Kuzey Diyarlarının Ecesi; İsveç, Laponya

23 Aralık 2024

Kendimizi bildik bileli dinlediklerimiz ve ekonomik gerçekler hakkında bildiklerimiz sayesinde, İsveç’e gitmek söz konusu oldu mu, insan doğal olarak kendisini sadece refah, huzur, temizlik ve uygar yaşam koşulları görmeye koşulluyor. Epeyce mesafeli, oldukça doygun insanlar ve belki biraz da, aşırı steril, monoton ve sıkıcı bir gündelik yaşam… Hani hiçbir sorun yok ama herhalde fazla bir renk de yok… Bu beklentiler hatta, eşsiz kar manzaralarının; Nobel başta olmak üzere bir sürü ünlü İsveçlinin; sınırsız cinsel özgürlüğün; ABBA’nın unutulmaz müziğinin; sarı saç, mavi göz, uzun boyların, kış sporlarının ve sevimli ren geyiklerinin de önüne geçiyor insanın kafasında…

Oysa, İsveç bunlardan ibaret değil… Daha doğrusu, İsveç’in asıl ilginç olan boyutları, tabii ki, bu ilk anda akla gelenler değil… Ben İsveç’e yaptığım gezide, çok renkli ve hareketli günler geçirdim; kimselerin bilmediği ve yıllardır oraya giden neredeyse ilk yabancı olduğum için herkesin boynuma sarıldığı küçücük köylerde, bu beklentilerimin tamamen zıddını yaşayıp çok da eğlendim… İsveç’teki Türk işçi nüfusunun varlığına rağmen, yöreye gelen ilk Türklerden birisi olduğumu öğrenip şaşakaldım… Belki de adını bile duymamış olacağınızı tahmin ettiğim bu yerlerde, Sami ırkından gelen ve İsveç’in Vikinglerden de önce gerçek yerlileri olan esmer, kısa boylu, balıketi İsveçliler ile birlikte, bataklıklarda yürüdüm; ren geyiği sürülerini damgaladım; ormanın içerisindeki tahta çadırlarda uyudum. Sivrisinekleri öldürmenin doğayı korumak amacıyla yasaklandığı bir bölgede, yaz gecesi soğuktan donmamak için, çadırın içerisinde yanan ateşi sabaha kadar başında bekleyip beslemek zorunda kaldım. Aynı gölün suyuyla önce banyo yapıp sonra kahve pişirdim… Sonra kendi yaktığım ateşte ren geyiği kavurması pişirip üzerine İsveç usulü böğürtlen çileği reçeli dökerek yedim… Gece uyumadan önce çadırın kapısına gelen ren geyiklerinin  gözlerine baktığımda bu dediğimi bir daha asla yapmamaya yemin ettim; ertesi gün, yiyecek pek fazla başka şey olmadığı için, yeniden ren geyiği eti kavurdum… Üstelik bu kadar çok şeyi ve daha bir sürü başka şeyi iki günde yaptım çünkü zaman bitmiyordu; çünkü güneş batmıyordu, gece olmuyordu… “Beyaz geceleri” görmeye geldiğim bu dünyanın en kuzey ucunda, dünyanın en uygar ülkelerinden birisinin sınırları içerisinde, “uygarlık” diye adlandırdığımız yaşam biçimini tamamen unutup doğanın koynunda yaşamanın, ilk kez bu kadar tadına vardım…

Ama durun, bir dakika… Daha fazla ilerlemeden, bir saptama yapmalıyım… Sözünü ettiğim yere aslında İsveç yerine, Laponya (Lapland) demek galiba daha doğru olacak… Sizi yanıltmamak için, hemen belirtmemde yarar var; Laponya sadece coğrafi bir bölgenin adı. İsveç, Norveç ve Finlandiya’nın kuzeyini kaplıyor. Bölgenin en gerçek yerlilerinin yerleştiği alanlar burada. Sözünü ettiğim insanlar ve yerleşim noktaları, Viking yerleşiminden yüzlerce yıl öncesine ait… İşte benim İsveç’te gittiğim kentler ve köyler de bu bölgede.

