Teatro Amazonas – Manaus/Brezilya

13 Nisan 2024

Şimdi ilk durağımıza ulaşabilmek için sizi uzak bir diyara doğru yolculuğa çıkartmak istiyorum. Arkanıza yaslanıp hayalinizde canlandırın: Çok özel bir nehir gezisindeyiz. İçinde bulunduğumuz kocaman tekne yağmur ormanlarının arasından akan uçsuz bucaksız bir nehrin tam orta çizgisi üzerinde ilerliyor. Çok geniş ve çok uzun ve suyu çok bol olan bu nehir büyüleyici çünkü üzerinde ilerlediğimiz çizginin bir yanında suları simsiyah iken diğer yanında sular bildiğimiz boz çamur rengi… Yani tek bir nehrin ortasındayız ama sanki yan yana akan farklı renklerde iki nehrin sınır çizgisinde gider gibiyiz çünkü Rio Negro ve Solimoes, “Suların Buluşması” adı verilen noktada Amazon nehrini oluşturmak üzere birleşmişler ve altımızdan neredeyse on kilometredir birbirlerine karışmadan yan yana akıyorlar. Evet, burası Amazon… Yağmur ormanlarının, birbirinden renkli canlıların, coşkun akan suların ve inanılmaz doğa olaylarının koynunda, yaban cazibelerin yurdundayız… Kulağımızda bizi çevreleyen ortama ait türlü çeşit sesinin birbirine karışmasından doğan eşsiz bir melodi ile yol alıyoruz ve henüz bilmiyoruz ama az sonra hayatta göreceğimiz en beklenmedik güzelliklerden birisine ulaşacağız.

Yağmur ormanlarından biraz sıyrılıp “Amazon’un Kalbi” diye de adlandırılan Manaus kentinin hareketli limanına yanaşarak tekneden iniyoruz. Manaus Brezilya’nın önemli endüstri ve ticaret merkezlerinden birisi ve işte bizim için asıl keyif burada başlayacak; ormanın ve nehrin kulaklarımızda çalıp duran müziğinin yerini birazdan bambaşka ezgiler alacak.  Çünkü kentin içlerine, kolonyal “eski kent” bölgesine doğru yürüyeceğiz ve çok geçmeden aklımızı başımızdan alıp bizi dünyanın hangi noktasında olduğumuzu kendimize ısrarla hatırlamak zorunda bırakacak bir görüntü çıkacak karşımıza… Birdenbire, önümüzde yani dünyanın bu en vahşi ormanının ortasındaki bu çok mütevazi liman kentinin tam da göbeğinde pırıltılı bir görkem, Teatro Amazonas, nam-ı diğer Manaus Opera Binası! Yabani nehrin yanı başında, minicik bir kolonyal meydanda böyle ansızın karşımıza çıkan ve hep çok başka dünyalarda görmeye alışıp sadece oralarda bir yerlerde rastlamayı bekleyeceğimiz türden, muazzam çarpıcı bir mekan! Binanın mimari, tarihi, görsel veya sanatsal özellikleri bir yana, düşünsenize dünya haritasının neresindeyiz! Doğrusu sırf bu yüzden, bence teknik alt yapı, kapasite ve benzeri bakımlardan çok daha üstün birçok başka opera binası mevcut olsa da Teatro Amazonas yeryüzündeki en nefes kesici yerlerden birisi.

Bu güzelim yapıyla daha yakından tanışıp dost olmanın vaktidir artık. Kendisi, 19. Yüzyılın sonlarında, Belle Epoque döneminde, Rönesans stilinde inşa edilmiş ve tamamlanması tam on iki yıl sürmüş. Sonunda ortaya bu pembe renkli, çok şık neo-Rönesans yapı çıkmış ve 1987 yılının Ocak ayında nihayet konser salonunda ilk eser sahnelenmiş. Ardından da pek çok dünya çapında ünlü sanatçının yer aldığı görkemli gösteriler birbirini izlemiş. Böyle bir yapıyı inşa etme fikri ilk olarak, “Amazon ormanının ortasında pırıldayan bir mücevher yaratmak” diye bir hayali olan bir kent meclisi üyesi, Antonio Jose Fernandez, Jr.’a aitmiş. Öneriyi yaptığı tarihin Brezilya’da yaşanan meşhur “kauçuk patlaması”na yani ülkenin özellikle bu yöresinde ekonominin şahlandığı döneme rastlaması tabii ki tesadüf değil. Nitekim kauçuk ağaçlarının kozaları bir İngiliz tarafından gizlice Asya’ya kaçırılıp burada da yavaş yavaş plantasyonlar oluşturulunca Manaus kentinin ekonomik gücü giderek azalmış ve kent bu döneme özgü olan pırıltılı cazibesini kaybetmiş. Bu doğal olarak, Teatro Amazonas için de bir düşüşün başlangıcı olmuş ve gösterişli ve masraflı gösteriler dönemi kapanmış; hatta doksan yıla yakın bir süre burada hiçbir opera sahnelenmemiş. Yıllar sonra renove edilip yeniden açıldığında da adı artık Amazon Tiyatrosu (Teatro Amazones) değil, Manaus Opera Binası imiş. Düşüşte olduğu o yıllarda toplumun karşısına çıkabildiği tek durum ise, Werner Herzog’un yönettiği 1982 yapımı “Fitzccaraldo” filminde mekan olarak kullanılması olmuş.

