İnsan gibi birçok canlıya göre fiziksel olarak zayıf bir türün binlerce yıldır varlığını sürdürmesi, üstelik dünyayı ele geçirmiş olması bir bana şaşırtıcı gelmiyordur herhalde. Çoktan irice bir hayvan türünün sonunu getirmiş olması gerekirdi. Bir mamut ya da bir goril sürüsü belki. Ama öyle olmadı. Her nasılsa varlığını her adımda daha da güçlendirerek ilerledi. Bu konuda insanlık ikiye ayrılmış durumda -elbette her şeyde ayrıldığı gibi, seviyoruz ikiye bölünmeyi, yapacak bir şey yok!- keşke böyle olmasaydıcılar ve insan eşref-i mahlûkatçılar. Ben kararsızlardanım. İnsan olmam hasebiyle ikinci gruba, gezegenimizin hâlini gördükçe birinci gruba yakın hissediyorum.
Peki, bunu nasıl başardık? Sosyoloji, antropoloji, psikoloji okuyanlar, evrim araştırmalarını takip edenler birçok farklı teoremi biliyorlardır elbette. Benimse bunların arasından cımbızlayıp çıkardığım kendi teoremlerim var. Biraz fazla kurnaz -özellikle bunu seçtim, zeki miyiz emin değilim- olmamız ve bağlar kurmayı bilmemiz. Bağlar bizi hayatta tutuyor, bundan adım gibi eminim işte! Aile bağları, kabile bağları, mahalle bağları, arkadaşlık bağları, komşuluk bağları… Bağ kurmayı seviyoruz. Evleniyoruz –çiftleşiyoruz demeyi tercih ederdim ama şimdi olay çıkarmayayım-, çocuk sahibi oluyoruz, ona kuzen, buna amca, şuna hala deyip akrabalar ediniyoruz; arkadaş, dost, ahbap diye çeşit çeşit yakınlıklar icat ediyoruz; işlerimize ortak alıp, çalışanlarımızla aile gibi olduğumuzu iddia ediyoruz; yan taraftaki betonerme yapıda oturan insanlara komşu deyip tuz isteyecek birini buluveriyoruz. Bunun nedeni sevgi, ilgi ve paylaşma ihtiyacı gibi gözükse de ben Göbeklitepe’yi inşa eden atalarımızın niyetini daha öne alıyorum. Avcı-toplayıcısınız, avı devirmek zor, üçlü beşli gruplar hâlinde ormana dalmaya karar verdiniz. Ama gez dolaş yoruldunuz, yükü taşımak, çoluk çocuğu peşinizde dolaştırmak zor olmaya başladı. Hem buğday diye bir şey buldunuz, ekip başını beklemeniz gerekiyor. En iyisi konaklayalım diye bir karara vardınız. Ama baktınız ki bir mahalle arkadaki konakçılar siz arkanızı döner dönmez ambarı yağmalıyor. Bu böyle olmaz, bunlarla yakınlaşmak lazım dediniz. Üşenmediniz hepsini ikna ettiniz, hep beraber doğumu, ölümü, ziyafeti paylaştığınız bir alan inşa ettiniz. Evet, artık birbirinizi tanıyorsunuz, birbirinize destek veriyorsunuz ve paylaşıyorsunuz. Bağlarınız var, bu sizi koruyor ve güçlendiriyor. Ekmeği, geyiği de kurtardınız. Voilà! O zaman devam…
İnsanlık bunu iyi kötü ilerletti. Yüzyıl Savaşları, Haçlı Seferleri, Viking ya da Moğol istilaları gibi ufak anlaşmazlıkları saymazsanız tabii. Kırk yaşını göremedikleri, on çocuk dünyaya getirip birini sağ tutabildikleri, vebası, kolerası derken her otuz yılda bir nüfusun yarısını kaybettikleri halde türlerini sürdürdüler. 1897’ye gelindiğinde, yetersiz araştırma ve istatistiğe rağmen insanların birbirlerini öldürmekten kendi kendilerini öldürmeye meyil ettiklerini gösteren bulgular ortaya çıktı. İntihar dediğimiz bu eylemlerde bir artış olduğunu ve incelenmesi gerektiğini düşünen Fransız sosyolog Emile Durkheim “İntihar” isimli bir kitap yazdı. Durkheim, bu eserinde intiharın ırk, kalıtım gibi etmenlerle açıklanamayacağını, toplumsal yapıya bakılması gerektiğini söyledi. Ben Durkheim’in yazdıklarından sonuç olarak anladığımı –kitabın Türkçe baskısı editörü olarak biraz hava da atayım- bir cümleyle ifade edeyim: Toplumsal bağlarda kopuş var, bağlarımızı gevşettik, bazılarını kopardık, yerine yenilerini koyamadık, insanlar yalnız kalıyor ve hayata tutunacak gücü bulamıyorlar. Durkheim epeyce eleştirilir ama iyi iş çıkaran bilim insanlarının kaderi hep budur. Bir yol açarlar, bir pencereden bakmamızı sağlarlar; biz de onlara söylene söylene açtıkları yoldan gideriz.