İlk durak Arvidsjaur… Arvidsjaur, hem Laponya’da bir bölgenin, hem de buradaki en önemli kentin adı… Eğlence havaalanında başlıyor çünkü macera filmlerinde gördüğüm cinsten, ancak pervaneli bir uçağın inmesine izin verecek boyda bir pisti olduğu için kendisine havaalanı denilen bir meydanın ortasındaki ahşap binadayız… O kadar gerçek dışı bir yer ki, geride bıraktığımız yaşamla bağlantımızı kaybetmemek için sık sık dönüp birbirimize ve “evden getirdiğimiz nesneler” olarak bavullarımıza bakmak ihtiyacı hissediyoruz… Sanki birazdan 1920’lerin “seyyah” giysileriyle ve ellerinde tüfek ve dürbünlerle birileri gelip henüz döndükleri kutuplardaki keşif gezisinde nelere rastladıklarını anlatacak… Ormanın içerisinde kayıp bir noktaya, hem de kendi isteğimizle ışınlanmış gibiyiz sanki…

Havaalanından kalacağımız yere kadar yolculuk boyunca, en çarpıcı şey, tabii ki doğa… Daha sonra gezi boyunca sık sık düşüneceğim şey ilk kez burada aklıma düşüyor; “Demek ki, gerçekmiş!” Havanın temizliğinden midir, yoksa yeryüzünün bu noktasına ışığın yansıdığı açıdan mı bilmem, görüntüler inanılmaz derecede berrak ve keskin… Sanki gözlüğünüzün uzun süredir kirli kalan camını birisi temizlemiş gibi bir duygu yaşıyorsunuz… Görüntüler, bizim kendi isli-sisli, buğulu kentlerimizde alışkın olmadığımız kadar net ve de Tanrım; ne kadar güzel… “Demek”, diyorum, “gerçekmiş o takvimlerdeki doğa manzarası resimleri!” Doğrusu ya, ben bu kadar abartılı bir güzelliğin fotoğraf hilesi falan olduğunu düşünmüştüm hep. Aslında anlatmaya çok gerek de yok, olanak da galiba… Derin ve pürüzsüz mavi gök, hafif ve uçuşkan beyaz bulutlar, yeşilin bin bir tonunu taşıyan ağaçlar, arada sarısı bol rengarenk çiçekler, yüzeyinde inanılmaz yansımalar oynaşan durgun, derin göller… Yani doğa güzelliği diye aklınızda bugüne dek yer etmiş ne varsa, hepsini bir araya getirip bir resme yerleştirin, Laponya’yı hayal etmiş olacaksınız…

Burada yaşayan Sami kökenli İsveçliler, yani İskandinavya’nın, çokça da haksızlığa uğramış “yerlileri”, soyları tükenmeye ve tüm gelenekleri yok olmaya yüz tuttuğu için, eskiden dışarıdan gelenleri asla kabul etmedikleri gündelik yaşamlarına yabancıların da katılmasına, en azından izlemesine, artık izin veriyorlar. Sırf birileri onların varlığından haberdar olsun; gördüklerini bir yerlere taşısın diye… Bu yüzden, isterseniz Laponya’da bir krater gölünün kenarındaki bir ormanda Samilere özgü, içerisine tepesinde açılan kapaktan girilen, kocaman bir geleneksel tahta çadırda geceleyebiliyorsunuz. Krater gölünde balık tutup kıyıya adeta terk edilmiş gibi bırakılmış ilkel bir salı, öte tarafa bağlanmış olan bir ipi çekmek suretiyle hareket ettirerek, karşı kıyıya geçebiliyorsunuz.

O çadırlarda uyuma fikri başlangıçta belki etraf çok ıssız olduğu için, belki geceyle birlikte sanki tanımadığınız hayvanların ayak seslerini duymaya başladığınız için, belki de çadırın ortasında ateş yakmaktan ürktüğünüz için sizi korkutsa da, önce uyku tulumunuza sarılıp yere uzanınca, aklınızın almadığı bir biçimde mükemmel havalandırılmış bir yerde olduğunuzu; ateşin dumanının çok yakında olduğu halde, size ulaşmadığını fark edip rahatlıyorsunuz… Sonra da, yavaş yavaş kendi dünyanızın bu denli uzağında kalmış olmak duygusunun belki de kısa bir süre size iyi geleceğini hissetmeye başlıyorsunuz… Bütün iş, sabaha kadar “ihtiyaç molası” vermek zorunda kalmamakta çünkü bunun için ormana dalmaktan başka çare yok… Ama eğer mecbur kalırsanız, çadırınıza kadar gelmiş olan ren geyikleri size eşlik ettikleri için, ürküntünüz keyfe bile dönüşebiliyor. Çok geçmeden emin oluyorum; şu boynuzları çok iri olan sağdaki koyu renklisi, galiba hep aynı geyik; yani artık aramızdaki yeterince sürmüş bakışma süreci tamamlandığına ve bu güzelim yaratık hala gelip gelip hep benim yakınımda bir yerde durduğuna göre, bu artık benim geyiğim… İçim ezilerek umuyorum; bu yakışıklı hayvan İnşallah bugün yediğimin akrabası falan değildir…

