Bendeniz naçizane yazmaya kollarını sıvamış, onları deviren kitaplar yazabilmiş, hiçbirinden de pek tatmin olamayıp bir diğerini yazmaya başlamış, halk arasındaki tabiriyle yazar bir kişi ve öncesinde editör olduğumdan “yazmak” konusunda konuşmayı hiç sevmem. Üstelik bu konuda kitap yazıp söyleşilerde susturulmadığı sürece konuşan birisi olarak söylüyorum bunu. Ünlü film repliğinde olduğu gibi, “Konuşuyorum ama sorun bir neden konuşuyorum.” Çünkü “bir kitap yazmak” isteyenler peşimi bırakmıyor da ondan. Her gün sosyal medya hesaplarından, e-postalardan mesajlar geliyor.
“Nasıl yazmalıyım?”
“Yazmanın en önemli yirmi kuralı nedir?”
“Yazar nasıl olunur?”
“Yazmak istiyorum, nereden başlayayım?”
“Neden yazıyorsunuz?”
“Neden yazar oldunuz?”
Efendi her insan gibi aklı başında cevaplar veriyorum. Yazmanın kolay bir iş olmadığını, karşılığının bu topraklarda pek de tatmin edici olmadığını, öncelikle iyi bir okur olmak gerektiğini söylüyorum mesela. Eh bunlar da en ünlüsünden en duyulmamışına tüm yazarların ve editörlerin üç aşağı beş yukarı söylediği şeyler. Doğruluk payları da epeyi yüksek.
Neden yazar olduğuma dair bir fikrim yok mesela benim. Yazmasaydım öleceğim falan yoktu, ben bir yazar olayım da dünya âlem edebiyat görsün diye de çıkmadım yola. Yazıyordum –neden bilmem-, okuyordum –sıkıntıdan-, sonra çok birikti, oldum olası da hikâyeciyimdir zaten, birkaç bin yıl önce olsa köy köy dolaşıp hikâye anlatanlardan olurdum herhalde, işte böylece metinleri, hikâyeleri toplayıp yayınevlerine gönderdim. Okunma arzum yokmuş gibi davranmam doğru olmaz, elbette her yazan insan bir süre sonra paylaşmak istiyor. O bir tanecik okura ulaşmak ve ona “Nasıl olmuş” diye sormak istiyor. Şimdi bu yazıyı yazmadaki muradımı ifade ettiğime göre asıl konuya geçeyim.
Bana “yazar” vasfım nedeniyle sorulan sorular dediğim gibi hemen her yazara soruluyor. Hele de dünya çapında tanınmış bir yazarsanız paneller, söyleşiler, konferanslara varan bir dizi etkinlikle binlere anlatılıyor. Ama yetmiyor, sorular her yeni kişide tekrarlanıyor. Önünde sonunda o yazarın da – bence canına tak ediyor- bu konulara dair derli toplu bir görüş bildirme ihtiyacı doğuyor. Ernest Hemingway, Ursula K. Le Guin, Edgar Allan Poe, Julio Cortazar, Stephen King, Haruki Murakami, Jean Paul Sartre, Ray Bradbury mesela, bizden de Semih Gümüş, Celil Oker, Hakan Bıçakçı, Murat Gülsoy bahsettiğim içerikte kitaplar yazdılar ve deneyimlerini soruların sahiplerine ve kamuya açık hale getirdiler. Daha onlarca var da aklıma gelen bunlar.
İşte bu zincire Margaret Atwood’da eklendi. 2022 yılında Doğan Kitap’tan yayınlanan Ölülerle Uzlaşmak isimli, alt başlığı ise Bir Yazarın Yazmak Üzerine Düşünceleri alt başlıklı kitabı tüm sorulara cevap vermeye çalışıyor. Yazarı dünyaca ünlenen “Handmaid’s Tales” dizisinden hatırlayanlarınız olacaktır. Diziye konu olan kitap bizde Damızlık Kızın Öyküsü olarak çevrildi. Diğer ünlü kitapları da Nam-ı Diğer Grace, Antilop ve Flurya, Evlenilecek Kadın, Ahitler olarak söylenebilir.
Atwood’un kitabının isminin pek yazmayla ilgili yokmuş ve “ne alakası var ya!” nidasıyla karşılanacak şekilde olduğu düşünülebilir. Ama en sonu en baştan söyleyeyim, Atwood yazma eylemini ölüm korkumuz, ölüme karşı duruşumuzla bütünleştiriyor. Bu devasa bir “spoiler”dır ama ne demek istediğimi okumadan anlayamayacağınız için müsterihim. Devam edeyim.
