Akdeniz dünyasının en büyük antik kenti Efes’in Mermer Cadde’sinde, yoldaki eğimin beni yönlendirdiği hızda yürüyorum… Nedense pek çoğunu gördüğüm başka Yunan ve Roma kent kalıntılarından çok farklı bir albenisi; adeta bir gizemi, sizi içerisine çeken bir çağrısı var Efes’in… İnsanın gerçeklik duygusunu yerinden oynatan bir yer burası; alıp bambaşka boyutlara, başka zamanlara taşıyan… Tarihi kentlerin kalıntılarını gezerken genelde olduğu gibi, geçmişle mesafenizi koruyarak, belirli bir “bugün” uzaklığından, size kalanları ilgiyle çabucak gözlemleyip yolunuza devam edemiyorsunuz burada… Biraz daha kalıp oyalanmak; taşlarda, mermerlerde, ağaçlarda kentten hala yaşayan bir şeyler bulmak; karşınıza çıkan o eski yaşantıya karışmak; kentin gündelik işlerinin bir ucundan da siz tutmak istiyorsunuz; daha doğrusu sanki bunu yapmak üzere olduğunuzu kuvvetle hissediyorsunuz. Yeter ki, gerektiği kadar ısrarla isteyin ve vazgeçmeden bekleyip doğru zamanda orada olun… Efes’i bir “geçmiş zaman kenti” olarak adlandırmamın nedeni de bu galiba; o tabii ki, yaşantısı geçmişte kalmış bir kent ama bugün de yaşıyor gibi sanki veya “ha!” desem, üflesem yeniden eskiye canlanacak gibi…
Binlerce yıllık bir kent Efes; Amazonlardan Hititlere kadar pek çok farklı insan topluluğunun adı geçiyor temeline emeğini harman edenler arasında… Her ne kadar şu anda üzerinde gezdiğimiz Efes, MÖ 300 yılı dolaylarına aitse de, kent aslında katman katman daha eski uygarlıklar da saklıyor derinlerinde; ilk yaşam izleri binlerce yıl daha eskiye dayanıyor. Ve bu “eski”, başka biçimlerde olsa da, ta MÖ 6000li yıllara, yani Cilalı Taş Devrine kadar geri gidiyor. Selçuk’taki Ayasuluk tepesinde, aralarında Amazonların da bulunduğu Anadolu kavimleri tarafından ilk kurulan ve Hititler tarafından da iskan edilen kentten, Bizans döneminde, liman yok olup kent denizden kopunca yeniden Ayasuluk’a geri dönen Efes’e, binlerce yıl… Üstelik böyle birçok kez yeniden kurulmuş bir kent olduğu için, coğrafi yayılım alnı da, benzerlerine göre oldukça geniş. Farklı zamanlardaki kuruluşlarında, aynı çevredeki farklı noktalara kaymış çünkü… Kent hakkındaki bilgilerin kimisi bilimsel varsayımlar; kimisi tamamen kanıtlanmış gerçekler. Örneğin, Hitit yazıtlarında Apasas olarak adı geçen kentin Efes olduğu artık kesin olarak biliniyor. Zaten Efes ile ilgili kesin bilgilerle efsaneler, tüm bu denli eski ve önemli ve vazgeçilmez konularda hep olduğu gibi, birbirine karışıyor… Gerçek diyor ki, ilk Yunan Efes Atina kralı Kodros’un oğlu Androklos tarafından, Ege’nin karşı kıyısını kolonileştirilme uğraşları arasında kurulmuş. Efsane de diyor ki, Androklos Efes’i Delfi’deki Apollon Tapınağı kahinlerinin gördüğü işarete göre, bir balık ile bir domuzun tesadüfi olarak bir araya geldiği noktada kurmuş. O sırada zaman, MÖ 11. yüzyılmış ve Efes o tarihten sonra yüzyıllar boyu, yaban domuzunun balığı kaptığı bu noktada, doğu ile batının yüz yüze yan yana geldiği yer olmuş…
Efes’in uzun bir süre devam eden parlak Helen dönemi, işte böylece başlamış. Bu dönemde Efes, her şeyden önce Kibele ve Artemis’in kentiymiş; demek ki, dişi bir kent, bereket kenti aslında… Üstelik, kimliğinin en önemli boyutunu oluşturan limanından gelip geçmiş yüzlerce sert yüzlü, sert dilli, sert huylu ve kente damgasını vurmaya hazır erkek gemiciye rağmen… Helenler buraya ilk ulaştıklarında, yerli halkı Anadolu’nun bereket tanrıçası Kibele’ye taparken bulmuşlar ve belki bu işe akılları yattığı için, belki de istila ettikleri yerlerde önceden yaşayanları incitip sürtüşme yaratmak istemedikleri için, Kibele’nin hükümranlığına adeta kıyısından ilişip sadece tapınma ritüelleri