Teatro Amazonas’ın en zarif özelliklerinden birisi, ana salonun bir lire benzeyen bir eğimle şekillendirilmiş olması. Salonun iç dizaynından sorumlu olan İtalyan mimar burayı Paris’teki ünlü Palais Garnier’den esinlenerek oluşturmuş; tavan boyamalarını da bir memleketlisine, yine Paris’teki Eiffel Kulesi’nin içinden yukarı bakıldığında görülen görüntüyü hatırlatacak biçimde yaptırmış. Opera binası oldukça büyük ve gösterişli olmasına rağmen iç kapasitesi göreceli olarak oldukça kısıtlı; sadece 701 koltuğu var. Bu koltuklar ana salon ile üç kat balkon arasında bölüştürülmüş durumda. İlginç özelliklerinden birisi de binayı yaratan mimarların yanısıra, kullanılan malzemelerin hemen tümünün de, inşaattaki tuğlalar dahil, büyük Avrupa’dan ithal edilmiş olması. Çizimleri Lizbon, Portekiz’de yapılan binanın, örneğin çatı seramikleri Fransa Alsece’tan, çelik duvarları İskoçya Glasgow’dan, mermerleri İtalya Carrara’dan ithal edilmiş. İçerisinde yer alan tam yüz doksan sekiz adet kristal avizenin tamamı da (otuz altı tanesi Murano’dan olmak üzere) yine İtalya’dan gelmiş. “Peki, salonda yerli Brezilya malı hiç mi bir şey yok?” derseniz eğer, o da var. Herhalde hiç şaşırmayacaksınız, binanın ahşap aksamı ülkenin uçsuz bucaksız ormanlarından kesilen ağaçlardan sağlanmış. Bir de yetmiş beş metre yüksekliğe sahip olan sahnenin perdesi var ki o da salonda Brezilya’nın yerli ruhunu yaşatıp stilin tamamen Avrupalı olmamasını sağlayan unsurların başında geliyor zira üzerinde Brezilyalı sanatçı Crispim do Amaral’ın yaptığı, yerli halkın su tanrıçası Lara’yı “Suların Buluşması” noktasında kara kızıl Rio Negro ile kum rengi Solimoes arasında gösteren resmi yer alıyor ve içeri girer girmez kendini Avrupa’ya ışınlanmış gibi hisseden ziyaretçilere nerede olduklarını hatırlatıyor.

Ama sonuçta, Amazon’un ortasında Avrupai bir mekan oluşturmak için tasarlanmış bir binadayız ve dolayısıyla Avrupalı sanatçılara dair esintiler çok daha fazla. Örneğin, binada Beethoven ve Mozart gibi ünlü bestecilerin yer aldığı büyük boy duvar resimleri var. Zaten ilk açıldığı zamandan itibaren hep Avrupalı sanatçıların da katıldığı performanslar tasarlanmış, daha çok Avrupalı sanatçıların eserleri seslendirilmiş. Ama tam binanın içinde kendinizi Avrupa’da zannederek dolaşırken yine bir Brezilyalı görüntü karşımıza çıkıyor; balo salonunda Brezilyalı besteci Carlos Gomes’in bir büstü var. Ayrıca, bu odadaki en önemli resim de aynı sanatçının en çok bilinene operası “Il Guarany”den bir sahneyi yansıtıyor. Yani Teatro Amazonas’ın yöneticileri bir yandan da yerli sanatçıları destekliyorlar.

Bu şekilde yaratılan iç dekorasyonu tabii ki çok güzel olmakla birlikte, binayı asıl farklı kılıp çarpıcı hale getiren, dünyanın diğer opera salonlarına göre oldukça değişik bir kubbeye sahip olması. Aslında salonla hiçbir fonksiyonel bağlantısı bulunmadığından süsleme dışında bir işlevi de olmayan ve bu yüzden bazıları tarafından gereksiz bulunarak varlığı eleştirilen bu kubbe, Teatro Amazonas’ın doksan metre yüksekliğe ulaşmasını ve dolayısıyla tropik yağmur ormanının içerisinde uzaktan da görülen çarpıcı bir haşmete sahip olmasını sağlıyor. Fransa’dan gelen otuz altı bin adet mavi, siyah ve sarı renklerdeki seramik ile kaplı ve üzerinde yer alan, bu Brezilya bayrağının renklerinde tasarlanmış desenle, yaban hayatın koynuna oradan geçip giden birinin elinden yanlışlıkla ormanın içine düşmüş muhteşem bir elmas yüzük gibi insana göz kırpıyor.

