İnsan ilişkilerine ad koymak kimin aklına gelmiş bilmiyorum. Bir meraklı bunu araştırmış ve kökenlerine ulaşmıştır diye tahmin ediyorum. Ecnebilerde –bu tanımı da hep kullanmak istemişimdir, yeri geldi, içimde kalmasın dedim, okur mazur görsün- bu niş konulara takıntılı pek olur, bir bakmak lazım literatüre. Her neyse, ne diyorduk, ilişkiler. Birisi ile bir münasebetle bir araya gelir ve bu karşılaşmayı devam ettirirsek bir süre sonra o kişiden bahsederken bir tanımlama gerekiyor. Ne isim, ne mesleği, ne karşılaştığınız yer bir şey ifade etmeyeceği için mecbur bir ilişki biçiminin adını söylüyorsunuz. Tanış, tanıdık, ahbap, arkadaş, dost, yaren, refik, yoldaş, şimdilerde kanka ki bu kelimeyi hiç sevmiyorum, sanki bir suç ortaklığı içeriyormuş gibi geliyor bana, muhtemelen ön yargımdır, kuşak farkıdır, falandır filandır. Sonra ilerleyen zamanlarda bu beyanınızı ilişkinin diğer tarafına da –işinize geliyorsa- bildiriyorsunuz. Dostluk ve arkadaşlık tamam da seninle biz ahbabız ya da bizimki sadece bir tanışıklık diyemiyorsunuzdur tahminen. Şu anda fark ettim ki ilişkinin tanımı üçüncü kişiler için gerekliymiş.
Bu ilişkilerin sarpa saran tarafı sadece bu tanımlar olsaydı eyvallah derdik. Sorun bu ilişkiyi oluşturan anılarda, yaşanan durumların değerlendirilip aktarılmasında. İnsan beyni ilginç; durumları, olayları, sonuçlarını ve nasıl geliştiklerini kendi gözünden görmeye meyilli. İnsan kendi aklının, algısının, duygularının oluşturduğu toplam neyse öyle hatırlıyor olanları. Bir olayın kaç farklı tarafını dinlerseniz dinleyin hepsinde ayrı bir hikâye dinliyorsunuz! Kızıp gitmiş miydi, korkup kaçmış mıydı? Sanki ortak anı değil de iki ayrı zamanda farklı insanlarla yaşanmış iki ayrı vaka. Aynı şey arkadaşlarınız sizin hakkınızda bilgi verirken de geçerli. Bunun en iyi örneği ise hepimizin bir süre sonra ortadan kaldırdığı okul yıllıkları. Allasen hangimiz orada yazan insanlarız!
Az biraz ünlü birisi olursan işler daha da sarpa sarıyor. Terk-i diyar ediyorsun hemen arkandan bir biyografi, bir anı kitabı çıkıveriyor. Arkadaşların, tanışların hatta rastlantı eseri bir masada yarım saat bir arada oturdukların senin hakkında konuşuyorlar. Çıkıp “O öyle olmadı,” deme şansın da yok ya da “Yahu kardeşim, bu anlatılacak şey mi, iki kişinin arasındaki orada kalmalıydı,” diyemiyorsun, malum ölmüşsün. Ölünce anıların telif hakları düşüyor, kamuya mal oluyor sanırım. Velhasıl o kitapları okuyanların belleklerine artık öyle nakşolacaksın. Biyografi ve anı kitapları biraz da dedikodu mu acaba? Bu da şimdi aklıma geldi. Ama her ortalama insan gibi ben de dedikoduyu severim. Terapiste vereceğim parayı güzel bir yemeğe verip iki üç arkadaşla bir diğerini çekiştirip rahatlamayı tercih edenlerdenim. O nedenle biyografi ve anı kitapları okumayı da severim. Bu vesileyle Jül Sezar’dan Susan Sontag’a ne yemişler içmişler, nerelerde çuvallamışlar, ne zaman mutlu olmuşlar, bu işleri başarmaya nasıl güç ve zaman bulmuşlar öğrendim. Sonuç olarak şunu da kendime hatırlatıcı olarak koydum; ölmeden önce bir liste hazırla, kimlerle konuşsunlar, kimlere seni sormasınlar belirle. Şimdiden söylüyorum, lise arkadaşlarını, eski sevgiliyi ve bana kazık atmış ortakları istemem!
Bu yazıyı bana yazdıran ise Varlık Yayınları’ndan geçtiğimiz aylarda çıkan Adil İzci’nin hazırladığı “Anılarda Sait Faik” kitabı. Kitabın içeriğine geçip Sait Faik’in kenar köşesini gözler önüne sermeden önce kitabın editörlüğünü, sayfa düzenini pek beğendiğimi söylemek isterim. Nicedir böyle rahat okuma sunan, yazım hatalarından dolayı seni okumaktan uzaklaştırmayan bir kitap geçmemişti elime. Künyesinde Adil İzci dışında isim olmadığı için onun nezdinde emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Buraya kadar olan bölümde anı ve biyografi kitaplarını birazcık eleştiriyor gibi görünüyorsam da bu çalışmaları pek değerli bulduğumu, uzun soluklu ve emek yoğunluklu bir edebi kazı ile arşiv incelemesi içerdiğini, bu işe soyunanların daha da çoğalması gerektiğini söyleyerek kendimi affettireyim. Hatta kitabın önsözünden bir alıntı yaparak söylemimi perçinleyeyim.
