Tanrı’nın Cennet Diye Yarattığı Adalar; Maldivler

3 Ekim 2021

Bazı yerler sanki ulaşılmak için değildirler; tanımak ve yaşamak yerine sadece hayal etmek içindirler. Oraları görmek için planlar yapmak ve hele kalkıp gitmek çok uzak bir olasılıktır. Sanki hep çekici ve gizemli ama gerçekdışı ve ulaşılmaz kalmaları beklenir. Siz de zaten bu adresleri gezi planlarınız arasına en son katarsınız; uzun süre sadece resimlerine bakıp uzaktan iç geçirirsiniz çünkü aklınızda masal ülkeleridir bunlar; görülmez bir sözleşmeyle sadece üzerlerinden hayal kurmak üzere kenara ayrılmışlardır. Ve aslında dünyayı gezmeye meraklı, değişik kültürlere ilgili her insanın en az gidip görecek somut noktalar kadar, böyle ulaşılması zor yerlere dair büyülü masallara da ihtiyacı vardır. Üstelik buraların her zaman mesafe olarak çok uzakta olmaları da gerekmez çünkü aslında onları bu denli farklı kılan bulundukları yerden çok bazen eşsiz doğaları ve son derece büyük bir doğallıkla sizin aklınıza ziyan bir hayatı kal-ü beladan beri kendi bildiğince sessiz sakin yaşamayı sürdüren insanları, bazen de sadece haklarında anlatılan inanılması zor hikayelerdir. Sonra bir gün mucize gerçekleşip de bu adreslerden birine nihayet giderse insan, yaşadığı bu keyfe inanabilmek için nerede olduğunu sık sık kendisine hatırlatmak ihtiyacı duyar. Nihayet ulaştığı bu hayal mekanı, gerçekten de sadece birer masal olan tamamen hayali benzerlerinden ayırt edemez bir süre.

Sizin bu türden adresleriniz nereleridir bilmem ama Hint Okyanusu’nda bir ada ülkesi olan Maldivler uzun yıllar benim için işte böyle bir yerdi. Ulaşılması güç uzak adreslerin sembolü haline gelmiş egzotik bir okyanus adası olduğundan mı yoksa diğer gizemli adalardan farklı özellikleri olduğunu adeta içgüdüyle sezdiğimden mi bilinmez, seyahat etmeye merak saldığım ilk yıllardan itibaren Maldivler benim için ulaşmaktan çok hayal etmek üzere kenara ayrılmış bir cazibe noktası oldu. Ondan çok daha uzakta birçok yere gitmişliğim olduğu halde, uzun süre kendimi Maldivler ile ilgili sadece hayal kurarken buldum.  Dillere destan türkuaz denizi, inanılmaz incelikte bembeyaz kumlarla kaplı rüya sahilleri, pırıl pırıl tropik güneşi, palmiye ağaçları, sazlardan yapılmış bungalovları, ilkel kanoları, egzotik içecekleri, baharat banyoları, yıl boyunca ortalama yirmi beş derecenin altına düşmeyen ısısı, nefes kesici günbatımına karşı meditasyon keyfi ve tropik ağaçlara kurulu hamaklarda geçen tembel saatleri üzerine anlatılan öyküler yüzünden “gitmesem de, görmesem de” sırf varlığını bilmekle mutlu olabileceğim cinsten bir yeryüzü cenneti… Böyle uzunca bir zaman Kaf Dağı’nın ötesinde bir yerden bahseder gibi sadece soyutlamalarla söz ettikten sonra, bir gün nihayet kalkıp Maldivler’e gittim ve doğrusu farklı insanlara balayı mutluluğundan denizaltındaki yaşamın eşsiz güzelliğine kadar birbirinden çok farklı pek çok şey çağrıştıran bu minicik ülkeye şaşakaldım…

Aslında Maldiv Cumhuriyeti için “ada ülkesi” değil “adalar ülkesi” demeliyim çünkü bin iki yüz civarı adadan oluşuyor ve en ilginç taraflarından birisi, bu adalardan sadece iki tanesinin bildiğimiz topraktan, geri kalanların ise mercandan meydana gelmiş olması. Ülke, kuşbakışı bakınca birbirine yanaşmış içleri boş, daha doğrusu denizle dolu halkalar gibi görünen bu adaların üzerine kurulmuş. Yani Maldivler’de yaşam volkanik hareketler sonucu okyanusun altında kaldığı tahmin edilen bir denizaltı dağının üzerine tutunarak yaşayan mercanlara ait iskeletlerden binlerce yılda oluşan kayalar üzerinde sürüyor. Bu çok ilginç doğa gerçeğinin yaşama somut yansıması biraz garip aslında. Adalar mercan kayalardan olunca bastığınız yerde alışkın olduğumuz türde toprak da yok, renklerden kahverengi yok, bildiğimiz kıvamdaki kum yok. Üzerinde yürüdüğünüz yerler de, güneşlendiğiniz kumsallar da bembeyaz çünkü hepsi ufalanmış mercandan; zaten denizin o dillere destan türkuaz rengi de dipteki mercan kumunun bu bembeyazlığından geliyor. Bu adalarda, tahmin edilebileceği gibi bildiğiniz yeryüzü şekilleri ve engebeler de yok. Yani dağ, tepe yok; ova, yayla yok ve üstelik akarsu da yok. Ülkenin en yüksek yeri aynı zamanda yeryüzünün en alçak doğal yükseltisi sayılan iki buçuk metre yükseklikte bir tepe; yani bulunduğum adada deniz seviyesinden en uzak yerler büyük Hindistan cevizi ağaçlarının uç noktaları! Bu yüzden de Maldivler’deki mercan adaları üzerinde adeta başka bir gezegende gibisiniz. Daha uçak havaalanına alçalırken başlayan bir “suyun tam içerisinde yaşama” duygusu, kolay kolay insanın yakasını bırakmıyor burada. Neredeyse tekerlekler yere değinceye kadar üzerine konacağı doğru dürüst bir kara parçası göremeyince, insan doğal olarak denizin üstüne inmekte olduğunu zannediyor her şeyden önce. Maldivlerin ne kadar suyun ortasında, ne kadar denizle iç içe olduğunu anlatmak gerçekten zor. Hissettiğim, batan bir gemiden kurtulan birisinin sığındığı tahta parçasının üzerinde okyanusun ortasına yapayalnız sürüklenirken hissettiklerine benzer bir şey sanırım… Yine de havaalanının olduğu adadan otelimin bulunduğu adaya minicik bir motorun içinde son hızla yol alırken kapıldığım etrafımızdan akıp giden okyanusun beni içine alıp yok edeceği duygusu asla tedirgin etmediği gibi çok özel bir şey yaşadığımı düşündürerek mutlandırıyor beni. Bir tür “derinlik sarhoşluğu” gibi… Bu denli sonsuz bir boşluğun içinde bu kadar korunaksız olarak bu hızla ve yerkürenin eğimini böyle net bir şekilde görüp izleyerek ilk kez akıp gittiğim için olmalı, bunca farklı deniz yolculuğu yapmışlığıma rağmen ilk kez dünyanın yuvarlak olduğunu gerçekten hissediyorum; hayatımda ilk kez bir an için gökyüzüyle denizin birleştiği çizgiye gerçekten ulaşabileceğim sanrısına kapılıyorum. Kendimi yüzlerce metre yukarıdan dünya haritasının üzerinde minicik bir nokta olarak kayıp giderken görebiliyorum sanki. Hem gerçek boyutta bir dünyada değil de çok daha küçük ölçeklerde bir modelde hapsolmuş gibiyim hem de sanki içime evrenin tüm sonsuzluğunu sığdıracak kadar kocamanım… Aslında Hint Okyanusunda yakın zamanda meydana gelen ve Maldivler’de de yüze yakın insanın ölmesine neden olan deprem ve ardından oluşan tsunami bölgeye sonradan gelen tüm gezginlerin bir miktar içini ürpertiyor olmalı. 2004 yılındaki bu doğal afet sırasında yükseklikleri on dört metreye ulaşan dalgalar, başkent Male’yi seller altında bırakmış, adaların çoğunu bir ucundan diğerine tamamen örtüp karadaki her şeyi denize sürüklemiş, denizdeki canlıları da karaya atmış. Sonrasında ise, bazı adaların tamamen suya gömüldüğü görülmüş. Bunları öğrenince insanın içinden tuhaf bir ürperti geçmiyor değil doğal olarak. Doğrusunu isterseniz, bu tedirginliğim denizden topu topu bir metre yükseklikteki karaya ayak basınca da birazcık sürüyor çünkü işte zaten “kara” dediğimiz ve üzerinde durduğumuz o yer bir “kara parçası” da değil aslında! Ne de olsa gezegenimizin en alçak noktasında bulunuyorum ve kendimi ister istemez şu meşhur “Su Dünyası (Waterworld)” filmine benzer bir bilimkurguda oynar gibi hissediyorum. Elimden, yaşamakta olduğum bu filmin bir Atlantis macerasına dönüşmeyeceğini umut etmek geliyor yalnızca… Kısacası, bu beklenmedik deneyimden anlatılmaz ölçüde keyif alıyor olsam da motordan inip ayağım yere bastıktan sonra bile bir süre kendimi denizin altında bir seviyedeymiş gibi hissetmeye devam ediyorum. Bu duruma alışıp kendime Atlantis’in aslında gerçekliği hiçbir zaman kanıtlanmamış bir efsane olduğunu yeterince hatırlatıncaya kadar sağlam bir yüzeye basmadığım ve yerin ayağımın altından kayacağı duygusuyla yaşıyorum.