Her ne kadar bina, bu özellikleriyle ünlü Vogue dergisi tarafından dünyanın en güzel opera binalarından birisi seçilecek kadar Avrupa kültürüne uygun ise de yapımındaki pek çok Avrupalı öğeye ve yabancı katkıya rağmen en ilginç özelliklerinden birisini oluşturan çok Brezilyalı bir özelliği daha var: Kauçuk yol… Kauçuk ticareti ile zengin olmuş kentin ileri gelenleri, gösteri başladıktan sonra gecikerek gelen arabaların sesleri salondaki izleyicileri rahatsız etmesin diye Teatro Amazonas’ın yolunu kauçuk ile döşemeyi uygun görmüşler… E, ne yapacaksınız; malzeme bol! Zaten bu “kauçuk baronlarının” yaşamındaki akıl almaz lüks, şimdi bile dünyanın pek az çılgınlığı ile kıyaslanabilecek güçte imiş. Atlarına su yerine şampanya içirirlermiş, örneğin. Ama sonuçta, “Amazon Paris”i denilen ve o tarihte bile elektriğe sahip olan bir kentten ve onun zenginlerinden söz ediyoruz. Olacak tabii o kadar şımarıklık!

Teatro Amazones veya Manaus Opera Binası, bugün Amazon Filarmoni Orkestrası’nın daimi evi ve bu yıl yirmi dördüncüsü gerçekleştirilen geleneksel Amazon Opera Festivali’nin (Festival Amazonas de Ópera) de ev sahibi. Günümüzde çok cazip çalışma koşulları yüzünden orkestra elemanlarının çok büyük bir bölümü Rus, Belarus’lu ve Bulgar sanatçılardan oluşuyor. Ama tabii bugünlere kolay gelinmemiş. Manaus’un kauçuk ticaretinden refahı yavaş yavaş yok olup da binada opera sergilenemez hale geldikten sonra 1990’a kadar kapalı ve terk edilmiş halde kalan Teatro Amazonas, kentin yeniden canlandırılması için verilen uğraşın bir parçası olarak nihayet 1990’da yeniden açılmış ama açılmasıyla kapanması bir olmuş. Zira varlığıyla bile israf günlerinin hatırlatıcısı olan bina her ne kadar artık kentin “elitleri” ile değil, turistleri ile dolu olsa da giderek daha da büyük zorluk içine düşmüş olan fakir halkın muazzam bir protestosuyla karşılaşmış. Kapının önünde birikenler, “Bu yenilenmenin parasını da halk ödedi ama halk hala içeri giremiyor!” bağırışlarıyla geceye damgasını vurmuş.

Sonunda 1997’de Teatro Amazonas nihayet süreli bir konser programı ile yeniden açılabilmiş ve daimi bir orkestranın kurulması gerçekleşmiş. Binanın güzelliği ve sembolik anlamı bir yana, İskoçya’dan ithal edilen yirmi iki adet içi boş çelik kolonun yarattığı eşsiz akustik de böylece heba olup gitmekten kurtulmuş ve Amazon’un ikonik tiyatrosu günümüzde ilginç bir klasik müzik merkezi olma konumu sürdürür hale gelmiş. Ve üstelik de günümüzde, protestolu günlerden sonra fakir halkı da mutlu edeceği düşünülerek yapılan stadyumdan bile daha çok kentin tüm sakinlerini ağırlar olmuş. Bu durum herhalde kentin fakirleri hala fakir olmasına karşılık opera temsillerinin ve konserlerin herkes için daha ulaşılır hale getirilmesinden kaynaklanmış olmalı. Düşünsenize, kent halkının çoğunluğunun arabaları olmadığından kentin epeyce dışındaki stadyuma gitmeleri çok zor ama Teatro Amazonas hep kentin ortasında, bütün ihtişamıyla göz önünde ve herkese çok yakın mesafede ve ulaşılabilir durumda! Kısacası, bugün artık Manaus’un opera binası nihayet kentin tüm halkıyla barış sağlamış vaziyette…

Opera bir hayaller dünyası, türlü çeşit masalın dünyanın en güzel müzikleri eşliğinde anlatıldığı bir sanat dalıdır. Macerası boldur, heyecanı boldur, dedikodusu boldur… Dolayısıyla, bu anlattıklarım daha günlerce uzayabilir. İyisi mi, okuyucuyu daha fazla zorlamadan bu yazıya bir nokta koyayım. Ama önce, Teatro Amazonas’ın yani Manaus Opera Binası’nın bir UNESCO Dünya Kültür Mirası mekanı olduğunu da sözlerime ekleyeyim ve size bir öneride bulunayım: Yazının başında birlikte bir yolculuğa çıkmıştık ya gelin, o yolun bizi getirdiği noktada sadece bir mola verdiğimizi hayal edelim. Şimdilik Amazon’un yağmur ormanlarındayız. Ve sadece bir sonraki yolculuğumuza kadar buradayız. Buradan başka bir yere doğru yine birlikte yola çıkalım. Şimdilik, birlikte kurduğumuz hayallerde ama belli mi olur, belki de bir gün yine hep beraber, gerçekte…

7 Ocak 1897 gecesi yani binanın açılışında sahnelenen opera için  İtalyan besteci Ponchielli’nin “La Giaconda”sı 

Bu yazı daha önce Konser Arkası dergisinde yayınlanan aynı isimli yazının bir bölümüdür.

Güzin Yalın

Yukarı