık, üzüntü ve arzu gibi duyguları ifade etme becerisini övdüler.
İzleyicilerin, ardışık iki görüntünün etkileşiminden, tek bir görüntüden çıkarabileceğinden daha fazla anlam üretmesiyle tanımlanan bu psikolojik fenomen, Kuleşov Etkisi olarak bilinir. Kısacası: Beyin, aslında olmayan bağlantılar kurar.
Ancak, bir film müziği yazısında size neden film kurgusunun öneminden bahsediyorum? Çünkü bir sahneye müzik eklemek de, tıpkı kurgu gibi, algımızı etkileyebilir. Baronowski ve Hecht, 2016 yılında yaptıkları The auditory Kuleshov effect: Multisensory integration in movie editing (İşitsel Kuleşov Etkisi: Film Kurgusunda Çok Duyulu Entegrasyon) adlı araştırmada, işitsel bir Kuleşov etkisinin var olup olmadığını inceledi. Nötr film sahnelerine neşeli, hüzünlü ya da hiçbir müzik eklediler. Sonuç olarak müziğin, katılımcıların yüz ifadelerini değerlendirme biçimini önemli ölçüde etkilediğini buldular. Bu yüzden makalenin başındaki örnek sahnemizi de farklı müziklerle farklı anlamlarla değerlendirebiliriz. Çalan müziğe göre, birbirinin gözlerine bakan bu iki insanın birbirlerine âşık olup olmadığını ya da birbirini öldürmek isteyip istemediğini düşünürüz. Karar müziğe aittir!
Bu sadece büyüleyici bir durum değil, aynı zamanda oyuncuların duygu tasvirlerinde büyük ölçüde müziğin yardımına başvurduğu anlamına gelir. Ve biz, algısı kolayca manipüle edilebilen varlıklar olarak şu soruyu sormak zorundayız: Bu gerçekten iyi bir oyunculuk mu, yoksa sadece müzik yüzünden mi böyle yorumluyoruz?
Çelişkiler Yaratmak
Ancak tabii ki, film müziğinin duyguları uyandırması en iyi şekilde görsel ve işitsel sinyallerin uyum içinde olmasıyla çalışır. Bu durumda müzik, görüntünün etkisini güçlendirir. Ancak müzik ve görüntü açık bir şekilde uyumsuz olduğunda, yani müzikle görüntü uyuşmadığında kafamız karışır. Beklediğimizden farklı tınlayan bir müzik, her zaman “burada bir terslik var” hissi yaratır.
Bu durum, çeşitli şekillerde kullanılabilir. Örneğin, bir filmde komedi etkisi yaratmak için…(Kötü olmaya çalışan bir karakteri hayal edin, ama bu karakterin sahnelerinde sürekli tuhaf slapstick müzikleri çalar.)
Uyumsuz müzik ve görüntü kombinasyonu, aynı zamanda bizi huzursuz hissettirebilir. Bunun genç bir örneği, Jojo Rabbit filmidir. Filmde başlarda Hitler’i coşkuyla alkışlayan insanların görüntüleri, pop tarzı Beatles müziğiyle eşleştirilir; böylece Führer’e duyulan tapınma ile Beatlemania karşılaştırılır. İzleyici olarak “Bunu yapmak uygun mu?” diye sorar ve koltukta huzursuzca kıpırdanırız. Bir diğer örnek ise Clockwork Orange (Otomatik Portakal) filmidir; burada aşırı şiddet sahneleri, neşeli klasik müzikle süslenmiştir. İnsanı rahatlatan müzik ile yıkım ve şiddet görüntüleri arasındaki çelişki, gerilim ve huzursuzluk yaratır ve bu, sahnede olan bitenin yanlış ve korkunç olduğunu daha da fazla vurgular.
Özel Durum: Müziksiz Film
Sonuç olarak, önceki bölümlerde müziğin bizi nasıl etkilediğini ve bir hikâyeyi nasıl güçlü bir şekilde destekleyebileceğini gördük. Fakat tabii ki müzik, bir filmi izlediğimizin açık bir işareti değildir. Sonuçta hayatımızın bir soundtrack’i yok. Bazen yönetmenler, bilinçli olarak müziğe yer vermezler ve müziğin oluşturduğu koruyucu bariyeri yıkarlar. Örneğin No Country For Old Men (İhtiyarlara Yer Yok) filminde neredeyse hiç müzik yoktur ve bu özellikle katilin harekete geçtiği sahnelerde son derece etkilidir. Hayatta kalmak için mücadele eden birinin sesinden başka hiçbir şey duymamak, dayanılmaz derecede gerçekçi ve korkutucudur. Aynı şey, Saving Private Ryan (Er Ryan’ı Kurtarmak) filminin açılış sahnesi için de geçerlidir; bu sahnede sadece kurşun seslerini ve askerlerin çığlıklarını duyarız. Bu da bizi ürkütücü bir şekilde olayın içine çeker.
Bir sonraki yazıda, film müzikleri konusuna biraz daha kişisel bir notla devam edeceğiz; Sizlere en sevdiğim film müziklerini tanıtacağım. Beklemede kalın.
Nihan Ulutan