John Berger, Buluştuğumuz Yer Burası’ kitabında; ölüm istediğin yerde olabilmektir, diyor. Oysa sadece öldüğünde değil insan, yaşarken de dilediği yerde olmak istiyor. Berger, ruhumuza kılavuzluk edip yol gösteriyor.
Seksen yaşındayken kentler ile ruhları, anılarla harmanlayıp bugünde buluşturmak, yaşamın damıtılmış hali olmalı… Geçmişten süzülüp gelen, tecrübeyle yoğrulmuş ve geleceğe bırakılan… İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’in 2006’da, seksen yaşındayken yazdığı ve Metis Yayınları’nın geçen Kasım’da üçüncü baskısını yaptığı ‘Buluştuğumuz Yer Burası’ isimli kitap nedeniyle yazıyorum bu satırları. Cevat Çapan, Gönül Çapan ve Müge Gürsoy Sökmen’in Türkçe’ye çevirdiği kitap, sekiz -daha doğrusu sekiz buçuk- öyküyü bir araya getiriyor.
Bu kitabı yazdıktan on yıl sonra, doksan yaşında yaşamını yitiren İngiliz yazar, sanat eleştirmeni ve ressam John Berger; artık hayatta olmayan anne, baba, eski sevgili, öğretmen, arkadaş ve diğer yakınlarıyla değişik şehirlerde buluşuyor. Lizbon’da annesiyle, Cenevre’de Jorge Luis Borges’le, Krakow’da hocasıyla, Madrid, Islington ve diğer yerlerde sevgilileri ve arkadaşlarıyla karşılaşıyor. Kentleri, yaşayanları ve artık yaşamayanları; geçmiş, bugün ve gelecekte kurguluyor. Bazen kentin sokaklarında dolaşırken, bazen beş yıldızlı bir otelin lobisinde beklerken, bazen yolda giderken, bazen de bir mağaranın içinde; geçmişin bugüne taşan izlerini, kahramanlarıyla bir araya getiriyor. Artık hayatta olmayan karakterlerini, okurunu ürkütmeden, çaktırmadan yaşamın içine akıtıyor.
Lizbon’da Berger’in karşısına çıkan annesi, “Ölüler öldükleri zaman yeryüzünde nerede yaşamayı sürdürmek istediklerini seçebilirler, yeter ki yeryüzünde kalmaya karar versinler” diyor. Yani, ölüm dilediğin yerde olabilmek, belki de. Oysa sadece öldüğünde değil insan, yaşarken de dilediği yerde olmak istiyor.
Bir kaç yıl önce Guardian gazetesinde yayımlanan bir yazısında Berger, doksan yıla yaklaşan ömründe neredeyse seksen yıldır yazı yazdığını belirtmişti. Önce mektuplar, şiirler, konuşmalar, sonra da eleştirel denemeler, öyküler, senaryolar, romanlar, oyunlar yazarak geçen seksen yıl. Bu arada dünyanın birçok ülkesine yolculuklar yapmış, birçok uluslararası sanat ve kültür kurumlarında konferanslar vermiş, televizyon programları hazırlamış, filmlerde oynamış çok yönlü bir insandı.
Şimdinin hikayesi
Geçen Ocak ayında doğanın döngüsüne boyun eğip 90’ında yaşama veda eden usta yazar; edebiyat, resim, heykel ve çağdaş insan sorunlarıyla ilgili denemelerini biraraya getirdiği ‘Şiirin Saati’ adlı kitabındaki ‘Ölümün Sekreteri’nde; “Öykünün zamanı, şimdiki zamanın hikayesidir” demişti. 1994 yılında edinip okuduğum ve altını çizdiğim satırlarda Berger, şöyle devam etmiş:
“Öyküde sürekli olarak olmuş bir şeyin sözü edilir, ama öyle bir biçimde edilir ki, her şeyin olup bitmiş olmasına karşın, hiçbir şey yok olmamıştır. Bu öykünün yaşadığımız anda da varoluşu bir çeşit hatırlama olarak değil, birlikte varoluş (geçmişle şimdiki zamanın birlikteliği) olarak düşünülmelidir.”