Aslında yeri gelmişken belirtmekte yarar var; Maldivler gerçekte tsunamiye okyanus kıyısında yer alan herhangi bir diğer ülke kadar, örneğin en yakın komşusu Sri Lanka kadar açık değil. Çünkü hem okyanus çanağı içerisinde etrafında çok fazla yükseklikte dalga oluşamayacak kadar çukurda hem de daha kuzeyde meydana gelen tehlikeli dalgalar Maldiv adalarına ulaşmadan Hindistan karası önlerini kesiyor; böylece Hint Okyanusunda Maldivlerin bulunduğu bölge nispeten kuytuda kalıyor. Zaten sözü geçen diğer ülkelerin yaşadığı tsunami facialarında dalga boylarının Maldivler’dekinin beş katı kadar fazlasına ulaştığı bilinen bir gerçek. Ama yine de itiraf etmeliyim ki, kalacağım adaya ulaşır ulaşmaz her ihtimale karşı en yakındaki en yüksek palmiye ağacını gözüme kestirmekten geri duramıyorum! Allahtan ulaştığım yer o kadar güzel ki, birkaç saat içerisinde içimde ben farkında olmadan oluşan bu azıcık tedirginliği de tamamen üzerimden atıp Maldivlerin gerçek efsanelerine dalıyorum ve doğrusu orada kaldığım sürece de endişelenmek bir daha aklıma gelmiyor. Hatta “yaşamın sonunda ulaşılması umut edilen yer cennetse eğer, burası zaten cennet…” diye düşünürken yakalıyorum kendimi. Hem zaten Maldiviler de hayatın gündelik akışı içindeyken yok olacaklarını falan düşünmüyorlar hiç. “Tsunami bir daha gelirse ne yapacaksınız?” dendiğinde, “hiç; ne yapabiliriz ki! Tsunami için yapılabilecek hiçbir şey yok. Oturup bekleyeceğiz” diye bir cevap alıyorsunuz. Haksız da sayılmazlar çünkü hem kaçıp saklanacak yerleri yok hem de zaten doğanın belirli şeyleri yok etmesine alışmışlar zira coğrafi konumu ve jeolojik özellikleri sayesinde Maldivlerin başka tür felaketlere de açık bir yer olmasını beklemek hiç zor olmuyor. Nitekim sözünü ettiğim tsunami ülkenin yakın zamanda yaşadığı ilk felaket de değil. Örneğin, 1998’de gerçekleşen El Nino fırtınası da başka bir sürü hasarın yanı sıra, ülkede hem doğal güzellik hem de ekonomik kazanç için en önemli kaynaklardan birisini oluşturan mercanların renklerini kaybederek kırmızıdan beyaza dönüşmelerine neden olmuş.

Bilindiği gibi, mercandan oluşan ada kümelerine coğrafyada “atol”, ortalarında bulunan göllere de “lagün” adı veriliyor. Maldivler’de, gerçek dışı güzellikte lagünlerle dolu toplam yirmi altı atol var. Bunlardan bazıları sadece iki adadan bazıları da çok daha kalabalık ada gruplarından meydana geliyor. Zaten “atol” kelimesi diğer dillere, Maldiv dili Dhivahiriden geçmiş. Atolleri ve onların üzerinde kurulmuş bir yaşamı bizim alışkın olduğumuz kavramlara tercüme etmek kolay değil ama kabaca her bir atolün, idari olarak olmasa da coğrafi olarak, ayağı yere basan normal bir kara ülkesindeki bir eyalet veya bölgeye tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla, atollerin adaları ve üzerlerinde yer alan köyler de karası bol ülkelerin coğrafi bölgelerine ve içindeki kentlere tekabül ediyor. İnsanlara nereli olduklarını sormak için, “hangi atoldensin?” demek gerekiyor yani veya birisi memlekete gidip yakınlarını ziyaret edecekse, çalıştığı adanın bulunduğu atolden köyünün bulunduğu atole gitmesi anlamına geliyor bu. “Trabzon’a gidiyorum, annemleri bir göreyim” veya “Tatilde Ege kıyılarına gideceğim” der gibi, mesela “ben Baa Atoldenim” veya “hafta sonunda Addu Atol’e ailemin yanına gidiyorum” diyor insanlar. Yani sanki tanıdığımız bildiğimiz dünya haritasının değil de başka bir su gezegeninin haritasının üzerindeymişiz gibi! Üç yanı denizlerle kaplı olsa da hatırı sayılır bir kara alanına sahip olan Türkiye’den gidince, bu tanımlar çok çarpıcı geliyor doğrusu…