arasına, kendilerine ait, ona da yakışır bir tanrıçayı, Artemis’i eklemişler. Böylece de, bereket tanrıçalarına tapmaya devam etmişler. Eski dünyanın yedi harikasından birisi olan Efes’teki Artemis Tapınağı bir anlamda tüm bereket tanrıçalarının tapınağı olmuş belki de… Belki bu yüzden coşkusu, üretimi, zenginliği, bereketi, lezzeti bol bir kent olarak yaşamış Efes; bu yüzden 7. yüzyılda Artemis Tapınağı Kimmerler tarafından yerle bir edildiğinde de, 6. yüzyılda kent Lidyalılar tarafından istila edildiğinde de, daha sonra Büyük İskender’in komutanı Lysimachos tarafından bugüne ulaşan haliyle yeniden inşa edildiğinde de, değişen her şeye rağmen, her seferinde tekrar bolluk içerisinde, canlı bir kent olma özelliğini kazanabilmiş…
Efes, 2. yüzyıldan itibaren şaşalı bir Roma kenti, hem de Asya eyaletinin başkenti olarak… Ve Romalı yaşamının bir döneminde, nüfusu 250 000’e ulaşmış bir metropol. (Öyle ya, bu rakam, söz konusu dönem yani MÖ 1.-2. yüzyıl için bir kentin metropol sayılmasına yetecek düzeyde.) Tabii ki, başkent olmuş bir metropole yakışır yapılarla süslü ve tabii ki, böyle bir kentten beklenen hareketlilikte bir kültür ve ticaret yaşamı var. Aslında bu dönemde de özelliklerinden en önemlileri, tipik bir liman kenti olmasından geliyor olmalı bana kalsa; yani yeryüzündeki ve tarihteki tüm liman kentleri gibi, Romalı Efes’in de kalabalık, canlı, karmaşık, hareket dolu ve kozmopolit olduğunu tahmin etmek hiç zor değil…
Sonrası, biraz tüm canlıların yaşam öyküsü gibi; zamanla yaşlanıyor, hastalanıyor ve ölüyor Efes… Ama kendisi gibi tarih sürecinde yok olmuş başka kentlerden farklı olarak, biraz daha bu tanıma uygun oluyor ölümü; yavaş yavaş, sanki uzun süren bir hastalıktan ölen bir insan gibi çünkü deprem ve yangınların ardı sıra gelen başka bir doğal olay, Küçük Menderes nehrinin getirdiği alüvyonlarla limanın zaman içerisinde yavaş yavaş dolması ve böylece kentin denizden kopup uzaklaşması sonu oluyor Efes’in… Efes kentinin yüzyıllara meydan okumuş yapılarını, köşelerini, meydanlarını, kim bilir kaçıncı kez aynı şaşkınlık, hayranlık ve saygı ile izliyorum; yıllardır okuduklarımla ve kentin geçmiş gelişimi hakkında her zaman anlatılanlarla severek tekrar ilgileniyorum… Sanki sınırsız gibi görünen bir tarihi, mümkün olduğunca çok boyutta, Efes’in bütününde canlandırmaya çalışıyorum… Ta ki, Yamaç Evlerine varıncaya dek…
Evler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, mevcut oldukları yeri hemen kişileştiriyorlar ve eğer geçmişten bir yerse söz konusu olan, onu hızla yaşama döndürüyorlar bence. Bu yüzden, kentlerin ortak noktalarından, meydan, tapınak, park, çarşı ve benzeri alanlarından farklı olarak, kimliksiz ve genel değil, kendinizi şahsen içlerinde yaşayanlarla tanışmış hissedebileceğiniz kadar kişisel ve özel oluyor geçmiş zaman kentlerinin nadir bulunan evleri… Çünkü evlerde insanlar yaşıyor ve içerilerinde genellemeler yerine özel hayatlar var; tarihin neresine sıkışmış olursa olsun… Yamaç Evlerinin önüne her geldiğimde, kendimi birden bire sanki eski bir kentin günümüze dek yaşamış kalıntıları arasında değil de, hala eskideki gibi yaşayan bir kentin olağan hayatı içerisinde buluyorum nedense… Neden ve nasıl bilmem, Efes’in diğer tüm boyutları ikinci plana geçiyor kafamda… Başka tarihi kent kalıntılarında olmayan bir şeyler var benim için bu evlerde… Ben geçmişe gitmeye çalışacağıma, geçmiş bugüne gelmiş gibi oluyor birden. Çocukluğumun geçtiği mahalleye geri gelmiş gibiyim sanki; yapmam gereken tek şey, aslında hala kafamda canlılığını sürdüren anılarımı tazelemek… Evlerin yaşadığımız şu anda boş olması, mozaiklerinin silinmişliği, kapılarının