Bu noktada, bir şeyi hemen hatırlatmama izin verin; bu anlatılan geceye ait sahnelerin hepsi aslında aydınlıkta yaşanıyor çünkü gece olmuyor… Aylardan Haziran ve “beyaz geceleri”, yani batmayan güneşi ve bitmeyen gün ışıklarını görmek için buradayız. Havanın kararmaması, bizi oldukça ilginç bir uyku uyumama tavrına itiyor. Oysa, Laponya’da yaşayanlar, aydınlık durumu ne olursa olsun, saate bakarak, vakti gelince yatıp uyumaya alışmışlar; aksi takdirde, dinlenip tazelenip sağlıklı bir biçimde yeni bir güne başlamalarına olanak yok.  Bu yüzden, hava kararmasa da, gece olduğunu, birden bire hissettiğiniz ve başlangıçta nedenini anlamayıp panik olduğunuz aşırı yorgunluktan ve aniden ortalıkta kimselerin kalmamasından anlıyorsunuz. Gerçeğin dışında, bir rüya aleminde imişsiniz gibi, yaklaştığının farkında bile olmadığınız bir akşamın çoktan gelmiş olduğunu böyle birden görüveriyorsunuz… İnsansızlık ve sessizlik… Tam karanlık olmasa da, gerçek aydınlık veremeyen bir ışık; sanki her şey bir tül perdenin ardındaymış gibi… Bu durum insana kaçınılmaz bir ıssızlık duygusu da veriyor… Sanki ayağınız yere basmıyormuş, boşluktaymışsınız gibi bir yanılsama yaşıyorsunuz alışıncaya dek…

Bu başka bir boyutta olma duygusunu en güçlü olarak, iki gün sonra gittiğim, yine Arvidsjaur bölgesindeki 300 nüfuslu Moskosel kentinde, Moskosel gölünün kıyısında hissediyorum. Sabaha karşı üçe doğru nihayet alçalmaya başlayan güneşin, gündüz üzerinde kanoyla gezdiğimiz, bu saatte ise masal mekanlarını andıran güzelim gölün üzerine inmesini tam karşıdan görebilecek bir noktada oturmuş, geleneksel İsveç içkisi “aquavit”i yudumluyorum; içki içmeye sanki çok meraklıymışım gibi… Ama içerisinde bulunduğum durum, insanın içine hafif bir ürperti veriyor ve aquavit bunun geçmesine yardımcı oluyor doğrusu… Güneş alçalıp alçalıp bir süre düz bir çizgi üzerinde ilerledikten sonra, “şaka yaptım” der gibi, batmadan yeniden doğuyor. Aslında yalnızca, indiği noktada gölü batı ucundan doğu ucuna doğru bir baştan bir başa geçmiş ve sonra yeniden yükselmiş oluyor yani. Tam bu olayı içime sindirip yatmaya ve karanlıkta dinlenmeye alışkın bedenimi ertesi güne hazırlama denemesi yapmaya niyetlenirken, asıl ömür boyu unutamayacağım şey gerçekleşiyor. Gölün üzeri yavaşça netliğini kaybedip buğulanıyor. Sis bastığını zannediyorum aniden… Ancak kalkıp biraz kıyıya doğru yürüyünce anlıyorum tam ne olduğunu; bulutlar gölün üzerine inmişler… Gölün yüzeyi, bembeyaz hafifçecik bulutlarla kaplı… İki-üç metre yüksekte, bulutların hemen üzerinde ise, görüntü her zaman olduğu kadar net ve temiz. Bulutlar kendi sınırları içerisinde kalıp sadece değdikleri noktadan gölün yüzeyini sarmalıyorlar yani; öyle bizim bildiğimiz etrafa yayılmış alçak bulutlar gibi ortalığı bulandırmak falan yok; sanki bir tepsinin üzerine yerleştirilmişler ve sonra o dev tepsi de yavaşça gölün yüzeyine bırakılmış gibi… Tan tam olarak ağarmadan önceki ışığı düşünün; masmavi gölün tüle sarılmış, dantelle örtülmüş halini bu ışıkta seyretmeyi düşünün… Ne yalan söyleyeyim; rüya gibi… Nefes almakta zorlanıyor insan o oksijen bolluğunda…

