Bir Yangının Ardından

10 Nisan 2021

İtiraf edeyim, yenilerde hiç tramvaya binmedim ama eski günleri düşünerek söyleyeyim, bir tramvaydaki en keyifli yer, öyle birinci mevkideki oturulacak yerlerden biri değildi. Tabii bu girişten anlaşıldığı gibi tramvayların birinci ve ikinci mevki vagonları vardı; kırmızı ve yeşil vagonlar… Hangi mevki olursa olsun, eğer küçükseniz ve anneniz pencere kenarında boş bir yer bulabilmişse, onun kucağı bir tramvayın en keyifli yeriydi. O yumuşacık, şefkatli, ara sıra yanağınıza konan küçük öpücüklerle zenginleştirilmiş koltuğunuzda otururken, şehrin en ortasından geçerek, bir baştan bir başa gittiğinizi bir düşünsenize…

O günlerde yine evde Yengeler’e gitmekten söz ediliyordu. Annemle ben ikimiz tabii… Öyle ziyaretler, gidişler söz konusu olduğunda babam hemen kabuğuna çekilir, bin dereden bin bir su getirirdi. Bu koşullarda gidilirse, gidişin sonradan burnundan geleceğini bilen annem, fazla ısrarcı olmazdı. “Sen hep sana gelsinler istiyorsun, gitmeyene gelinir mi?” diye sitemini yapmakla yetinirdi. Annemin küçük, yumuşacık sesini, babamın bir üst perdeden sesi bastırır, annem, hiç olmazsa gitmemize izin çıktığına sevinmekle yetinirdi. Aslında babam misafiri çok severdi özellikle Yenge’yi… Hep gelsin ve bizde kalsın isterdi. Onu ben de severdim ama neden severdim, orasını bir türlü hatırlayamıyorum. Yalnız yaşamıyordu, o evde kızı, damadı, torunları da vardı; eşi her halde ölmüş olmalıydı ama o ölenin aile içindeki kimliği neydi; amca mı dayı mı, her neyse işte… Dulluğu, ona akraba ziyaretleri yapma rahatlığı verirdi, o yüzden de sevilen bir kişi olarak pay edilemezdi. “Onlarda çok kaldın ama bizde neden bu kadar az kalıyorsun?” karşılaştırmaları hiç eksik değildi. Kocaman gözlüklerinin altından sımsıcak bakan gözleriyle güler, “ şimdi gitmem lazım ama bir daha geldiğimde, daha çok kalacağım” der, kimseyi kırmamaya çalışırdı.

Hangi yılın, hangi ayı, hangi günüydü, hiç bilemeyeceğim, çünkü gerçekten çok küçüktüm. Saraçhanebaşı’ndan Beşiktaş-Fatih tramvayına binmiş, Fındıklı’ya gidiyorduk. Edebiyat Fakültesi’nin önündeki durakta tramvaydan indik. Bomboş yollarda trafiği beklemek, karşıdan karşıya geçmek diye bir sorun yok. Beşiktaş istikametine giderken, yolun sol tarafı, ta yukarılara kadar çıkan bir setin üstünde, teras biçiminde, birbirine paralel sokaklardan meydana gelmişti. Tek sıra evlerden oluşmuş sokaklar… Sokakların karşısı boşluktu tabii. Bir alçak duvar, yolun boş tarafını korurdu. Yenge’nin evi, setin ortalarına rastlardı, ahşap, iki katlı, küçük bir ev…  Ne zaman gitsek, üst kattaki çıkmanın el yapımı, dantel perdeli penceresinin önünden ayrılmazdım. Evde olan biten beni pek ilgilendirmezdi. Büyük gemilere, kayıklara bakmaya bayılırdım. Hele de Devlet Deniz Yolları’na ait şehir hatları seferleri yapan, bir kısmı yandan çarklı olan vapurlara!  Onlar, Boğaz’ın iki yakası arasında, Eminönü’nden kalkıp Kavaklar’a kadar karşılıklı iskeleler arasında mekik oyası dokurlardı.

Daha sonraları, ortaokula gittiğim yıllarda, ara sıra, beni doğrudan evime götürecek olan vapura binmez, aktarmalı olanlarına binerdim. Anadolu Hisarı’na gitmek için önce Kuzguncuk’a gider, orada iner, iskeledeki meşhur pastaneden bir ekler yer, sonra da Hisar’a aktarması olan yeni gelen vapura binerdim.

