Gelin bu sefer yine yönümüzü uzaklar çevirelim… Yine yaslanıp arkanıza, kapatın gözlerinizi ve bu kez de Güney Amerika’da, muhteşem İgauzu Şelalesinin, uçsuz bucaksız Patagonya düzlüklerinin, dünya harikası buzulların, ruha ilaç tangonun ve şahane biftek ve şarabın ülkesinde olduğunuzu düşleyin; Arjantin’de hayal edin kendinizi…
Arjantin farklı ve ilginç bir ülke… Latin Amerika’nın en az Latin olan ülkesi sanki. Çünkü 1810’da İspanyol hegemonyasından kurtulup özgürlüğüne kavuştuğunda, kısa süre bir kimlik ve kültür buhranı yaşamasının hemen ardından, özellikle de o dönem bölge valisinin tercih ve hevesleri bu yönde olduğu için Buenos Aires kentinde, Avrupai yaşam tarzını ve Avrupa şehirlerinin mimari stillerini örnek almaya karar vermiş. Üstelik, bu yöndeki teşebbüsleri güçlendirmek üzere Avrupalıların Arjantin’e gelip yerleşmesi de desteklendiği için sürekli Avrupa’dan göç almış. Örneğin, ülkede en az İspanyol asıllılar kadar çok sayıda İtalyan asıllı insan ve kültürde de çok fazla İtalyan etkisi var. Kıtayı “keşfedip” buraya ilk yerleşenler İspanyollar ve ülkenin dili de İspanyolca olduğu için bu şaşırtıcı gelebilir ama gerçek böyle; dünyanın en lezzetli pizzalarını Buenos Aires’te yiyebilirsiniz! Kısacası, Arjantin her zaman Avrupalı olmaya hevesli, Avrupalı gibi yaşama çabasında bir ülke olmuş ve bu yüzden yaşam biçimi de fiziki özellikleri de buna göre planlanmış. Üstelik, Arjantin’de bugün diğer Güney/Orta Amerika ülkelerinden farklı olarak, herhangi bir Aztek/May/İnka kalıntısı veya etkisi görmek veya hissetmek de pek söz konusu değil. Hatta herhangi bir “yerli halk”tan kalanları görmek bile çok zor. Avrupa’dan aldığı göç miktarı, ancak ABD’nin oluşumu sırasında “Eski Kıta”dan aldığı göç ile kıyaslanabilir herhalde ama özellikle yakın geçmişte, yaşadığı politik gerçekler yüzünden, özgürlüğün değil baskı altında ve kontrollü yaşamın ülkesi olmuş Arjantin. Öte yandan, II. Dünya Savaşı sonunda yargıdan kaçan Nazilerin buraya sığınmasına izin verilmiş olması da ülkenin yakın tarihte sahip olduğu karmaşık imajın bir nedeni herhalde. Bugün artık karanlık günlerini geride bırakmış olsa da “Arjantin tarihi” denilince aklımıza hala kayıp insanlar, haber alamadıkları çocuklarını arayan Cumartesi anneleri ve belki biraz da İngiltere ile aralarında yaşanan Falkland savaşı gibi stresli konular gelebiliyor. Tabii ki bu güzelim ülkenin bize düşündürdükleri sadece bu konular değil. Bir sürü doğa güzelliği ve kültürel keyfin arasında beni en çok mutlu edenlerin arasında bir de uzak bir çağırışımı yansıtan bir müzik eseri var: Andrew Lloyd Weber’in, Arjantin’de bir döneme damgasını vurmuş olan Eva Peron’un yaşamından esinlenerek bestelediği ölümsüz müzikali “Evita”…
Gerçi Eva Peron da tıpkı Falkland Savaşı gibi, bizim konumuz değil ama her ikisi de bir şekilde bizi asıl ilgi alanımız olan müziğe ve operaya getiriyor… Eva Peron, hayatını anlatan Evita bir “rock opera” olarak unutulmaz bir müzik klasiği olduğu için, Falkland Savaşı da içerisinde Arjantin’in en çok tanınan tenorlarından birisine dair beklenmedik bir öykü barındırdığı için. Evita’yı, her ne kadar eşsiz bir görsel ve müzikal ziyafet ise de klasik anlamda bir opera olmadığı ve konuk olacağımız Buenos Aires kenti sahnelerine dair bir anı taşımadığı için konumuzun dışında bırakabiliriz ama 1982’de, Falkland Savaşı sırasında İngilizler tarafından batırılarak içindeki üç yüz kişinin ölümüne sahne olan General Bolgrano gemisinden kurtulan on sekiz yaşındaki Dario Volonte, bugün Arjantin’de hala hem bir gazi kahraman hem de başarılı bir tenor olarak tanınıp sevildiği için konumuzun tamamen içinde sayılır. Bu yüzden, yolculuğumuzun nedeni olan opera binası ile doğrudan bir ilişkisi olmasa da Arjantinlilerin ona verdiği isimle, kısaca “El Tenor”un (“tek, en ünlü” tenor) sesinden sizin için seçtiğim bir aryanın linkini ekteki playlist’te bulacaksınız.