Ülkedeki ilginç durumlardan birisi olarak, Maldivler’de sadece iki yüz yetmiş dolaylarında adada yaşam var; diğerleri boş. Maldiv Cumhuriyeti dünyada nüfusu tamamen Müslüman olan tek ada ülkesi olma özelliğini taşıyor ve şeriat ile yönetiliyor. Maldivliler radikal İslam yaşantılarını ülkenin en önemli gelir kaynağı olan turizm ile bağdaştırmanın ilginç bir yolunu bulmuşlar. Üç yüz binden fazla nüfusu olan yerli halk, söz konusu iki yüz yetmiş adanın sadece belirli bir bölümünde yaşıyor; otellerse geriye kalan diğer meskun adalara dağılmış vaziyette. Genelde bu adaların her birinde sadece birer otel ve ona ait tesisler var yani herhangi bir otele gittiğinizde, tatil boyu adanın tümü size ait oluyor. Bunun dışında, bazı adalar sadece tarıma ayrılmış; birkaç tane de “piknik adaları” denilen ve günübirlik gezmek için gidilebilen ada var. Kısacası, üzerinde turistik hayat bulunan seksen beş adanın hiçbirisinde ülkenin insanları yaşamıyor. Bu adalarda ev, dükkan, okul, park, hastane yok; gerçek yaşam yok. Buralarda sadece oteller var ve çalışanlar bizim bir kentin içinde otobüse binip oturduğumuzdan farklı herhangi bir semtteki işimize gitmemiz gibi, uzaklığına göre günübirlik veya daha uzun süreler için, motorlara veya deniz uçaklarına binip çalışmak üzere kendi adalarından başka bir adaya hatta başka bir atole gidiyorlar. Yerli nüfusun yaşadığı ve gerçek yaşamın mevcut olduğu adalara da gezginlerin ulaşması yasak. Bu yüzden Maldivler’de hangi atolün hangi adasında olursanız olun, aslında gördükleriniz üç aşağı beş yukarı aynı; tabii size sunulan yaşam da.

Bugün sunulan bu yaşamdan çok farklı olsa da, Maldivler’de hayat bundan binlerce yıl önce başlamış. Buraya ilk yerleşenler Hindistan’dan çeşitli nedenlerle göç eden Dravid ırkından insanlarmış. Maldivlilerin bugün kullandığı Divahiri dili bu insanların kullandığı, gramer olarak Hintçeye çok benzeyen bir dil. Gelen grupların arasında en baskın kültür sahibi olanlar, dönemlerinde Maldivlere ait ilk yazılı tarih kayıtlarını oluşturmuş olan ve Hint asıllı bir prensin soyundan gelen Sinhalalılar. Maldivlerin bugünkü halkı, bunlarla karışmış Sri Lanka kökenli benzer başka bir ırkın insanları; zaten ülkede her yerden çok Sri Lanka’nın kültürel etkisi söz konusu. Öte yandan, Maldivlere Sinhalalılar ile birlikte gelen ve yüzlerce yıl adaların tek dini olan Budizm yerini Müslümanlığa terk ederken adalarda hemen hemen hiçbir iz bırakmamış. Bu kesin yok oluşun çok önemli bir nedeni tabii ki İslamiyet’in Buda dinine ait mümkün olan tüm kutsal yerleri yok etme çabası. Ama büyük olasılıkla, bir diğer neden de iklim çünkü önüne gelen her şeyi, özelikle de özenle korunmuyor olanları silip süpürmeye muktedir olan muson rüzgarları ve yağmurları kuşkusuz bu artık kullanılmayan tapınak ve heykeller üzerinde de çok büyük tahribat yaratmış. Ülkede zaten çok az kazı yapılmış, çok az arkeolojik bulguya ulaşılabilmiş. Bu yüzden sanki yaşam İslamiyet ile başlamış da Maldivlerin ondan öncesine ait bir tarihi yokmuş gibi. Oysa çevredekilerden çok farklı ve özel bir uygarlık yaratmış olmasa da binlerce yıllık bir yerleşim alanı olarak Güneydoğu Asya’nın tüm diğer ülkeleri kadar eski bir tarihe sahip. Yani bugün küresel iklim değişiklikleri yüzünden yok olacağına kesin gözüyle bakılan bu teorik olarak çok iğreti topraklar bin yıldır aynı yerde sapasağlam duruyor aslında. Ama yine de, istikbal karanlık; bir gün o denizlerde yeni bir tektonik hareket olup adaların altını çökerterek dev bir dalganın tüm Maldiv Adalarını yutmasına neden olacak. Bu ürkünç ani değişim yakın zamanda gerçekleşmese bile, bilim adamlarının tahminlerine göre, global ısınma yüzünden sürekli ısınıp yükselmek zorunda kalan okyanus zaten bu olağanüstü ilginç minik ülkeyi yavaşça örtecek çünkü bölgede denizin önümüzdeki yüz yıl içerisinde altmış santimetre kadar yükselmesi bekleniyor. Şu ana kadar on beş civarında ada bu nedenle yaşanmaz hale gelmiş bile; bazı adalarda da sular şimdiden plajları yok edecek kadar yükselip evlerin duvarlarını yalamaya başlamış bulunuyor. Bu yüzden bir yandan kaçınılmaz sonu geciktirmek ve adalarını hiç değilse bir süre daha koruyabilmek için ellerinden gelen tedbirleri almaya çalışırken, bir yandan da çok yakın bir gelecekte kaybedecekleri topraklarının yerine yerleşecekleri yeni bir yurt hayal ediyor Maldivliler. Denizi doldurarak yaptıkları ve yaşanamayacak halde olan adalardan gelenleri yerleştirdikleri bir “kurtarma adası” var ve bazı adalarda su baskınını önlemek için kıyılara setler ve duvarlar yapılıyor ama aslında aldıkları en çarpıcı önlem kendilerine başka yerlerde yaşayacak yer aramak. Bu konuda özellikle üzerinde durdukları nokta “ada insanları” olmaları. Anakara ülkelerinde yerleşip anlamlı bir hayat kurabileceklerine inanmıyorlar. Bu yüzden kendilerine en yakın “sağlam” ada ülkesi olan ve taleplerine olumlu yaklaşan Avustralya’dan toprak satın almak istiyorlar ama kültür benzerliği ve coğrafi yakınlık nedeniyle Sri Lanka ve Hindistan da göç için olasılıklar arasında. Her halükarda, Maldivler devleti bu iş için şimdiden önemli bir fon oluşturmuş durumda. Aslında insanın bunu duyunca bir an nutku tutulup onlar namına fena halde içi burkuluyor çünkü zaten dünyanın en zor zanaatlarından birisi olan göçmenliğin bu durumda anlamı büsbütün beter… Düşünsenize, nasıl bir göçmenliktir bu? Yeryüzündeki tüm göçmenler ayrı düştükleri topraklarının hasretine, oraya bir gün geri dönmek hayaliyle katlanırken Maldivlilerin böyle bir hayal kurmaya bile hakları olmayacak! Ben on günlük tatilin ardından bile kendimi, “bir daha istesem de buraya gelemeyebilirim; ne kadar kötü!” diye hayıflanırken buluyorsam, böyle bir yeryüzü cennetinin insanları o cenneti bir daha hiç ulaşamamak üzere kaybedince, yaşadıkları yeni yer ne kadar güzel olursa olsun içleri yanmaz mı? Ve de bu geleceği, global ısınma ve iklim değişikliği meselelerinin hız kazanmasına yaptığımız katkıyla biz yeryüzü sakinleri farkında bile olmadan son hız destekliyorsak, çok yazık değil midir? Çünkü doğrusu Avustralya’nın yerleşme izni vermesinin dışında, dünyanın Maldivlileri yaklaşan felakete engel olmak konusunda çok desteklediği söylenemez. Ve ne yazık ki onlar da bugüne dek katıldıkları uluslararası enerji toplantılarından hep hayal kırıklığı ile ayrıldıkları için artık kimseden pek fazla bir şey beklemiyorlar galiba. Bu durumda, elden gelen tek şey uyarmak;bir yanda biz önemli bulduğumuz çeşitli amaçlar peşinde ömrümüzü tüketip dünyanın ve yaşamın sonu hiç gelmeyecekmiş gibi koşuştururken, başka bir yanda doğa sessizce aynı dünyanın üç yüz kilometre karelik kocaman bir bölümünü, üzerinde yaşayan üç yüz binden fazla insanla birlikte yok etmeye hazırlanıyor; haberiniz olsun…