eksikliği gibi bir takım fiziki gerçekler hiç önemli değil… Burada hala içten içe kaynayan bir yaşam olduğunu hissediyorum sanki ve zihnimde çakan bu imgenin boşluklarını doldurmak üzere, elimde olmayan, asla kontrol edemediğim bir hızla o evlerde yaşanan renkli ve çeşitli yaşamlar hayal etmeye başlıyorum… Çünkü şu anda kazan kaynamıyor, duman tütmüyor olabilir bu evlerde veya mırıldanılmış bir şarkı sesi yok belki artık ama bence yaşam hala gürül gürül akıyor sanki burada ve bir kentin beni ilgilendiren boyutu da en fazla bu zaten. Söz konusu olan bir geçmiş zaman kenti de olsa, herhangi bir kentle ilgili kafama takılan sorular, gözümde canlanan hayaller, beni içine çeken keyif hep bu boyutta; yaşamın temposu ve çeşitliliğinde…
Efes kentinde yaşam iki bin yıl önce nasıldı? Ne kadar canlı, ne kadar mutlu, ne kadar zorluydu? Saatlerdir gezdiğim kenti, Celsus Kütüphanesini, Hadrian Tapınağını, tiyatroyu, hamamları nasıl insanlar doldururdu? Ve bunlar, daha önceki kentte Artemis Tapınağında sunak sunanlardan nasıl farklıydılar? Aşk Evi’ne yalnızca kente uğrayan gemiciler mi giderdi? Trajan Çeşmesi, bizim köy çeşmeleri benzeri bir gizlice buluşup birbirine saklı mesajlar iletme yeri miydi? Gündelik hayatta, agoradaki en hararetli toplaşmalar, görüşmeler ne hakkındaydı? Kimler tanışırdı, kimler selamlaşırdı; dost kimdi, birbirine düşman olanlar kimlerdi? Aşıklar tam olarak nerelerde buluşurlardı ve acaba hiç Yamaç Evlerin önünden, el ele/kol kola geçerler miydi? Tüm bu sorular nedense aklıma, Yamaç Evlere gelince üşüşüyor ve yine nedense bana yanıtları, Yamaç Evlerin bir yerlerden çıkan eski sakinleri verecek gibi geliyor… Bu evlerde yaşayanların hayatını yeniden canlandırabilirsem, kentin tüm sırlarını çözebileceğim sanki…
Bir yamaca yan yana ve kat kat sıralanmış, ortası avlulu ve neredeyse günümüzün konforuna sahip evler Yamaç Evleri… Kentin en makbul konumu, hamam, kalorifer sistemi, mermer kaplama duvarlar, duvarlarda freskler… Belli ki, zenginler yaşamış içerilerinde… O dönemde zenginlerin kimler olduğunu ve aşağı yukarı nasıl yaşadıklarını bilmek, hayal gücümü daha da sınırsız hareket ettiriyor sanki… Düşünsenize; bu evlerde insanlar yaşardı; binlerce yıl öncenin insanları… Bu evlerde süregelen bir hayat, gündelik kaygılar, bir yuvanın sıcaklığı, kavga eden aile fertleri, yorgun hizmetkarlar, mağrur hanımlar vardı… Kimi gece saatlerce yıldızları seyrettiler kapılarının önünde; kimi gece uykuları kaçtı, yataklarında dönenip durdular… Saçları sizinkiler kadar yumuşak mıydı acaba veya en çok günün hangi saatinde acıkırlardı? Onlar da sevdiler bebeklerini, eminim dedikodu da yaptılar, dişleri ağrıyınca tıpkı bizim gibi acıyla kıvrandılar ve gerçek aşkı bulmak için kim bilir ne hayaller kurdular… İhtirasları, beklentileri, umutları vardı tabii ki ve mutlaka onlara kalsa, tüm yeryüzünü kaplıyorlardı; kendilerinden başkasının farkında bile değildiler, dünyanın merkeziydiler; tıpkı bizim gibi… Oysa tarihin muazzam akışı içinde ne kadar küçücük ve önemsizmişler… Ya da daha doğrusu, ne kadar geçici; tıpkı bizim şu anda olduğumuz gibi… Ben onların dünyalarının görece kısıtlılığına hiç takılmadan, bu evlerde buluşmalar tasarlıyorum kafamda, sevişmeler, kavgalar ve hastalıklar… Sonra sevinçle kabul edilen armağanlar; evin hanımının tekini kaybettiğine üzüldüğü bir çift küpe, akşam yemeği için seçilmiş bir şarap bardağı, düştüğü köşede unutulmuş bir saç tokası…