Öyleyse şimdi gelin Güney Amerika’nın “Big Apple” kenti Buenos Aires’e, kıtanın belki de en Avrupai noktasına doğru yola koyulalım. Buenos Aires’in en belirgin özelliklerinden birisi kozmopolit sosyal yapısı ve adeta bunun bir aynası olan eklektik mimarisi. Bir caddede yürürken Madrid’de olduğunuzu zannedebilir, bir alt mahalleye geldiğinizde kendinizi aniden Atina’da, bir başka köşede de sanki Roma’daki çok tanıdık bir binanın önünde bulabilirsiniz. Çünkü kentin sadece yaşantısı değil, mimarisi de farklı Avrupa ülkelerinin değişik dönem mimari stillerine göre modellenmiştir denebilir. Aslında, bu kent için anlatıp hayal etmenizi ya da anımsamanızı isteyeceğim çok şey var: Başkanlık sarayı Casa Rosada yani “Pembe Ev” ve ünlü balkonu; bu binanın üzerinde bulunduğu ve Cumartesi Annelerinin yıllardır tavaf ettiği Plaza de Mayo meydanı; La Boca mahallesindeki, tangonun merkezi sayılan Caminito sokağı; Latin Amerika sanatının önemli eserlerinin sergilendiği MALBA Müzesi; zengin Buenos Aireslilerin yaşadığı lüks Recoleta semti ve ünlü mezarlığı; ülkenin Ulusal Tarihi Anıtları arasında olan Mercado de San Telmo yiyecek pazarı ve çevresi; kentin ünlü ana caddesi Avenida del Libartador; kentin hemen her köşesindeki pizzacıların yanı başında, vitrininde hayvanların bütün halde şişe geçirilmiş olarak pişirildiği et lokantaları ve daha tadı çıkartılacak bir sürü şey… Ama biz bu görkemli karmaşanın, bu çok kozmopolit kültür bileşiminin içinde en evrensel olan boyutla, müzik ile ilgilenelim her zamanki gibi ve kentin ünlü opera binası Teatro Colon’a doğru ilerleyelim. Yalnız, eğer bu kentte opera ile ilgilenmek istiyorsak, biraz acele etmemiz gerek çünkü elimizi çabuk tutmazsak, bir köşeden bir Astor Piazzola ezgisi veya bir açık kalmış bir kapının aralığından bir Carlos Gardel melodisi yolumuzu keserek bizi opera yerine tangonun büyüsü içine çekebilir.
Evet, Buenos Aires çok güzel ve farklı bir şehirdir ve evet onu böyle ilginç yapan bir sürü şey arasında opera binası Teatro Colon ön sırada gelen bir mihenk taşıdır. Yukarıda sözünü ettiğim, yeni kurulan özgür Arjantin memleketinin Avrupalılaşma teşebbüsleri arasında yer alan konulardan birisi de güzel sanatlar ile ilgili eksiklikleri tamamlamak olduğu için bağımsızlığına kavuşur kavuşmaz, Buenos Aires’e bir tiyatro ve opera mekanı gerektiği belli olmuş çünkü Buenos Aires halkı Avrupa kökenli müziği, dolayısıyla da operayı çok sevip benimsemiş. İşte bu gerekliğin ve isteğin sonucunda dünyaya gelen Teatro Colon, perdesini ilk açtığı günden beri bu yüzden kentin hep ana ilgi merkezlerinden birisi olmuş. Bugünkü haliyle bina şehrin, operaya meraklı olmayan ziyaretçileri için bile “görülmesi gerekenler” listesinde baş köşede yer alıyor. Bunun nedeni eklektik tarzdaki binasının güzelliği ve iki bin beş yüz kişilik kapasite taşıyan iç tasarımı olduğu kadar, teknik özelliklerinin mükemmelliğidir de denebilir. Çünkü ne de olsa, National Geographic tarafından dünyanın en iyi üçüncü opera binası seçilmiş, otoritelerce akustik açıdan dünyada mevcut en iyi beş konser salonundan birisi ilan edilmiş, hatta bazı görüşlere göre bu alanda dünya birincisi kabul edilmiş bir yerden bahsediyoruz. Ama tabii bu mertebeye kolayca ulaştığını sanacak kadar deneyimsiz değiliz! Tahmin etmiş olacağınız gibi, Teatro Colon da ilk oluşumundan sonra, dünyadaki çağdaşı olan benzer birçok opera binası gibi, bir yenilenme yaşamış bir bina. Gerçi onun öyküsü diğerlerinden biraz farklı çünkü yıkıldığı veya yandığı için değil, bina el değiştirdiği için operanın başka bir yere taşınması gerekmiş. Ama isterseniz gelin, öyküyü baştan izleyelim:
(Bu arada, herhangi bir karışıklığa meydan vermemek için bu noktada hatırlatmamda yarar var; Kolombiya’nın başkenti Bogota’da da Teatro Colon adlı bir opera binası mevcut.)