Bugün yaşadığı bu kaygıları bir an için unutup tarihte insanların böyle bir doğal değişimi aklına bile getirmediği bir noktaya dönecek olursak, Müslümanlık Maldiv Adaları’na bölgedeki deniz ticaret yollarının üzerinde çok önemli bir uğrak noktası olarak kendine çektiği Arap tüccarlar aracılığıyla XII. yüzyılda ulaşmış. Aslında takdir edersiniz ki, bu kadar minicik bir dünya köşesinin herhangi bir yeryüzü faaliyetinde etkin bir rolü olması için özel bir yetiye veya doğal kaynağa sahip olması gerekir. Maldivler için bu üstünlük coğrafi konumlarından gelmiş ve denizlerde dolaşabilmek için rüzgarı Yunanlılardan çok önce kullandıklarını iddia eden komşuları Hintliler başta olmak üzere birçok farklı ülkenin ticaret yolu üzerinde oldukları için bu minik ülkede canlı bir “liman” yaşantısı oluşmuş. Ticaret ilişkisiyle ulaştıkları yerlerin başında da Kuzey Afrika ülkeleri ve özellikle Fas gelmiş. O dönem Maldivlerin ünlü “kurutulmuş Maldiv balığını” bile hemen hemen tamamen Fas’a ihraç etmekte olduğu düşünülürse, Arap tüccarlarla Maldivliler arasındaki kültür alışverişi ve etkileşime de şaşmamak gerekir. Dolayısıyla, adalarda Müslümanlığın öğretilmesi çok güç olmamışa benziyor. Dini yaymanın ve adaların tümünü İslamiyet’e döndürmenin kimin marifeti olduğuna dair çeşitli rivayetler var ama bunlardan en çok benimsenmiş olanı Faslı gezgin İbn-i Battuta’nın da seyahatnamesinde Maldivleri anlatırken değindiği Faslı berberi tüccar Abu Barakat Al Barbari’den söz eden öykü. “Dinsiz” döneme ait “ilahlara ve canavarlara genç kız kurban etme” türünden, çok büyük bir olasılıkla sadece Müslümanların propagandası olan ve gerçekle hiçbir ilişkisi bulunmayan korku öyküsü benzeri hikayeler de mevcut. Bu anlatılanların hemen tümünde yerli halkı bu kötü uygulamalardan ve korkulardan kurtarmak için adaları cinlerden temizleyerek İslam’a döndüren bir kahramanının öyküsü var. Öyle veya böyle, önce Male’deki “raca”lar “sultan”lara dönüşmüş; ardından da diğer adaların halkları üzerinde de dinlerini değiştirmeleri için bir baskı yapılarak tüm Maldivlerin Sünni Müslüman olması sağlanmış. Bugün başkent Male’nin en övündüğü yapılarından birisi olan 17. Yüzyıl yapımı Eski Cami’nin bahçesinde yer alan Abu Barakat Al Barbari türbesi, Maldivliler için bu değişimin anıtı niteliğini de taşıyor ve şimdilerde Maldivler’de normal hayatın aktığı, halkın yaşadığı turistik olmayan adalarda bağnaz İslam devleti denince aklınıza gelen her şey mevcut. Örneğin, kadınlar recim cezası alabiliyor; hem de tecavüze uğradıkları için. Adalarda neredeyse hiçbir Budist esinti kalmamış. Pagan dönemden kalan ve büyük olasılıkla o günlerdeki tapınma ritüellerinin Müslümanlar tarafından yanlış yorumlanmasına neden olan masklar ise hala Maldivlerin en önemli el sanatları arasında turistik birer obje olarak sergilenmeye devam ediyor. Aslında tamamen turizme ve balıkçılığa dayalı bir ekonomiyle geçinen Maldivler halkının yaşam düzeyi pek çok boyutta hala dünyanın diğer ülkelerinin çoğuna oranla daha basit olduğundan sadece masklar değil, el yapımı pek çok başka el sanatı ürünü de üretilmeye devam ediyor. Adaların her birisi başka bir el sanatı konusunda diğerlerinden daha uzman ve orijinal olarak sultanın sarayında kullanılmak için yapılan ve zaman içerisinde adaların en önemli el becerilerinden birisi haline gelen lake ahşap işçiliği başta olmak üzere, hasır dokumacılık, tahta oymacılığı, yaygı halı örme sanatı ve tabii mercan takı üretimi bu sanatların en önemlileri.

Asya’nın hem alan hem nüfus olarak en küçük ülkesi Maldivler, 1965 yılında ülkedeki son sömürgen ülke olan İngiltere’nin boyunduruğundan ilk kurtulduğunda tarihindeki sultanlık geleneğini sürdüren bir rejimle yönetilmeye başlamış. Bunun uygulamadaki anlamı, kolayca tahmin edilebileceği gibi çeşitli yolsuzlukların da gündemde olduğu bir diktatörlük rejimi olmuş. Ancak sultan o günden bu yana, özellikle de 2004’de yaşanan büyük deprem ve tsunami felaketlerinin ardından ortaya çıkan ekonomik tablonun yönetiminde çok yetersiz kaldığı için ülkedeki rejim değiştirilmiş; Maldiv Adaları yeni bir anayasaya kavuşmuş, seçimler yapılmış ve ülke bir cumhuriyet haline gelmiş. Bu arada ismi de Maldiv Adaları’ndan Maldivler’e değişmiş çünkü bir ülkenin doğal kaynaklarını ve zenginliklerini anımsatmak amacıyla coğrafi konumu üzerinden tanımlanmasının fazlasıyla sömürgecilik anlayışını yansıttığını ve özgürlük öncesi dönemlerini hatırlattığını düşünmüş Maldivliler. Bağımlı olarak yaşamak zorunda kaldıkları uzun dönemde, yöredeki pek çok başka ülke gibi, hem Portekiz hem Hollanda hem de İngiltere’nin sömürgenliğinden yeterince nasiplerini almış oldukları düşünülürse bence o günleri unutmak ve unutturmak isteyerek yaptıkları bu değişikliğe şaşmamak gerek.