“Peki, sadece avutucu mudur anılar? Ozanın/yazarın art-alanına (background’ına) büyük aydınlıklar da yansıtmaz mı? Biz okurlar, o aydınlıklardan payımızı ne oranda alırsak, yapıtlarını da o oranda kavramaz mıyız: Daha ayrıntılı, daha derin, daha sıcak, daha insani…”
“Anılarda Sait Faik” elime ilk geçtiğinde hep bir zaman yaratıp rahat okuyayım diye bekledim. Sonra şöyle birkaç sayfa okuyayım diye başladım ve birkaç gün sonra bitirdiğimde o kadar beklettiğime kendime kızdım. Kanlı canlı bir Sait Faik yanıbaşımda duruyor, eserleri artık onun sesinden zihnimde yankılanıyor, öykülerinin her bir cümlesi kendi gövdesini böylece buluyordu. Üstelik öyle bir perspektif sunuyor ki kitap, sadece Sait Faik’i değil ona dair görüşlerini, anılarını paylaşan birçok ünlü yazarın, sanatçının sesini ve bakış açılarını da okura ulaştırıyor. Birçok düşünce ve sorgulama da bunlarla beraber geliyor. Mesela Yaşar Nabi Nayır’ın, “Sait Faik’i zaman zaman Marksçıların peşine katılmış olmakla suçlaması Peyami Safa’nın edebi günahlarına bir yenisini katmıştır,” cümlesi şimdilerde hangi yazar ya da eleştirmen herhangi bir yazara –doğru ya da yanlış- böylesi eleştiri cümleleri kurabilir diye düşündürttü beni. “Edebi günah,” bunu herhangi birine söyleyecek olsak edebiyat âleminden ölene kadar sürülebiliriz modern zamanlarda. Yaşar Nabi Nayır yine aynı yazıda Sait Faik için, “… Ama iliğimizi sömürenleri, zevksiz ve kaba sahte kibarları, ciğeri beş para etmez vurguncuları yere vurmuş, temiz halk adamlarından yana çıkmıştır,” diyor ve “Her çeşit istismara kızardı Sait. Hatta milliyetçiliğin ve dinciliğin istismarına bile. Sahte insanlara, menfaat uğruda bir davaya bağlananlara kızardı,” diye devam ediyor. Bakın böyle anacak varsa anı kitabımda yer alabilir.
Bedri Rahmi Eyüpoğlu ise tam bir mahalle arkadaşı edasıyla anlatıyor Sait Faik’le olan ahbaplığını. Kâh Beyoğlu’nda rastlaştıklarında ondan film önerisi almaya çalışmasından kâh Burgaz plajında ikisi ve Orhan Veli’yle iskorpit tutmalarından kâh gecenin yarısı Sait Faik’in içi daraldığı için fırtınalı havada denize açılmalarından bahsediyor. Bir dostluğun sıcaklığını yaşıyoruz böylece. Salim Şengil’den ise daimi parasızlığını, annesinden aldığı harçlıklarla ve öykülerinden kazandıklarıyla geçindiğini dinliyoruz. Bir de ucuz, güzel Rum meyhanelerini pekiyi bildiğini, herkesin onun önerdiği yerlere gittiğini, meşhur Lambo’nun ve Lefter’in Meyhanesi’nin de müdavimi olduğunu. Eş dost vefatımı takiben çıkacak anı kitabımda benim maddi durumumdan bahsedebilirler bir beis görmüyorum. En sevdiğim yerse Kurtuluş’taki Despina, pek bilen yoktur, ben yekten söyleyeyim.
Kitabın seksen altıncı sayfasına geldiğimde ise şaşırıyorum. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Sait Faik için şiir yazdığını bilmiyordum! Olacak iş değil! Ah var mıdır böyle dostu için şiir yazacak kadar onu seven, aklında ve zihninde ona bu kadar derin bir yer veren?
“Ölmüş Sait
Deniz mavisinden erken
Bunca sevgiden sonra
Ölmüş annesini öperken.”
Orhan Veli Kanık ise Sait Faik’in çok savruk yazdığı, okumadığı eleştirilerine arkadaşı adına cevap veriyor: “O savrukluğu zaman zaman ben de görüyorum… bir yandan da biliyorum onun ileri bir dil anlayışına vardığını. Bir sanatkâra fesli redingotlu Babıâli dilinin yakışmayacağını anlamış bir yazar, bir sanatkârın halkın dilinden, konuşma dilinden faydalanması gerektiğine inanmış bir yazar olduğunu biliyorum.” İlerideki anı kitabımın editörüne not: Edebiyatımı savunacak arkadaşlarımı bul!
Kitaptan aktarılacak çok şey var da hem hazırlayana ayıp olacak hem de bu yazının sınırlarını aşacak. Yaşar Kemal, Necati Cumalı, Oktay Akbal, Salâh Birsel, İlhan Berk, Fethi Naci ve niceleri Sait Faik hakkında ne anlatmış, son röportajında yazar kendisi hakkında neler söylemiş merak edenler sayfaları çevirsin.
Son olarak, bu kitaptan Sait Faik hakkında öğrendiğim en ilginç ve pek de hoşuma giden bilgi ise argoyu sevmesi ve küfürbazlığıyla nam salması oldu. Ah bu da hoşa gidecek şey mi diyeceksiniz belki! Ben çok sıcak, çok insana dair buldum onun bu tarzını. Kasım kasım kasılan, her kelimesini tartarak, hesaplayarak kullanan, üst perdeden yapay bir dille atıp tutandansa zarif bir küfürle kendini ifade edeni yeğleyebilirim pekâlâ. Ki Sait Faik’in en çok kullandığı küfür de anladığım kadarıyla “bok”. Eh bu da küfürden ziyade bir tespit gibi duruyor. Son not da eşe dosta: Ağzımı bozduğum zamanları anlatmayın, herkesin anısında o zarif halimle kalayım. Kalın sağlıcakla.
*Anılarda Sait Faik, haz. Adil İzci, Varlık Yayınları, İstanbul, Nisan 2021.
Şeniz Baş