Gidivermek

11 Şubat 2021

Herkesin içinde bir “gidivermek” arzusu, dilinde bir “gidivermek” tehdidi, aklında bir “gidivermek” planı yok mudur?

“Alıp başımı gidiveririm, görürsünüz gününüzü.”

“Alsak başımızı, bir güney kasabasına gidiversek.”

“Seneye emekli olsam, gidiversem memlekete.”

“Üniversite bitince kapağı atsam yurtdışına, gidiversem Berlin’e.”

İnsan dediğimiz varlık bir yerde kalmaya programlı değil kesinlikle. Bir yerde okumuştum, atalarımızdan bir kol olan Clovis insanlarının Kuzey Amerika’yı boydan boya geçmesi beş bin yıl almış. Azme bakar mısınız? Girdin kıtaya, her yerde besin var, korunaklı ormanlar var, bereketli topraklar var; kal olduğun yerde değil mi? Ama yok! On metrelik ağaçların, bilinmedik vahşi hayvanların, öngörülemeyecek doğa koşullarının olduğu binlerce kilometrelik alan illa ki geçilecek. Sonra keşifler var. Biri Afrika kıtasının ucuna gider, öbürü Patagonya’yı dürter, diğeri Güney Kutbuna dalar, teknoloji gelişince ver elini Ay, oradan Mars. Durmuyor, duramıyor. Yani modern insanın -bu da her ne demekse- bir yerlerde duramama, yere göğe sığamama, bazen memlekete bazen Colmar’a gidememekten hayıflanma meselesi yeni değil. Bana göre, çoluğu çocuğu alıp bir şunun ucunu görelim diyen Clovisler yüzünden bu kımıl kımıl halimiz.

Ama bazen “gidivermek” gelir kapıya dayanır. İnsan kalmak ister de o tuttuğu gibi yollara atıverir. Öyle Clovis insanın gözü kara cesaretine ya da emeklilik planlarına da benzemez bu gidiş. İnsanı perperişan eder, pusulasını kaybettirir, ortada dımdızlak bırakır. Ama insan dediğimiz varlık, Clovisler’den anladığımız üzere, pek bir hayata uyumludur. Kolay yıkılmaz, yıkılsa çok durmaz, dursa sabredemez. Yola bir taş koyar, sonra yanına bir taş daha, sonra aralarını doldurup sıvar, sonra bakarsın orası otoban olmuş. Bazen de o zorunlu gidiveriş yepyeni bir hayat armağan eder. İyi ki öyle olmuş dedirtir.

Uzun tuttuğum “gidivermek” gevezeliğimin nedeniyse elbette biraz da bu güzelim internet sitesindeki ilk yazımın temayla uygun olması arzusu. Ama aslında bir film izledim: Nomadland. Filmin yönetmeni ve senaristi Chloé Zhao, belki ilk çıkışını yaptığı ödüllü filmi “The Rider”dan hatırlayanınız olur. Hatırlamadıysanız da sorun değil, her yönetmeni ezber edecek halimiz yok. Başrolünde ise adını çıkaramazsanız da görünce kesinlikle anımsayacağınız birisi var: Frances McDormand. McDormand, “Fargo” filmindeki hamile polis memuru Marge Gunderson rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Oscar ödülünü kazandığını söylersem belki gözünüzün önüne bir silüet gelir. Nomadland başta Altın Aslan olmak üzere epeyi de ödül aldı. Şimdi de uzun uzun filmin künyesini anlattım. Peki, burayı da geçiyorum. Önemli olan ise konusu tabii ki; çünkü bir gönülsüz “gidivermek” hikâyesi anlatıyor bize. Tam da yirmi birinci yüzyılın ortasına meteor gibi düşen pandeminin yarattığı ekonomik çöküntü zamanlarına denk düşen bir şekilde evsiz kalan bir kadının yaşamında kesit sunuyor. Bir yaşam bir günde değişir mi değişir. Nasıl mı? Bir haber alırsınız ve hayatınız öncesi ce sonrası olarak ortadan ikiye ayrılır. Fern’in hayatı gibi: Orta yaşlarındaki Fern’in kocası kanser olur, kendi elleriyle ve hayalleriyle kurdukları küçük hayat çatırdar. Sığındıkları sanayi kenti Fern’in kocasının ölümüne denk düşerek iflas eder. Fern de işini ve hayaller ülkesi Amerika’nın zalim sistemi sonucu evini kaybederek sokaklara düşer. A.B.D.’de bir karavan geleneği olması boşuna değil, biraz onların da bizim gibi göçebeliği sevişinden biraz da evsiz kalıverenler için en kolay sığınak olduğundan sanki. Fern’de bir karavan alıp yola revan olur ve kendine bir yurt aramaya başlar. Bu gönülsüz arayışın aslında ruhuna ne kadar denk düştüğünü ise epeyi zorluklardan ve sınavlardan geçerek anlar. Bir çöl ona bağrını açınca karavanını onun köşesine kondurur; boylu boyunca uzanan çöle ve ufukları enlemesine kesen kayalık dağlara bakarak hayatını devam ettirmeye karar verir. Bir gün orası da ruhunu sarmazsa başka bir yurt bulmak için gidivereceğinin farkındalığıyladır bu kalış.