Binanın hayatını en baştan anlatmak gerekirse, her şeyden önce Teatro Colon, ismini Kristof Kolomb’un İspanyolca telaffuzu olan Cristoforo Colon’dan alıyor yani kıtanın kaşifi olarak kabul edilen Kolomb’a adanmış bir yapı. Hem mimarı Charles Henri Pellegrini (1890-92 yılları arasında Arjantin devlet başkanı olan Carlos Pellegrini’nin babası) hem de binanın inşası için finansman sağlamış olan iş adamları İtalyan asıllı oldukları için bu ismi seçerek memleketlileri Kolomb’a bir selam göndermek istemiş olmalılar. Sonuç olarak, Buenos Aires halkının opera sevdasına hizmet etmek üzere planlanıp inşa edilen bu ilk Teatro Colon, 1857 yılında Verdi’nin La Traviata operasıyla gözlerini ve sahnesini bu dünyaya açmış. Kentte operanın ilk yuvası olan bu bina oldukça haşmetli bir yapı. Ülkedeki ilk demir konstrüksiyon bina olmasının yanında, ana salonun at nalı biçimindeki iç tasarımı da yine Arjantin’in bir ilk. Üstelik de bu iç tasarım ülkede ilk olan bir başka bir özellik daha taşıyor: Zamanın olanaklarına uygun, kendi tarzında bir soğutma (“air conditioning”) sistemi… Ana salonda seyircilerin oturduğu bölümün tabanı altında mevcut olan bir boşlukta, güneydeki buzul bölgelerinden buraya getirtilmiş buz kalıplarının yerleştirildiği bir bölüm var. Böylelikle, seyircilerin oturtuldukları yerde serinletilerek opera izleyebilmeleri sağlanmış. Ayrıca, rivayet odur ki bu iş için Buenos Aires’e getirilen buzun bir kısmı da dondurma yapmak için kullanıldığından, Teatro Colon bölgede bu serinletici lezzetin tadılabildiği ilk ve tek mekan olma özelliğini de kazanmış. İlk Teatro Colon, perdesini bu özellikleriyle donanmış olarak böylece açtıktan sonra otuz yıl, kesintisiz şekilde, tiyatro ve opera binası olarak kullanılmış. Otuz yılın sonunda ise, bina beklenmedik biçimde Arjantin Ulusal Bankası’na satılmış (ki bildiğim kadarıyla hala bu bankanın genel müdürlük binası olarak kullanılıyor) ve tabii ki bu durumda perdesini kapatmış. Ama beis yok! Çünkü opera artık kentin belli bir kesimi için vazgeçilmez bir keyif haline gelmiş olduğundan, satılanın yerine hemen bir yenisinin inşası için karar alınmış ve iki üç sene içinde yeni bir opera binası planlanıp inşasına başlanmış.