Böyle bir şaşkınlığı buraya geldiğimden beri ikinci yaşıyorum aslında. İlki bir gün önce, gündüz ışığında gerçekleşmişti. Bulunduğumuz yere kadar serin havası gelecek bir mesafede, gök gürültülü şimşekli bir yaz fırtınası koptu. Bizim üzerimize yağmur yağmasa da, rüzgarı, ışığı, titremesi, telaşı geldi. Ve de bir resim gibi seyrettiğimiz manzarası… Geldiğimizden beri hafiflikleri ile bizi etkileyen beyaz bulutlar, birden bire simsiyah oldular ama hep bildiğimiz türden kararıp alçalarak değil. Oldukları yükseklikte kalarak ve etrafı hiç karartmadan, kömürle boyanmış gibi çok koyu gri bir renge büründüler birden… Asıl nefes kesecek kadar güzel olan, fonda gökyüzünün her zamanki kadar net ve derin ama pembe olmasıydı… İşte ilk o anda, oksijen bolluğu rahat nefes almama yetmedi İsveç’te; nefesim kesildi… Moskosel Gölü’nün kenarında da aynı duyguyu ikinci kez yaşıyorum.

Aslında Moskosel’e gelmeden önce, Arvidsjaur ormanında yaşadığım bir başka şey daha yaşam boyu unutmayacaklarım arasına katıldı; o yıl doğmuş olan ren geyiği yavrularının ait oldukları sürülerin damgalarıyla damgalanması işlemi… “İşlem” dediğime bakmayın; bir seremoni, bir tür ayin gibi yaşanan bir şeydi bu… Yakın zamana kadar yabancıların asla kabul edilmediği ve Sami yerlilerinin toplu olarak, komün halinde ve adeta bir tapınma gibi gerçekleştirdikleri bir ayin… Sabah saat üç sularında, kıyısına geldiğimiz ve bizi gideceğimiz yerden ayıran bataklığı, yürümeye olanak sağlamak için üzerine yapılmış olan daracık kalastan yol sayesinde aşıp ağaçların çevrelediği bir düzlüğün kenarından eğimli bir toprak yol boyunca tırmanmaya başlıyoruz. (Böyle zamanlarda adrenalin yükselerek, insanın yorgunluğa yenik düşmesini veya yaptığı işten vazgeçip teslim olmasını engelliyor herhalde. Yoksa hiç uyumadığımız ikinci gecede, cambazlık yaparak bataklığa düşmemeyi becerebileceğimi, önceden asla tahmin edemezdim doğrusu…) Bir yandan da, aşağıdaki düzlükten gelen ve gittikçe yoğunlaşan farklı bir uğultuya bir anlam vermeye çalışıyoruz. Sonunda ulaştığımız düzlükte bizi battaniyelerine sarılarak çömeldikleri yerlerde sabırla bir şey bekler gibi görünen Samiler karşılıyor… “Karşılıyor” diyorsam, sözün gelişi… Çünkü doğrusu, böylesine özel bir gecede aralarına yabancıların karışmasına hiç de alışkın olmadıkları çok belli. Yüz kişi civarında Sami, çoluk çocuk piknik yapar gibi dağıldıkları ağaçların altında, bizim kamptakine benzer ateşler yakmışlar, arada bir kalkıp ortak olarak kullandıkları su tulumlarından aynı kepçe benzeri aletle su içerek, ateşte pişirdikleri kahveyi yudumluyor, sohbet ediyorlar… Ağaçların arasından ince ince tüten dumanlar, insanların aydınlığa rağmen kendisini hissettiren geceye uygun biçimde fısıltıya yakın alçak seslerle konuşması, herkesin hareketlerinin neredeyse ağır çekim filmmiş gibi yavaş gelmesi bana; her şey sanki gerçek dışı…