Maldivlerdeki günlerimin büyük bir bölümünü Kuzey Male Atolü içerisinde yer alan Kuda Huraa adasında geçiriyorum. Gerçi Kuda Huraa, üzerinde sadece otel bulunan turistik adalardan birisi olduğu için burada ülkedeki yaşam hakkında çok fazla bir gözlem yapamıyorum ama doğrusu adada geçirdiğim günler hani şu çok söylendiği için klişe haline gelip içi boşalan bazı sözleri tekrar gerçek anlamlarına kavuşturacak türden… Geçekten her şey “rüya gibi”; gerçekten burada gün batımı “eşsiz”, gerçekten deniz “akvaryum gibi”, adanın havası gerçekten “büyülü”…  Kısacası, Kuda Huraa’daki tatilim “hayal gibi” geçiyor, gerçekten… Yaşadıklarımı kısaca özetleyecek olursam, her şeyden önce konakladığım yerin “kuş sütü eksik” lüksünü belirtmem gerek sanırım. Maldiv adalarının hepsindeki oteller aynı tarz ve kalitede tasarlanmış. Tüm tesisler konuklara olağanüstü keyifler yaşatmak konusunda doğayla yarışan başka güzellikler de sunmak, gerçekten “bu dünyanın dışında” bir tatil süresi sağlamak üzere ayarlanmış. Kuda Huraa’da, içerisinde jakuzi ve kolonyal tarzda cibinlik ve dört direkli yatak gibi bilumum sembol haline gelmiş hoşluklar bulunan, yerlerde el dokuması yaygıları olan, tüm dekorasyonu ahşap ve diğer doğal malzemelerden yapılmış, reklam broşürlerinde gördüğünüz türden son derece konforlu bir odada kalıyorum. Kumsala açılan arka kapıdan verandama çıkarsam, denize ulaşmadan önce hamakların ve palmiye ağaçlarının arasında yalnızca bana ait olan bir yüzme havuzuyla karşılaşıyorum. Zaten plajın odamın önüne rastlayan bölümü de yalnızca bana ait. Tüm bu lükslere ilaveten odanın her köşesini süsleyen tütsüler, banyonun bahçede açık havada olması veya gündelik olarak tazelenen aloe vera’lı doğal bakım ürünlerim gibi dünyanın bu yöresinde olağan karşılanan başka bir sürü detay da gerçekten insanın kendisini şımartmak için hayal edebileceği her şeyi içeriyor. Üstelik Kuda Huraa’da kaldığım sürece kutladığım yıldönümü için her gün ayrı bir hoş sürpriz yapan, odama her gün bıraktıkları elma ve armutların yerine mango isteyince, “ama biz onları size egzotik meyvelerle özel bir ikram yapmış olmak için sunuyorduk. Mangolar o kadar alışıldık ve sıradan ki, değişik bir şey yapmak istedik!” diyerek beni gözyaşlarına boğup dünyanın en güzel mangolarını yemekten hiç düşünmeden vazgeçiren Maldivliler ile beraberim. Ama tüm bu ömür boyu anımsanacak konfor keyiflerine rağmen, asıl inanılmaz lezzet hiç şüphesiz ülkenin doğal güzelliklerinde. Karşı adanın görüntüsünü bir kartpostal resmine dönüştüren günbatımının eşsiz renklerinde; dalmaya bile gerek olmadan çıplak gözünüzle görebildiğiniz türlü çeşit rengarenk balığın inanılmaz karmaşasında; birkaç yüz metre uzakta bu işe ayrılmış minnacık bir adada yaptığınız meditasyon çalışması ve ardından gelen tarifsiz ölçüde dinlendirici masajda…

Bunların hepsi aklımda unutulmaz keyifler olarak yer ediyor. Çünkü mesela gün batımı, bu denli denizin ortasındayken dünyanın başka noktalarındaki benzerlerinden çok daha gerçek oluveriyor birden. Günün bu saatlerinde, denizle göğün bir araya gelerek oluşturduğu ve artık içinde yaşamaya alıştığım sonsuz mavilik yavaşça yok olup yerini inanılmaz bir ateş rengine bırakıyor. Bana gökyüzünün altında değil de tam içerisindeymişim gibi geliyor. Adeta ayağım yerden kesilmiş halde, güneş denizin üzerine doğru alçalınca ortaya çıkıp bulutları turuncu ve sarının farklı tonlarına boyayan ışığın ortasında bir yerdeymişim gibi. Sanki herhangi bir başka yerde batmakta olan güneşle aramda var olduğunu kesin olarak bildiğim mesafe burada yokmuş gibi. Sanki akşam alacasında bir adet geleneksel balıkçı kayığıyla, batan güneşin hemen önünde duran karşı adaya değil de güneşin ta kendisine gidiyormuşum gibi. Sanki dünyanın ortasında bir yerde tek başıma, beni altın ışıklarıyla yıkayarak ve saçlarıma tutunup benden güç alarak batmaya çalışan güneşe varlığımla destek oluyormuşum gibi ve sanki güneş tüm bedenimi hızla solan renkleriyle sarmalayarak eriyip giderken beni de yanına alacakmış gibi… Bu saatlerde nedense, gün boyu dünyanın en hafif ve tasasız yaratıkları gibi görünen pamuk kıvamında yumuşak, tül inceliğinde narin bulutlar garip bir ağırlık kazanıyor. Güneş sonunda nihayet battığında, bulutlar ve ben onunla birlikte batmışız gibi biraz yorgun, biraz hüzünlü ama önümüzde serilen akşamdan ve yarın yeniden doğacak günün getireceklerinden umutlu oluyoruz.

Sonra en az günbatımının gerçek olduğu oranda gerçekdışı görünen, insan eliyle teker teker boyanmış olduğuna yemin edebileceğiniz olağanüstü renklerdeki balıklar… Eğer kaldığınız bungalov denizin üzerindeyse onun camdan yapılmış şeffaf tabanından bile gün boyunca seyredebildiğiniz ve sanki birisi sizin için özellikle toplayıp aynı noktaya yerleştirmiş gibi hepsi bir arada nazlı nazlı poz veren sarı siyah çizgili “pijamalılar”, kobalt mavisi üzerine benekli lekeleri olan küçücük yavrular, saçaklı ve püsküllü tombullar ve ince uzun süslü kuyruklu olanlar; sonra minicik canavarları andıran dikenliler ve sonra kırmızı beyaz zikzak desenleri olanlar ve balon gibi şişmiş yanaklılar ve sonra siyah beyaz panter desenliler… Çok şaşırtıcılar… Dahası, son kalmış pembeliklerini kaybetmemek için iklime direnen mercanlar, ilk kez gördüğüm şeffaf deniz böcekleri ve birbirinden ilginç su altı bitkileri… Üstelik tüm bu çarpıcı derecede farklı hayvanların varlığına karşın tanıdığımız birçok hayvanın, örneğin kedi-köpek, at-eşek veya ineğin Maldivler’de hiç var olmadığını bilmek…