İnsanlık art arda iki Dünya Savaşı, Vietnam, Kore, Irak, Suriye, Domuzlar Körfezi, Kardak, Falkland diyerek bağlarını mıncır mıcır ettikten sonra takvimler 2018’i gösterdiğinde Britanyalı yazar ve gazeteci Johann Hari bir kitap yazmaya karar verir. Kendi derdinden mürekkep bu kitabın adını da “Kaybolan Bağlar/Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler” koyar. Hari, ilk gençlik çağından itibaren depresyondan mustariptir, ilaçları üçer beşer yutmuş ama akut depresyonunu dindirememiştir. Kimseciklere güveninin kalmadığı bir anda kolları sıvar, dünyanın dört bir tarafında konu hakkında çalışan ne kadar bilim insanı, araştırmacı, gazeteci, doktor varsa hepsiyle oralarda konuşur, saha çalışmalarına katılır, toplumsal olayların peşine düşer. Sonuç: Bağları gevşettiniz, kopardınız, terk ettiniz; yerine de yenisini koymadınız. E ama bunu Durkheim söylemişti!
Yok, haksızlık etmeyeyim, bu yeni yüzyılda birisinin daha çıkıp bize bunu söylemesi gerekiyordu. Kendi kendimizi, etrafımızı, çevre ülkeleri ve dahi Mars’ı yemeden önce bir kendinize gelin, siz kardeşsiniz diyecek birileri olmalıydı. Johann Hari tek tek ispatlayarak bunu demiş; sadece tespitlerle de kalmayıp çözüm önerileri de getirmiş. Elbette bunu bilimsel savlarla, gerçeklerle ve olaylarla desteklemiş. Kitap bir solukta okunuyor, sık sık “Aa, bu benim,”, az sonra “Yok ya ne alakası var, ben iyiyim,” dedirtiyor. Altını bol bol çizdiriyor. En son bölümde bağları nasıl tekrar tesis edeceğimize, kendimizi bu bağlar içinde nasıl var edeceğimize dair önerileri de iletiyor. Burada biraz kişisel gelişim kokusu alsam da o kadar çok bilim insanının adı geçiriyor ki teslim oluyorum. Hari iyi iş çıkarmış. Ben bağlara inanlardanım ama esnek olanını seviyorum. Bağlar, prangalar haline gelmemeli diyorum. Hari de beni destekliyor, o nedenle içim ona biraz daha ısınıyor. Bir de şu cümleleri yazıyor ve kendimizi biraz daha az önemsesek daha sağlıklı ilişkiler kuracağız diyen iç sesime ses veriyor:
“Hayır, sen sen olma. Etrafındaki herkesle bağ kur, bağlantı içinde ol. Bütünün parçası ol. Kalabalığa hitap etmeye çalışan adam olma. Kalabalık olmaya çalış.” s.221
Yazının sonlandığını sanıyorsanız daha bitirmedim. Bağı koparıyormuş gibi yapıp bir bağ kuracağım. Az sabır! Kitabı okuduğum sırada bir Fransız’a daha takıldım. Gazeteci, yönetmen, senarist Agnes Varda. Şimdi bilenleriniz, “Ooo günaydın, Üsküdar’da sabah oldu,” yoksa bu, atı alan Üsküdar’ı geçti miydi, her neyse işte, böyle bir şeyler diyor olabilirsiniz. Ama ben Agnes Varda’nın ünlü eseri “Yertsiz Yurtsuz”u yeni seyrettim. Film bir hendekte ölü genç bir kadın bulunmasıyla başlar. O andan on beş gün geriye doğru gider, kadını bu noktaya getiren olayların başlangıcını görürüz. Genç kadın bir noktada toplumdan kopmuş ve yollara düşmüştür. Yol boyunca da bağ kuramadığını, kurmaya meylettiği bağları sağlıklı bir bakış açısıyla değerlendirmediğini ve yavaş yavaş kendisiyle bağını da kopardığını görürüz. Kadını ölüme açlık, soğuk değil, bağsızlık götürür. Bunu sistem eleştirisi gibi de okuyabilirsiniz elbette, ancak bana göre “bağ”sızlıktır asıl mesele. Bunun izlerini Varda’nın daha da ünlü filmi “5’ten 7’ye Cleo” filminde devam ettirebilirsiniz. Cleo, genç, güzel ve başarı basamaklarını başında bir şarkıcıdır. Cleo, dünyada sadece Cleo olarak vardır. Katı bir cisim, geçirgenliği yok, o kalabalıkların içinde ama her nasılsa onlardan apayrı. Cleo, kimseyi görmüyor, olaylar üstünden mermerin üstünden akan su gibi kayıyor. Cleo, filmin sonuna doğru dünyayı ancak kurduğu gerçek bir bağ vasıtasıyla görmeye başlayabiliyor. O andan sonra, adımları yavaşlıyor, güneşin sıcağını, günün aydınlığını hissediyor, âşıkları, arkadaşları, hayatları görmeye başlıyor. Agnes Varda bunu mu anlatmak istemiştir bilemem ama ben böyle yorumladım. Her sanat eserinin kaderi en sonunda okuyanın, izleyenin, bakanın algıladığı kadar; Agnes Varda da bundan geri kalamazdı elbette.
Hamiş: Kitabı okuyup filmleri de izleyince pandeminin bendeki olumsuz etkisini fark ettim. İki üç kişi dışında eşi dostu boşlamış, sosyal ortamlardan sıkılır olmuş, üstüne de kimse beni neden aramıyor diye sızlanır hale gelmişim. Derhal eylem planıyla iki doz aşıma da güvenerek sosyalleşmeye başladım. Kimse beni aramıyor değilmiş, ben insanları aramıyormuşum.
* Kaybolan Bağlar/Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler, Johann Hari, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, 2019.
Şeniz Baş