Böylece, Yamaç Evlerin varlığı, benim için tüm Efes Kentine bir derinlik, bir anlam, bir yaşam kazandırıyor. Kenti bir tarihi kalıntı olmaktan çıkarıp yaşanmış bir mekan haline getiriyor… Daha gerçek oluyor Efes… Sanki görünmeyen bir elin bir takım siyah beyaz görüntüleri bir suluboya fırçasıyla renklendirilerek canlandırması gibi… Yamaç evlere ulaşınca, birden kent ete kemiğe bürünüyor; kapılardan birisini çalıp konukluk edecekmişim gibi geliyor birazdan; ya da en uçtaki evin hizmetkarlarıyla sokağın başında beş dakika sohbet edecekmişim gibi… Sanki iki komşu evin gençleri, baş başa vermiş hararetle fısıldaşarak beni görmeden geçip gidecekler önümden ve az evvel limana gelen gemiyi daha yakından görmek için o yöne doğru gidiyor olacaklar. Derinden derine bir Pazar yeri uğultusu, dalga dalga bir bayram günü karmaşası sarıyor sanki etrafımı… Denizin kokusunu ve uzun seferlerden dönen ticaret gemicilerinin mutlu gürültüsünü, limandan çok burada duyuyorum nedense…
Liman deyince, kıyı kenti Efes’in limanının Küçük Menderes’in getirdiği alüvyonlarla yavaş yavaş dolması nasıl oldu acaba? Bu, kitaplarda kolayca söylenip geçiliveren “yavaş yavaş” nasıl bir süreydi? Kent halkı fark etti mi kentin başına gelecekleri? Son aşamada öyle olmuş olmalı çünkü yazılanlara göre, oluşan bataklık ve sonunda yarattığı sivrisinek istilası, kentin terk ediliş nedenleri arasında… Ama ya daha önce? Belirsizlik insanı en çok yıpratan şeylerden birisidir. Bugünün, ne zaman ve ne hızla geleceği belli olmayan bir depremi bekleyen İstanbulluları mı daha çok kaygılı ve tasalıdır sizce, yoksa limanın gözlerinin önünde giderek yok olduğunu gören Efesliler mi? İmparator Hadrian birkaç kez temizlettiğine göre dolmakta olan limanı, yaşanan bu durumun kentin geleceği için ne anlam taşıdığını da görmüş olmalı…
Ya bu yok oluş kendini fark ettirmeden gerçekleşirken, Yamaç Evlerin durumu neydi acaba? Ve acaba Yamaç Evlerde oturanlar, taraçalardan limana doğru bakınca, algılayabiliyorlar mıydı oluşmakta olan durumu? Yoksa öyle bakmakla fark edilmeyecek kadar yavaş ve sinsi mi gerçekleşti değişim? Ya da kentin başına geleni algılayamayacak kadar, kendileriyle, gündelik yaşamlarıyla, özel kaygılarıyla mı meşguldüler?
Peki, bugün yol veya inşaat yapmak için denizleri dolduranlar o zaman yaşasalardı, ne düşünüyor olurlardı? Yeryüzünde toprak olarak zaten mevcut olan alanların yetersiz kalmasına neden olan bir açlıkla arsa yaratma faaliyetinde uzman olmaları belki Efes Kentini kurtarırdı yok olmaktan; bataklığa dönüşmeden liman, hallederlerdi işi… Yoksa acaba tam tersi mi olurdu? Çok daha önce doldurup limanı, olayın tarihe farklı geçmesini mi sağlarlardı farkında bile olmadan; daha doğrusu umurlarında bile olmadan? Efes Limanını, asırlar önce mi yok ederlerdi? İnsan Türkiye’de yaşayınca, bu pek de anlamlı olmayan soruları farkında olmadan sorarken buluyor galiba kendini…
Hal ne olursa olsun, ben, bugününde yaşıyorum Efes’in ve bu eşsiz geçmiş zaman kentinin farklı tarih dönemlerindeki değişik biçimlerinin hepsini hayalimde ayrı ayrı canlandırmaya çalışıyorum: Hitit, Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı Efesler… Bulduğum imgelerin hepsi birbirinden ilginç ve keyifli geliyor bana ve romantik ruhum sağduyuma galip gelince, neredeyse kendimi Agora dönüşü Celsus Kütüphanesi’ne kentin tarihiyle ilgili bir kitap aramaya giderken yakalıyorum…
Efes, istilalar, depremler, yangınlar görmüş; yüzlerce farklı yönetici geçmiş başından; birçok kez el ve yer değiştirip her seferinde farklı bir uygarlığın en önemli kentlerinden biri olarak yaşamaya devam etmiş; o farklı uygarlığın inceliklerini de mevcut bildiklerine katarak… Bu yüzden, ben ürettiği yaşamların da çok özel olduğuna inanıyorum. Benim için yeryüzündeki en ilginç ve önemli geçmiş zaman kentlerinden birisi olması ve beni tekrar tekrar geri çağırması bu yüzden…