Bunların hepsi o kadar şaşırtıcı ve sağaltıcı ki, doğaya bu denli ruhuyla dokunduktan sonra insanın başka hiçbir şeyi fazla önemseyecek hali kalmıyor. Belki de bu yüzden birkaç gün sonra inanılmaz derecede sıcak ve rutubetli olan havada su kaybından baygınlık geçirip hastalanmayı fazla sorun edemiyorum. Kuda Huraa’dan sadece güzel, dinlendirici, ruhuma huzur veren şeyler kalıyor aklımda. Oysa dışarıdaki yapış yapış sıcaktan kaçıp klimalı odamın serinliğine sığındığım bir sefer duvardaki termometreye gözüm gidiyor ve içerideki o çok serin ve ferahlatıcı ısının yirmi sekiz derece olduğunu görüyorum! Bu dışarıdaki havanın tahminen kırk derecenin üstünde olduğu anlamına geliyor. Sürekli üzerime kovalarla su boşaltılmış gibi terleyerek yaşıyorum ve sonunda yerlilerin verdiği öğüdü dinleyip hiç durmadan su içmediğim için hastalanıyorum. Ama neredeyse, buna “iyi ki” diyeceğim çünkü adada görev yapan ve kadın olduğum için beri korkarak muayene eden Bangladeşli doktoru, ben iyileşinceye kadar başımda bekleyen Malezyalı otel müdürünü ve ben kendimi daha iyi hissedeyim diye her gün odama güzel kokulu egzotik çiçekler getiren Maldivli oda görevlisini bu sayede tanıyorum. Ve bu sayede hayatımda çok kalıcı bir yer edinip gönlümde çok vazgeçilmez bir yere yerleşiyorlar. Bir de tevekkülü öğreniyorum. Ve korkumu kontrol etmeyi… Okyanusun ortasında, neredeyse suyun içinde, motorla ulaşılabilecek en yakın adanın yarım saat mesafede olduğu ve ulaşıldığında da koşulların benim bulunduğum yerden fazla değişik olmayacağını bildiğim bir yerde, hayatta ilk defa başıma gelen ciddi bir rahatsızlık yaşıyorum ve oturup sakin sakin geçmesini bekliyorum… Çünkü yapacak başka hiçbir şey yok; dünyanın bu minicik noktasında, hiçbir sosyal olanak ve sağlık hizmeti benim alışkın olduğum türden değil. Tanımadığım ve içerisindeki bilgi yazısını okuyup anlayamayacağım birkaç ilacı birden içmek zorundayım. Allahtan doktorum sürekli olarak aklınıza gelebilecek en şeker gülümsemeyle bana yatıştırıcı şeyler söylüyor ve tedavime her şeyden önce içine bol misket limonu sıkılmış bir bardak zencefilli soğuk suyu bana içirerek başlıyor da, ne kadar doğayla iç içe bir yerde olduğumu, burada aksayan ne olursa olsun hayatın nasıl her şeye rağmen doğanın verdikleriyle kendiliğinden normale döndüğünü anımsıyorum. Artık verdiği ilaçları da korkmadan içebilirim… Böylece epey önemli bir hastalık bile Maldivler’den damağımda kalan tadı bozacak bir iz bırakmadan geçiyor.

Kuda Huraa adasındaki tüm keyfime rağmen, alışkın olduğum yerlerden bu kadar farklı bir dekorda bir süre yaşadıktan sonra, kendimi biraz daha bildik bir mekanda bulup tekrar ayaklarımın üzerine dönme ihtiyacı duyduğumu hissediyorum. Anlattığım güzelliklerin zor bulunur keyifler oluşturduğu doğru ama sanırım ben bu noktada, belki içimdeki “nerede olursam olayım bir kentin yaşamına karışma” dürtüsünden veya belki de kendimi bildim bileli bana “normal” diye öğretilmiş gerçeklere göre bulunduğum yeri yeniden tanımlama ihtiyacı yüzünden; kısacası hem aslında hala bildiğim dünyanın üzerinde olduğumu hatırlamak hem de yerli halkın gerçek yaşamından birazcık olsun bir şeyler görebilmek için, yeniden motora binip kendimi dünyanın yüzölçümü en küçük başkenti olmakla övünen başkent Male’ye (yerli dildeki orijinal haliyle “Maa-le”) atıyorum.

Eminim, bir kısmınız Male’nin haritadaki yerini gözlerinin önüne hemen getirir, hatta oraya ait anılarını aklına düşürürken, bir kısmınız da bu küçük kenti hayalinizde yaratmaya bile kalkışmadan “nasıl bir yer ola ki bu Male?” diye soruyorsunuz… Aslında bu ikinci gruptakilerin çoğunlukta olması beni hiç şaşırtmaz çünkü yakın zamana kadar ben de o gruba dahildim. İlk kez tsunami Hint Okyanusunu vurduğunda sıkça karşılaşır oldum bu ufak kentin adıyla; sonra da gidip görene kadar doğrusu pek fazla ilgilenmedim; oysa şimdi dağarcığıma eklenen kent sevdalarının arasına katılmış bulunuyor. Male, bugüne kadar sözünü etmeye değer bulduğum kentlerden hiçbirisine benzemiyor aslında; ne büyük ve kalabalık, ne şenlikli ve hareketli, ne tarihi zengin, ne eğlence yeri çok, ne de sanat faaliyetleri canlı… İlginç olan özelliği belki de yalnızca coğrafyasından kaynaklanan kaderi. Beni derinden etkileyen ve de daha ayrılmadan “geri çağırmaya” başlayan boyutu da bu: Dünyada yer hareketlerinin en yoğun olduğu bölgelerden birisinin ortasında bulunan, deniz seviyesindeki dümdüz bir ülkenin başkenti olarak er veya geç haritadan silinmesi kaçınılmaz Male’nin; günün birinde dalgaların arasında yok olmaya mahkum bir küçük kentçik. Bir takım doğa güzelliklerinin yine doğadan gelen bir felaketle dünya üzerinden silinecek olması tabii ki çok çarpıcı ve çok yazık ama nedense insan yapısı bir kentin aynı şekilde yok olacak olması beni daha çok ürpertiyor. Bu yüzden oradayken kendimi doğanın ortasında olduğundan çok daha fazla dünyanın sonunda veya aslında belki de başladığı yerde gibi hissediyorum. Üstelik, Kuda Huraa’daki cennet günleri ne kadar mutlulukla yaşamış olursam olayım ve hatta günün sonunda oraya dönmeyi ne kadar hevesle beklersem bekleyeyim, otellerin bulunduğu ve canım plajların yer aldığı “resort” adalarından bir süre için uzaklaşıp Maldivli “gerçek” insanların yaşadığı ve çevrede iki metreden daha yüksek yapıların da bulunduğu bir adaya geçerek minik kent Male’de kendi “sıradan” dünyamda alışkın olduğum şekilde bir kafede meyve suyu içerek, bir pazardan alışveriş yaparak veya bir parkta oturarak soluklanmak; alışkın olduğum biçim ve boyutlarda sokaklar görmek ve bildiğim araba ve otobüslere binmek doğrusu çok iyi geliyor bana.