Bu satırlar ile Berger, sanki ‘Buluştuğumuz Yer Burası’da kullandığı dili anlatmış, belki de ‘gezi-anı-öykü nasıl yazılır’ın ipuçlarını vermiş. Hayatını kaybetmeden önce Serhan Yedig’e verdiği röportajda ise ‘Buluştuğumuz Yer Burası’ kitabından şöyle söz etmişti:
“Şu anda bir öykü kitabı hazırlıyorum. Öyküler bir araya geldiğim insanlar üzerine. Mesela biri Lizbon’daki bir karşılaşma. Ölü bir insan karşılaştığım; annem. Sanırım hayatında hiç Lizbon’a gitmemişti. Yaklaşık bir yıldır yazıyorum. Tuhaf bir duygu: Yazarken yaptığınızın ne olduğunu bilemiyorsunuz. Hep berbat olduğunu düşünüyorsunuz yazdığınızın. Sonra her şey iyice kötüleşince, bir şeyler görünür hale geliyor. Çünkü insanoğlu, hata üstüne hata yapıp hep gelişir. Şimdilik vaziyet bu. Her zaman olduğu gibi… ”
Annesiyle Lizbon’da buluştuğunda da Berger, “Cesaret istiyor yazmak” diyor. “Cesaret gelir, sen bulduğunu yaz, (…)” diyen annesi, diğer sayfada şunları anlatıyor:
“Bir şeyler yazarsın, ne olduğunu da hemen anlayamazsın. Bu hep böyle olmuştur. Bilmen gereken tek şey, yalan mı söylüyorsun yoksa doğruları söylemeye mi çalışıyorsun. Bu ikisi arasındaki ayrım konusunda yanılmayı göze alamazsın bundan böyle.”
‘Zaman duygusunu kaybetmek’
Berger, kitaptaki ilk öyküsünde annesine “Neden benim kitaplarımdan hiçbirini okumadın?”diye soruyor ve şu yanıtı alıyor:
“Beni başka hayatlara götüren kitaplardan hoşlanırım. Okuduğum kitapları bu yüzden okudum. Çok okudum hem de. Her biri gerçek hayatla ilgiliydi o kitapların, ama kaldığım yerden okumaya başladığımda , benim başıma gelenleri anlatan kitaplar değil. Ben okurken her türlü zaman duygusunu kaybederdim. Kadınlar hep başka hayatları merak ederler, erkekler bunu anlamayacak kadar iddialıdırlar. Başka hayatlar, daha önce senin yaşadığın ya da yaşamış alabileceğin başka hayatlar. Senin kitaplarınsa benim yaşamak değil de ancak düşlemek isteyeceğim, tek başıma, kendi kendime, hiç kelime olmadan düşleyeceğim başka bir hayat hakkında olmasını umuyordum. Onun için iyi ki okumamışım. Ama camekânlı kitaplıkta görebiliyordum onları. Bu bana yetiyordu.”
Bence yetinmelim, ‘Görme Biçimleri’nden başlayarak Berger’in ‘umut taşıyan’ eserlerini baştan sona okuyalım. Çünkü ‘Buluştuğumuz Yer Burası’da dediği gibi; “Koca bir büyüteçtir umut -bu yüzden fazla ileriyi görmeni önler. (…) Yalnızca başarılabilecek şeyler için umut besleyelim! Birkaç şey onarılsın yeter. Birkaç şey az değildir. Onarılan bir şey binlerce başka şeyi değiştirir.”
Berger, belki de ‘dileğin yerde olabilmek’ için, umut ederek onarmayı ve yaşamı değiştirmeyi vaad ediyor. İyi ki yazmış. ‘Buluştuğumuz yer’ İstanbul, Berger!
Hayriye Mengüç