Güzelim suyolları… Eğer vapurlu bir yerde oturuyorsan ve mesela 16.30 da Mısır Çarşısı’nın önünde biriyle buluşacaksan, uygun vapuru ayarladın mı, randevunu kaçırma şanssızlığına uğramazdın. Çünkü yok trafik sıkışıklığı, yok araç bulamama, yok kalabalık yüzünden bulduğuna binememe gibi engeller söz konusu olmazdı. Tek yapacağın, yılda iki kez çıkan yaz ya da kış tarifelerinden birini cebinden eksik etmemekti. Birilerinin “amma da tuhaf çocukmuşsun” demeyeceğini bilsem, boş zamanlarımda tarifeye bakarak iskeleler arası hayali yolculuklar yaptığımı bile itiraf ederdim. Şehrin iç kısımlarında, mesela Harbiye’de otursam, böyle bir oyun oynamazdım herhalde.

Yengelerin ev halkı arasında yaşları anneme yakın iki genç kız da vardı. Biz gidince ev epeyce sesli, epeyce neşeli olurdu. Günün yeni şarkıları, operetlerin dillerde dolaşan melodileri evi doldururdu. Kimse benim gibi pencereye takılıp kalmazdı. Azalsa da devam eden yalnızlıktan hoşlanmam, daha o yıllardan belliymiş galiba.

Önünde tramvaydan indiğimiz Edebiyat Fakültesi binası, İmparatorluğun son zamanlarında yapılmış, Boğaz’ın Rumeli yakasında Tophane’den başlayarak, Emirgân’a kadar sıralanmış “sahil saraylar”dan biriydi. Belleğim beni yanıltmıyorsa Yenge’nin evi, o sıralarda Edebiyat Fakültesi olan güzelim sahil sarayın tam üstüne rastlıyordu.

Şarkılar, dansların arasında gençler Yegâne Yenge’ye sataşmayı da ihmal etmezlerdi, onlara kızıp “sizi gövendeler sizi” desin diye… Bugün bile hala bu sözün nereye ait bir deyiş olduğunu ve anlamını bilmiyorum, belki de yalnızca Yenge’ye has bir sözdü ve tekrarlayıp dururdu. Yaşlı kadının kendine has deyişleri de vardı belki, ben unutmuş olabilirim.

Bu koşullarda, evin neşesi içerisinde, yangını ilk kez ben görmüş olmalıyım, ne gördüğümü anlamadan, dumanları, alevleri merak ederek… Pencerenin önü birden kalabalıklaştı, herkes birbirini itiyordu. Büyükler, gözyaşları içinde izliyorlardı. Ertesi gün ise, geriye kalanlar içler acısıydı.

Aslında birkaç gün kalacaktık fakat annem bu koşullarda kalamazdı. Büyük bir olasılıkla babam, Fındıklı’da yangın çıkmış diye duymuş olmalıydı. Kadıncağız, hangi telefonla haber verip de “Merak etme, biz iyiyiz” diyecekti; 1940’lı yıllar… Evden çıkanların, bir kez çıktılar mı dönene kadar geride bıraktıklarıyla haberleşemedikleri yıllar… Babamı üzemezdik, dönmeliydik.

Bakmayın şimdilerde “zaman ne çabuk geçiyor” dendiğine, eskiden de zaman çabuk geçerdi. Böylece, ben de baktım ki genç kız oluvermişim; lise bitmiş; yetişirken öyle şiirler, miirler yazmadığım halde, Edebiyat Fakültesi’ne yazılmışım. Nedenini bilemem ama evde Ziya Paşa, Namık Kemal, özellikle Tevfik Fikret hayranı bir baba olması, günlük konuşmalara her fırsatta onların da dizeleriyle bir biçimde girivermeleri benim böyle bir seçim yapmamda etken olmuştu belki.

Küçücükken Edebiyat Fakültesi’nin yanışını izlemiştim; şimdi Laleli, Saraçhanebaşı, Beyazıt üçgeninde yapılmış olan yeni kompleksin öğrencisiydim. Ben ve benim gibi o yıllarda orada okuyanlar, yeni yapılan binanın ilk öğrencileri olarak yer yer koridorlarda, avlularda, hollerde, kat aralarında, henüz ortadan kaldırılamamış inşaat artıkları ve yerlerine yerleştirilememiş bir sürü araç gereç arasında ama birbirinden değerli öğretmenlerin ellerinde eğitiliyorduk artık. Mutluyduk, gururluyduk. Bugün, hepsini hem sevgiyle hem saygıyla anıyorum.

 

Ayla Özberk 

1 Yorum

Yukarı