Bir uçtan bir uca eni bir buçuk, boyu da iki kilometre genişliğinde bir alan üzerine kurulmuş olan Male, aslında ülkeye adını da veren yerleşim noktası çünkü “Maldivler” kelimesinin yerli dildeki anlamı “Male’nin adaları”. Ne kadar küçük olursa olsun, Dravid kökenli balıkçıların buraya ilk kez yerleştiği zamandan beri hep önemli bir yerleşim merkezi olmuş. Kent Hindistan’dan bir gemiyle buraya gelip etraftaki dağınık kabileleri toplayarak yeni bir ülke yaratan ve zamanla önce bu kentin, sonra da diğer adaların yöneticiliğini üstlenen Budist prens zamanında da onun evinin bulunduğu bir “başkent” niteliğindeymiş. Maldivler Müslüman bir sultanlık olduğunda ise, Male sultan ailelerinin yönetim merkezi ve saraylarının bulunduğu yer olmuş. O dönemde, hakim kültür olan Arapların etkisiyle “Mahal” adını taşıyormuş ve birçok kale, burç ve kapıyla dolu olan bir surla çevriliymiş. Bu sur, tıpkı kentteki kraliyet sarayı gibi, sultanlığın yıkılmasından sonra yapılan düzenleme ve yeniden yapılanma çalışmaları sırasında tamamen yıktırılmış. Zaten kentin deniz doldurularak genişletilip modernleştirildiği bu dönem sayesinde Male’nin tarihinden geriye sadece Eski Cami kalmış. Bu yüzden, tarihi birkaç yüz yıl öncesine ulaştığı halde, Male’nin aynı yaştaki diğer dünya kentlerine benzer bir tarihi eser zenginliği sergilediğini söylemek zor. Eski Cami dünyadaki benzerlerinden görünüş olarak çok farklı olmasa da inşaatında mercan kayaları kullanıldığı için ve bahçesindeki mezarlık yüzünden ilginç. Kentin tüm diğer görülmeye değer yerleri yani Başkanlık Sarayı Mulee-aage, devlet başkanının evi, minik Sultan Parkı, içerisinde şatafatlı Yeni Camiyi de barındıran İslam Merkezi ve herhangi bir Anadolu kasabasını andıran küçük çarşısı toplam kırk beş dakikada yürüyerek gezebileceğiniz kadar dar bir alanda.

Hemen yanındaki bir adada yer alan uluslararası havaalanı Hulule yapılmadan önce, adalara tek ulaşım Male’nin limanından olduğu için şehrin bu anlamda önemi ve hareketliliği daha fazlaymış. Aslında bu durum, bugünkü Male 16. Yüzyılda Portekizliler tarafından bir ticaret noktası olarak yeniden kurulduğundan beri geçerli olmalı ama Maldivler’e bu limandan ulaşan gezginlerin yazdıklarından anlaşıldığına göre, en yakın kara parçası olan Sri Lanka’nın başkenti Colombo’dan buraya deniz yoluyla ulaşım, Hint Okyanusu’nun tam da göbeğinde bilinmeyen tehlikelere dalmak anlamına geldiğinden oldukça meşakkatli bir işmiş. Bu yüzden, Hulule Havaalanı maceraya en çok meraklı olanların bile sevinerek karşıladığı bir değişiklik olmuş. Havaalanının yapılması şimdiki haliyle de sürekli siestada olduğu izlenimi veren tipik bir İslam kenti olan Male’ye önemli boyutta canlılık kazandırmış. Yakın zamana kadar çok az sayıda tarihi binanın dışında mercan kayalarından yapılmış küçük kulübelerin sırt sırta vererek oluşturduğu daracık, kargacık burgacık sokaklardan ve kent ekonomisinin ana damarını oluşturan balıkçılık faaliyetlerinin sürdürüldüğü deniz kıyısındaki balıkçı barınaklarından başka bir mimari birim taşımayan Male, havaalanının açılması ve turizmin gelişmesiyle, asfalt yolları ve on katlı modern binaları olan bir yere dönüşmüş. Hatta şimdi artık çok katlı bir alışveriş merkezi bile var ve bu durum her ne kadar otantik özelliğini yitirmesi anlamına geldiği için beni üzüyor olsa da Malelilere büyük gurur veriyor. Doğrusunu isterseniz, etrafta hızla süregiden inşaat faaliyetlerini görünce insan biraz “acaba çekecek mi bu kara parçası bu kadar yükü?” diye endişelenirken buluyor kendisini. Bunun aslında doğru olmadığını bilse de sanki mercan kayalar topraktan daha nahifmiş de bu kadar çok betonu taşıyamayıp kırılırmış gibi geliyor insana; sanki adalar bunca zamandır kazasız belasız suyun üstünde kalmalarını üzerilerindeki yapılaşmanın doğal malzemelerden, tahtadan, sazlardan, topraktan olmasına borçluymuşlar gibi… Ben kendi hesabıma “adadaki motorlu taşıt sayısını kısıtlı tutsalar bari” diye dertlendiğimi itiraf etmeliyim mesela. Bir şekilde, asma köprüler, viyadükler, ağır vasıtalar falan bu minnacık kentte yanlış adreste olurlarmış gibi geliyor çünkü bana. Öte yandan, Male’ye bu hızlı değişimden önce de gelmiş olanların söylediğine göre, söz konusu canlanmanın kente kattığı en güzel şeylerden birisi, oturup dünyanın en kolay kentinde olmanın tadını çıkarabileceğiniz kafelerin sayısının artmış olması. Gerçi Male’de keyifli kafelerin ve canlı alışveriş noktalarının eskisinden çok daha fazla olduğu doğru herhalde ama şehrin en canlı noktasındayken bile bana sanki görünen yüzünün arkasında kent ağdalı bir öğleden sonra uykusunu sürekli sürdürüyormuş gibi geliyor nedense ve bu algımın nedeni nemli sıcağı yüzünden insanın aklına her şeyden önce rehavet kavramını getiren iklim olmalı diye düşünüyorum.