Öykünün bundan sonrası, batıl inancı olanları biraz ürkütecek cinsten. Çünkü aksilikler peş peşe gelip binanın tamamlanmasını sürekli beklenmedik biçimde geciktirmiş. Söz konusu terslikler arasında finansal zorluklar ve benzeri nispeten beklenen gecikmeler ön sırada geliyor. Zira tıpkı bir önceki bina yapılırken olduğu gibi, ikinci Teatro Colon binasının inşa edilmesi sırasında da kentin aristokrasisi opera binası için yatırım yaparken, Buenos Aires halkı açlık ve beslenme bozukluğundan eriyip bitmekle meşgulmüş. Doğrusu bu nokta hala varlığını sürdüren bir tartışma konusu çünkü kentte hala bu şahane binanın ülkenin gücünü mü yoksa sınıflar arasındaki muazzam uçuruma neden olan yersiz harcamaları mı sembolize ettiği konuşulup sorgulanıyor. Ama buraya kadar durum her ne kadar sıkıcı ve karmaşık ise de asıl zorluk buradan sonra başlıyor çünkü bu işi üstlenen İtalyan asıllı mimar beklenmedik biçimde birdenbire ölüyor. İnşaatı bitirme sorumluluğunu, ölen mimarın öğrencisi ve memleketlisi olan genç bir meslektaşı devralıyor. Ve bu genç mimar da çok kısa bir süre sonra, karısının ihanetine şahit olduğu için çıkan arbedede hayatını kaybediyor! Üçüncü mimar nasıl bir cesaretle bu pozisyona gelenlerin art arda ölmesinden etkilenmeyip bu işi üstlenmiş bilmiyorum ama işi alır almaz ilk olarak, Paris’te eğitim görmüş bir Belçikalı olduğu için tasarımı biraz değiştirip Fransız stiline yaklaştırmış. Ve tabii ki tüm bu gelgitler yüzünden opera/tiyatro binasının inşası on yıl kadar gecikmiş. Ama yine de bu sırada özgür bir devlet olmalarının yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanan Buenos Airesliler için ulusal gurur ve dünyanın lider ülkeleri arasına girme isteği iyiden iyiye yükselmiş olduğu için, “Güney Amerika’nın Paris’i” olma sevdası her zamankinden çok öne çıkmış ve binayı tamamlayarak sahneyi opera namelerine açma çalışmaları olabildiğince hızlı devam etmiş. İkinci Teatro Colon’un açılışı başlangıçta planlandığı gibi Kolomb’un kıtaya ayak basmasının dört yüzüncü yıldönümü olan 1902’ye yetişmemiş olsa da daha fazla gecikmeye tahammülü kalmayan yatırımcılar, binanın bazı bölümlerinin tamamlanması beklenmeden, 1908’de sahnenin perdesi yeniden açarak, yeni opera binalarının sanat yaşantısını başlatmışlar. Sahnede yine bir Verdi eseri olan Aida operası varmış… O günden beri de Teatro Colon, (bina kısa süre sonra anarşistler tarafından bombalı saldırıya uğramasına rağmen!) kesintisiz olarak hem opera repertuarının en önemli eserlerinin sahnelendiği ve ünlü dünya starlarının rol aldığı bir opera sahnesi hem de Buenos Aires Filarmoni Orkestrasının ana konser sahnesi olmayı sürdürüyor. Ayrıca, kendisi için özel kurulmuş bir orkestraya (Orquesta Estable del Teatro Colon), koroya ve baleye de ev sahipliği yapıyor ve bünyesinde bir konservatuar/sanat okulu barındırıyor. Bu açıdan bakınca da Teatro Colon çok sağlam bir gelişme kaydetmiş bulunuyor zira başlangıçta eser sahneleyebilmek için yabancı grupları davet etmek zorundayken bugün artık kendi sanatçılarına sahip olan ve atölyelerinde kendi dekor ve kostümlerini üreten bir kurum durumunda. Üstelik, 1968 yılından beri de ülkenin resmen Ulusal Tarihi Anıtlarından birisi olarak ilan edilmiş olarak…
Evet, yine oldukça uzun bir yol kat edip kıtalar aştık. Ama sanırım ulaştığımız kent ve konuk olduğumuz yapı yorgunluğumuza değdi. Vaktimiz olsaydı Buenos Aires’e kadar gelmişken kendimizi tangonun ve milonganın büyüsüne kaptırmak da çok hoş olurdu, biliyorum. Ama sanat ve özel olarak da müzik zaten böyle bir şey değil mi? Bir ucundan tutup sevdiğiniz zaman başka boyutlarına da geçmek işten bile değil… O yüzden şimdi önerim, kendinizi ister Arjantin’in canlı şehir yaşantısında isterseniz huzurlu doğa köşelerinden birisinde hayal etmek üzere, seçtiğiniz müziğin sesini usulca açmanız. Böylece, hayalinizde sonsuz Patagonya düzlüklerinde kahraman gaucho’larla at koşturuyor veya Buenos Aires’in geçen yüzyıldan kalmış sıcacık mekanlarında birinde bir merienda’ya katılıyor olmanız fark etmez; kulaklarınızda müzik yankılandığı sürece, keyfiniz yerinde olacaktır. İsterseniz enfes Arjantin şaraplarını, isterseniz yerlilerden kalma az sayıda lezzetten birisi olan mate’nizi yudumlayın. Sonuç değişmeyecek, merak etmeyin. Latin desem Latin değil, Avrupalı desem hiç değil bu ülkenin ritmini içinizde hissettiniz mi bir kez, göreceksiniz Teatro Colon’un muazzam akustiğinden yansıyan aryalar, bir sonraki yazıda tekrar buluşuncaya kadar size eşlik edecek.
Güzin Yalın
Bu yazı daha önce Konser Arkası dergisinde yayınlanan aynı isimli yazının bir bölümüdür.