Bu tür toplantılarda rastlanan bir tür şenlik atmosferinden ziyade, bir görevi yerine getirmek için saygı ve sabırla bekleme havası var etrafta. Sessizce aralarına karışıp kendimizi yok etmeye çalışıyoruz; özel bir anda gelerek bu insanları tedirgin ettiğimizi düşündüğümüz için… Bir süre sonra yanımıza yaklaşıp kahve ikram ediyorlar ve karşılıklı ürkek ürkek bakışıp gülümsüyoruz… Çok geçmeden de kalabalığın hareket ettiği yönü biz de takip ederek uğultunun nedenini anlıyoruz. Aşağımızda kalan düzlükte yüzlerce ren geyiği etrafta dizilmiş onları yüreklendiren insanların isteğine uyup giderek hızlanan bir tempoda daire çizerek koşuyor. Hızları ve sayıları arttıkça uğultu da yükseliyor. Sonra biraz duruluyor ortalık ve toz bulutu dağılınca, bebek ren geyiklerinin farklı farklı büyüklerin etrafında toplandığını görüyoruz. Kışın ormanda serbest yaşadıkları için, geyiklerden hangisinin ne zaman yavruladığını, dolayısıyla da, yeni yavruların hangi sürüye ve kime ait olduğunu bilmek çok zor. İzlediğimiz olay, ki ekonomi neredeyse tamamen ren geyiklerine dayalı olduğu için bir ayine dönüşmüş durumda, bu sorunun çözümü… Herkes karmaşık bir şekilde bir araya getirilip koşturulan sürüler içerisinde, kendi ana geyiğini tanıyor. Yavrular, annelerini kokusundan tanıyıp yanına gittikleri için de, hangi yavru geyiğin hangi anaya ait olduğu koşunun sonunda anlaşılıyor çünkü geyikler birbirlerini buluncaya kadar koşmaya devam ediyorlar. Bir ana geyiğin etrafında öbeklenen geyiklere, hemen ait olduğu sürünün sahibi tarafından kement atılıyor ve bebek hemen oracıkta sürünün damgasıyla damgalanıyor… Böylece günün sonunda herkes kendi hayvanını tescillemiş oluyor. Böyle bir olayın bu denli baskın bir önem taşıması ve bu denli huşu içerisinde yapılması da insanı hem şaşırtıyor, hem etkiliyor.

İsveç gezimin Laponya’dan artan kısmı, Stockholm’de geçti… Akdenizli ruhumla hiç de sevmeye hazır olmadığım bu kuzey kentine, doğrusu hazırlıksız yakalandım… Çok güzeldi çünkü; sevilmeyecek gibi değildi. Kuzeyin Venedik’i, Baltık Denizi ile Malaren Gölünün birleştiği nokta ve her şeyden önemlisi, şahane bir liman kentiydi. Gözlerinizi kapatıp hayal etmeniz yeterliydi, seferden dönen ticaret gemilerini ve bunlardan inen “Kuzeyin Tacirlerini” görmeniz için…  14 adet ada üzerine kurulmuş olduğundan, tabii ki bir “su kenti” idi Stockholm; ıslaktı, o mevsimde bile soğuktu ve de suyla bu kadar içli dışlı olunca, doğal olarak bir sürü güzel köprüsü, marinası ve iskelesi vardı. 13. yüzyılda kentin ilk kurulduğu yer olan “Eski Kent” bölgesi, hala o dönemden izler taşıyan antikacılar, lokantalar, kafeler ve küçücük dükkanlarla dolu; daracık sokakları ve dimdik evleri olan şipşirin bir Ortaçağ mahallesiydi… Dünyanın ilk kağıt parasının basıldığı İsveç Bankası buradaydı ve kilise ve katedral ve saray ve müzeler ve Gamla Stan (Büyük Pazar) Meydanı…

Stockholm’de ayrıca, kanallarda tekneyle gezmek, sarı yağmurluklar giydim diye kendimi İsveçli balıkçılarla bir zannetmek, zengin mahallelerinin su kenarında inanılmaz güzellikteki villalarını seyretmek, güzelim parklarda oturup dinlenmek, deniz kıyısında yürüyüşler yapmak, Skansen Açık Hava Müzesi’nde tüm İsveç’in evlerini bir arada görmek de çok hoştu… 1520’den beri hiçbir savaşa katılmamış bir barış kenti olduğu hem mimarisinden, hem yaşamın temposundan anlaşılıyordu sanki. Geceleri kapılarında kuyruklar oluşan ve içeri girmek için kapıcıların sert sorgulamasından geçmek gereken gece kulüplerinin varlığı; deniz ürünleri ve özellikle de bin bir çeşit somon yemeği ile ünlü restoranları; pek çok alanda ve özellikle de sinemada dünya çapında üne ulaşmış sanatçıların anayurdu olması; hatta lunaparkı… Ne bileyim; Stockholm hoştu işte; damağınızda özel bir tat bırakıyordu…

Beni beklemediğim kadar etkileyen, güzel ve keyifli bir kentti Stockholm kesinlikle ama benim İsveç’ten aklımda kalan ve geri gitmeyi istediğim adres Laponya oldu… Gece olmadan yaşamak beni yeterince büyülü bir boyuta ulaştırmıştı gerçi ama elimde olmadan aksini merak ederken buldum tabii kendimi… Tersi geçerliyken, yaşam nasıldır acaba oralarda? Nasıl yaşar, neler görüp hisseder Sami ırkından İsveçli ren geyiği üreticileri zaman hep geceyken? Şimdi bir kez de, karlar altında bir doğada bunu öğrenmeyi denemeliyim diye düşünüyorum…

Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır.

Güzin Yalın

Yukarı