Bugün Male’nin en gözde mekanlarından birisi doldurulan kıyıda yapılmış olan modern suni plaj ve sörf alanı olsa da, kentin bence en ilginç noktası hala hiç şüphesiz balık pazarı. Tunus, İstanbul veya Tokyo’daki benzerleriyle kıyaslanacak bir boyutta ve ışıltıda değil ama Male balık pazarı gördüğüm en otantik, en etkileyici balık pazarlarından birisi… Burada, benzerlerine diğer güneydoğu Asya ülkelerinde rastlandığı gibi küçücük bir alanda, dünyanın bize yakın olan denizlerinde bulunmayan bir sürü ilginç balık çeşidi, olabilecek en doğal ve ilkel şekillerde saklanıp temizlenip satılıyor. Keskin ve sivri bir bıçağı elime tutuşturup kendisine yardım etmek üzere beni derisini yüzdüğü ton balığının başına çeken balıkçı dostum bunun ne kadar farkına varıyor bilmiyorum ama, Akdeniz’den gelmiş birisi için bir balık pazarında en bol bulunan balığın barakuda olması çok ilginç bir durum doğrusu… Üstelik Maldivler’de bu barakudaların böyle beklenmedik bir biçimde karşıma çıktığı ilk yer Male balık pazarı da değil. Barakudalar her gece kaldığım otelin iskele üzerine kurulmuş olan lokantasına gelip doyurulmayı bekliyorlar, tıpkı Akdeniz’in sokak kedileri gibi! Onlara az çok alışmış, herkesin isminden bile korktuğu bir canavar türüyle arkadaş olmanın gururunu sevmiş, suya ne miktarda ekmek atarsam zarar vermeden besleyebileceğimi öğrenmiş ve yenilebilecek canlılar olduklarını neredeyse unutmuş vaziyetteyim yani; bir pazarda tezgahların üzerine dizilip kuzu kuzu pişirilmeyi beklemelerini istemiyor gönlüm. Male balık pazarı küçük ve sınırlı sayıda balık çeşidi sunuyor ve çalışma yöntemleri eski ve ilkel ama en kentin en keyifli yerlerinden birisi kısacası. Kentin en az balık pazarı kadar ilginç bir başka noktası da meyve/sebze pazarı. Bu düşüncem, dünyanın neresinde olursam olayım yiyecek pazarlarında beni çeken bir mıknatıs olmasından veya Male pazarının yerel ürünlerle dolu tropik ülke pazarlarının en güzel örneklerinden birisi olmasından olduğu kadar, şehrin bu kadar canlı ve yaşam dolu başka fazla noktası bulunmamasından da kaynaklanıyor. Male küçücük bir kent olduğu için pazarları doğrusu en eğlenceli, en canlı, en renkli yerleri. Bu pazar da ağırlıklı olarak farklı köylerden yerli halkın yetiştirdiği ürünlerin satıldığı ve Maldivler’de çok fazla sebze yetiştiriciliği yapılmadığı için daha ziyade türlü çeşit rengarenk egzotik meyvenin gözleri şenlendirdiği bir yer. Aslında artık fazlasıyla turistik bir hale gelmiş olan Maldivler’de tabii ki birçok ithal yiyecek maddesi de var ama burada daha fazla kendi yetiştirdiklerini sattıkları için tezgahları dünyanın başka yerlerinden gelen gezginler için hala çok değişik sayılacak meyveler, papayalar, guavalar, passion fruit’lar, mangolar dolduruyor. Hemen anlaşılacağı gibi, çarpıcı olan bu meyvelerin türlerinden çok ülkemizde az miktarlarda ve çok yüksek fiyatlara bulup birer değerli madde gibi azar azar tüketmeye alışkın olduğumuz yiyeceklerin buradaki bolluğu ve sıradanlığı… Örneğin, muzlar hevenk hevenk, her tropik ülkede olduğu gibi, ama o kadar çoklar ki tüm pazar sanki bir muz perdesinin altında yer alıyormuş gibi görünüyor uzaktan bakınca. Pazardan ayrılırken, gözümün önünde meyvelerin renk cümbüşü, damağımda da Hindistan cevizi ve sütle yapılan bizdeki cevizli sucuğa benzer tatlının tadı kalıyor. Bu güzelim tadı Maldivler’de yediğim dünyanın en lezzetli mangolarının eşsiz tadının yanına koyuyorum aklımda. Motora binip Kuda Huraa’ya geri dönmek için limana yürürken arkamdan tezgahının başında Hint müziğine çok benzeyen Maldiv türkülerinden birini kendi kendine mırıldanan minik bir kızın sesi geliyor. Daha şimdiden Maldivli kadınların esmer güzelliğini tüm özellikleriyle taşıyan, içleri ışıltıyla parlayan kocaman kara gözleri olan bir küçücük kızın minik, titrek ama insanın içine işleyecek kadar berrak sesi…

Herkesin doğa güzellikleri için gitmek istediği bir ülkede tutup yine, hem bu sefer anlaşılan fazla bir özelliği de olmayan bir kente takıldığımı düşünüyor olabilirsiniz…  Ama dedim ya, ben uzak bir gelecekte sulara gömülerek haritadan silineceğine emin olduğum bir kentte bulunmaktan, kendi çapında mağrur ve keyifli bu küçük kenti yok olmadan tanımış olmaktan özel bir mutluluk duydum; bir anlamda kendimce bir sonu mutlu biten bir Atlantis macerası yaşadım. Belki Male’deki mutluluğum biraz da Maldivler’de yaşadığım rüyadan ne denli mutlu olursam olayım aslında demek ki bilinçaltımda hep mevcut olan yok olma korkusuna ve ayağımın altından bastığım yerin çekilip alınacağı duygusuna karşı tutunacak tanıdık bildik somut bir şey aradığım içindir. Öyle veya böyle, benim aklıma takılan, beni geri çağıran kentlerden birisi oldu Male. Ve demek ki işte öğrenmenin yaşı yok; Male sayesine bir kentin dağdağasının, sanat zenginliğinin, tarihi mirasının ve eğlence hayatının dışında,  aynı oranda somut olmayan ama kesinlikle onların yerine geçebilen farklı özellikleri de olabileceğini öğrenmiş oldum.

Maldivler’den ayrılma vakti geldiğinde, bu sefer gecenin bir yarısında okyanusun ve zamanın ve öğrendiğim tüm masalların, kısacası ancak yaşayarak anlaşılabilecek bir büyünün içerisinden hızla akarak havaalanına doğru geri giderken karanlık denizin üzerinden bana kıpırtılı ışıltılı mesajlar gönderen yıldızlara bakarak kısa bir süre için bir parçası haline geldiğim bu gerçekdışı dünyada yaşadığım rüyayı tekrar düşünüyorum. “Maldivler” son yıllarlarda yaratılan turistik imgesinin haklı nedenleri bir yana, bunların ötesine bakıldığında da dünyanın en ilginç yerlerinden birisi… Herkesin kafasında egzotik, romantik ve eğlenceli bir tatil beldesi olarak bir “Maldivler” kavramı var mutlaka ama oraya ulaştığınızda sizi bekleyenleri bu yüzey görüntünün dışında da okumaya niyetli olursanız kendinizce gerçekten farklı bir serüven yaşayabilirsiniz. Tropik bir cennet olduğu doğru bu ilginç ülkenin ama güzel olduğu kadar gerçeğin dışında bir yer… Yol yok, onun yerine deniz var; arabaların yerine deniz motorları; adres söylerken, kentler yerine atoller; üzerine bastığın yerde toprak yerine mercan kalıntıları var… Ve her şey bir yana, bir an için üzerinde yürüdüğünüz kara parçası incecik bir iple bağlı olduğu okyanus tabanından kopup sürüklenecekmiş gibi bir yanılsama yaşamak bile başlı başına bir deneyim. Sizi dünyaya bağlayan hiçbir gerçek bağ olmadığını zannederek ve bu yüzden kendinizi bir efsane kahramanı gibi hissederek, masallardaki mucizelere benzer biçimde suya tutunmuş olduğuna inanmak istediğiniz bir zeminin üzerinde yiyip içiyorsunuz; oturuyorsunuz, koşuyorsunuz; uyuyor, dans ediyor, araçlara binip yolculuk yapıyorsunuz. Bu zeminde bitki yetiştirip sanat eseri yaratanları izliyorsunuz; temel atıp inşaat yapanlarla tanışıyorsunuz… Tüm bunları yapıyorsunuz ama aslında ayağınızın altında bildiğiniz toprak yok! Dedim ya, bazı yerler gitmek için değil; hayali kurmak içindir adeta. Ve inanın bu konuda fikriniz oralara ulaşıp imkansız gibi görüneni gerçekleştirdikten sonra da değişmez. Yanlış anlaşılmasın; “keşke gelmeyip sadece hayalini kurmakla yetinseydim; düş kırıklığına uğradım” anlamında değil. Tersine, o masal alemine ait uzaktan algılama, bir kez ulaştıktan sonra daha da güçlendiği, yaşadıklarınız aslında hayalinizdekileri bile aşacak kadar gerçeküstü göründüğü için. Buraya ulaşana dek uzun süre uzaktan kurduğunuz hayalleri bundan böyle o öykünün kahramanlarından birisi olarak daha da hevesle sürdüreceğiniz için…

Güzin Yalın

Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır.

 

Yukarı