Atwood, “Neden yazar oldunuz, yazıyorsunuz?” sorularına hemen her yazarın verdiği bir cevabı bunu da belirterek veriyor. Bunun formülü yalnız geçmiş ve kitaplarla dolu bir çocukluktur diyor. Çocukken bu illete bulaştınız mı ömür boyu sizi takip ediyor gerçekten de. Hikâyeler ve dünyanın sırlarını aşikâr eden bilgiler sizi her seferinde çağırıyor. Bir nevi Ctuhulhu’nun Çağrısı[1]. Bu tasvirlerimle, metaforlarım, alegorilerimle yazmaya niyetiniz varsa sizi ürkütmek istediğimi düşünebilirsiniz. Sonuna kadar haklısınız! Bunun nedeni kendime bir rakip daha çıkarmama hinliği değil elbette, yine Atwood’un dediği gibi:
“Yazmaya gelince, çoğu insan vakit bulsa kitap yazabileceğine inanır. Pek haksız da sayılmazlar. Birçok kişi kitap yazabilirdi… Başkalarının okumak istediği deneyimler yaşamış olsalardı. Fakat bu ‘yazar’ olmakla aynı şey değildir.”s.55
Atwood’da bunu biraz göz korkutmak için söylemiş gibi durdu değil mi? Bunda da haklısınız. Ama sonrasında öne sürdüğü savlar, beni bile yazmaktan soğutacak derecede kan dondurucuydu. Burada biraz abartmış olabilirim. Ama ölümle kurduğu bağ, yazarın içindeki “öteki ben”, yazar gerçekte kimdir, Dr. Jeykıl mıdır, Mr. Hyde mıdır, Alice’in aynasından geçip kendisiyle yüzleşen midir, yazarların yakınları tarafından nasıl görünür, yazarın kitabının basılmasıyla beraber görünmez oluşu, yazarın mağarası, karanlığı gibi başlıklar altında anlattıklarının çok sevimli bir izlenim bıraktığını da söyleyemeyeceğim size. Bu başlıkla size sevimli geliyorsa zaten oturun yazın, hoş geldiniz dünyamıza.
Atwood’un kitabını sevdim, kolay okunuyor, biraz huzursuz ediyor, sonra sırtınıza pat pat vurup sakinleştiriyor, yazmaya bir ömür adamış olana yeni bir şey söylemese de ayna tutuyor, yola çıkmış olanlara da neler yaşayacağını, öncüllerinin nelerden geçtiğini gösteriyor.
Kitabı bitirince aklıma birkaç yazarlık ve yazmakla ilgili film de düştü. Hatta bazılarını açıp tekrar izledim. Okuduktan sonra ya da okumadan önce gözlerinizle “yazar” dünyasına –o her neyse artık- tanık olmak isterseniz diye sevdiklerimin isimlerini de şuracığa bırakıyorum.
Onun öncesinde son söz olarak yazmanın önünde hiçbir engel olmadığını, zorluklarının yanı sıra büyük bir tatmin sağladığını, arzu ediyorsanız bir kalem kâğıt ya da bilgisayar yardımıyla bu işe soyunabileceğinizi belirteyim. Ama her şeyin üstünde ben de Atwood gibi düşünüyorum, yazmaya başlamanın yolu okumaktan geçer, çok okumayan birinin yazması olmayan şey değil ama “yazar” olamadığı bir gerçek. Kalın sağlıcakla.
Film listesi:
The Hours (Saatler): Stephen Daldry yönetmen koltuğunda, David Hare, senaristler Michael Cunningham, Cunningham aynı zamanda senaryoya baz olan kitabın yazarı. Başrollerde Nicole Kidman, Julianne Moore, Meryl Streep yer alıyor. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway kitabından esinlenerek hikâyesi oluşturulmuş.
Barton Fink: Coen Kardeşlerin hem senarist hem yönetmen olduğu filmin başrollerinde John Turturro ve John Goodman. Bir yazar olan Barton Fink, bir senaryo yazması için bir otele yerleştirilir. Hem senaryo hem etrafındaki kişiler gittikçe karanlık bir hal almaya başlar. Atwood’un karanlıktaki yazar göndermesine pek de uyuyor.
Genius (Fırtınalı Hayatlar): Michael Grandage yönetmen, senaristler ise John Logan, Andrew Scott Berg. Senaryo A.B.D’li ünlü editör Maxwell Perkins’in günlüklerinden uyarlanmış. Yazar Thomas Wolfe ile menajeri Maxwell Perkins arasındaki ilişkiyi anlatan film editör ne yapar sorusuna da bir nebze cevap veriyor. Her ne kadar 1920’lerde geçse de ipucu ipucudur.
İyi seyirler.
[1] H.P. Lovecraft’ın kitap ismi.
Şeniz Baş