Filmin konusu tanıdık, hissi ise farklı; Francis de pek harika bir oyunculuk sergilemiş. O kadar doğal ki “gidivermek” kadar sade. Ama bu yazı burada bitmiyor çünkü filmi izlemeyi bitirince aklıma bir kitap düşüverdi. Birkaç yıl önce okumuş sonra yazarına hafiften gönlümü kaptırdığımdan diğer kitaplarının da peşine düşmüştüm. Platonik sevgilim olan yazar, Robert Steethaler; beni tavlayan kitabıysa “Bütün Bir Ömür”. Kitapların konusu anlatınca kuru gelir, zira bir konuyu şaheser yapan anlatımdır, üsluptur. Ama yine de dilimin döndüğünce anlatmaya çalışayım: Kitabımızın kahramanı Andreas, Avusturya Alpleri’nde kendi halinde bir hayat sürmektedir. Biraz yabanidir, farklıdır, olduğu yerden bir milim ileri gitmek gibi bir arzusu da yoktur. O topraklarda doğmuştur, görünen o ki hayatında kendi çabasıyla bir değişim olmayacağından her bir günü de orada geçirecektir. Hayat çoğunlukla artık insanlara bu şansı tanır elbette; ama Andreas o kişilerden birisi değildir. Değişik Andreasımız bir gün âşık olur, evlenir. Karısı doğum yaparen ölünce savaşa katılır. Yolu çalışma kamplarına düşer. Sonra dağlara, ormanlara gidiverir ayakları. Oradan oraya gitmeler en sonunda yine onu evine getirir. Ve yetmiş dokuz yaşında evinde bir masanın başında ölüverir. Son günlerinde bütün gidivermelerin, yol üstünde karşılaştığı insanların ve yolların sonundaki konaklamaların ona nasıl bir ömür verdiğini düşünür. Müsaadenizle yazarın kelimeleriyle aktarayım burayı:

“Kendisi için öngördüğü süreden fazla dayanmıştı ve genel olarak memnun olabilirdi. Çocukluğunu, savaşı ve çığı yaşamıştı. En pespaye işleri yapmakta hiçbir mahzur görmemişti, kayaları patlatarak sayısız delikler açmıştı ve belki de tüm kasabanın sokaklarına bir kış yetecek kadar ağaç kesmişti. Çoğu zaman hayatı gökyüzüyle yeryüzü arasındaki ipe bağlı kalmıştı ve rehber olarak geçirdiği son yıllarında insanlar hakkında anlayabileceğinden daha fazlasını öğrenmişti… Bir ev inşa etmişti, sayısız yataklarda, ahırlarda, kamyon arkalarında ve hatta birkaç gece Rus yapımı tahta bir kasada uyumuştu. Sevmişti… İnsanın aydaki yürüyüşünü görmüştü… Ölüm de onu korkutmuyordu. Nereden geldiğini hatırlayamadığı gibi nereye gideceğini de bilmiyordu. Ama aradaki süreye, bütün ömrüne hiç pişmanlık duymadan, yırtık bir gülüş ve müstesna bir hayranlıkla bakabilirdi.”[1]

Gidivermek üzerine daha birçok kitap, resim, şarkı, film sıralayabilirim. Ama hafızama yer eden, beni üstüne uzun uzun düşündüren bu film ve kitapla başlamak istedim. Belki de benim gözümden “gidivermek” böyledir, belki de ben bunları “gidivermek” olarak tanımlıyorumdur. Sonuçta yaşam insanın algılayabildiği ve anlayabildiği kadar değil midir? Bir insanın bütün gayesi de bu kendi zihninde oluşan algı ve anı lekelerini anlatabilmek değil midir? En azından yazarlarınki öyle onu biliyorum. Kendi aklımla ilgili bir şey daha biliyorum: Bazen gidivermek lazım; çünkü anlamanın ve anlatmanın ve dahi bu dünyayı yaşamanın en tatmin edici yoludur yürümek.  İleriye, geriye, yukarıya, aşağıya, lineer ya da diyagonal ama hep yürümek… Hep bir gidivermek… Durursa çürüyor çünkü insan.

Şeniz Baş

[1]“Bütün Bir Ömür.” Robert Seethaler. Timaş Dünya Edebiyatı, İstanbul. 2017. ss.132-133.

Yukarı