Avrupa’dan Bir Noel Masalı; Brugge/Belçika

25 Aralık 2021

Siz de benim gibi yılın bu zamanı gelince Noel süsleriyle taçlanmış ışıl ışıl bir Avrupa kentinde olmayı hayal eder misiniz? Mümkünse, yüklü bir geçmişin izlerini taşıyan, tarihi çok renkli, eski bir kent. Ortaçağ’dan kalma minik bir kent mesela… Şöyle ufacık bir meydanı olsun, ortasında ışıklarla ve süslerle donatılmış kocaman bir çam ağacı dursun. Her yerden Noel şarkıları ve çıngırak sesleri gelsin. Sonra tabii tercihen bu kent, akşamı üzerine erken inen, soğuğu gerçek soğuk, havasında her daim kar kokusu dolanan bir kuzey kenti olsun.

Öyle olsun ki, bir köşeden süzülerek gelen geyiklerin çektiği bir kızağın tüm şehri boydan boya geçtiğini hayal edebilelim. Meydanlarında kurulmuş mevsimlik geçici pazarlarda Noel ağacı süsleri, türlü çeşit çikolata, kardan adam desenli yün eldivenler, közde pişmiş kebap kestane ve ille de kırmızı renkli mumlar satılsın. Bir tanesini seçip almak epeydir süren bir özleminize kavuşmak gibi bir duygu versin size; içiniz aydınlansın. Ortalık mis gibi sıcak şarap koksun; çokça tarçın, az karanfil, biraz elma kabuğu… Soğuktan buharlaşmakta olan nefesinizin havaya çizdiği resim, ayağınızın dibinde uyuklayan köpeğinizle, çıtırdayarak yanan bir şöminenin yanı başında oturan haliniz olsun ve sebepsiz yere gönlünüze karlar altındaki rengarenk bir atlıkarıncaya bakakalmış, heyecandan üşüdüğünü bile fark etmeyen minik bir kız çocuğunun görüntüsü düşsün. Noel Babacılık oynayan koca göbekli adamlar çocukları sevindiriyor olsun. İnsanlar tasasız olsun, herkes güler yüzlü ve umutlu olsun… Öyle olsun ki yaklaşmakta olan Yeni Yıldan güzellikler bekleyebilelim. Sonra belki gidip ölümsüz Noel balesi Fındıkkıran’ın yepyeni bir yorumunu izleyin. Her yaşta insanı olduğu yerden alıp büyülü bir rüyaya taşıyan bu güzelim gösteride birkaç saatliğine, içinde yaşadığınız dünyanın yorucu gerçeklerinden kopun. Çıkışta aslında hiç tanımadığınız insanlarla birlikte siz de başınızı gökyüzüne kaldırıp nefesinizi tutarak ilk karın düşüşünü bekleyin… Kentin Yeni Yıl dileklerini, bu şehrin insanıymışsınız gibi coşkuyla paylaşın. Yağacak karın tüm çirkinlikleri ve kötülükleri örteceğine, tüm dertlerin eskiyen yılda kalacağına inanın; içiniz yükselsin, ümit dolsun. Kim bilir, bakarsınız duanız kabul olur; kar lapa lapa yağar ve şehrin nispeten daha küçük bir meydanında kurulmuş olan buz pateni pistinde coşkuyla kayanların kahkahalarına, gökyüzünden inen bu beyaz kelebekleri yakalamak için adeta bir sema ayininde dans eder gibi dönmeye başlayan çocukların sevinç çığlıkları karışır. Birkaç saat içinde hızla buz tutan pencerelerden içeri göz atarsanız eğer sadece mumların sıcacık ışığı ve birbirinden güzel minik meleklerle süslenmiş Noel ağaçları çarpar gözünüze. Yeni Yılda belki de artık hiç “kibritçi kız” kalmayacağına dair umudunuz pekişir. Fazla mı hayal oldu? İstemez misiniz?

“İsterim” derseniz gelin, küçücük bir ülkenin anlattığım türden iki küçük kentine götüreyim sizi. Bu kez birlikte Belçika’ya gidelim; Brugge ve Ghent’te sokaklara karışıp mevsimin coşkusunu bu kentlerin insanlarıyla birlikte yaşayalım; biz de olmayacak hayaller kuralım. Bu yıl Noel’den az önce yaptığım ve sayesinde canlanıp hayata tutunma gücümü pekiştirdiğim gezinin güzelliklerini sizinle de paylaşayım. Biliyorum, Belçika dünyada hiç kimsenin tatil veya seyahat deyince ilk aklına gelen yer değildir. Pek çok ilginç ve önemli özelliği vardır ama doğrusu hiçbir zaman “ilk on” ve benzeri ölçülerle adlandırılıp mutlaka önerilen gezi adreslerinden olmamıştır. Avrupa’nın orta yerinde minicik ve pek çok sorununu halletmiş görünen adeta yapay bir ülke olması, tüm Avrupa’yı gezmek için önemli bir çıkış noktası haline getirir Belçika’yı; özellikle de sırt çantasını kapıp trenle yaşamının ilk macerasını yaşamak üzere yollara düşen gençler için. Ama kim bilir belki tam da bu yüzden, çoğu insan için isteyerek gidilen değil mecburen gelip geçilen bir yer olarak kalmıştır. Oysa benim için bu hiç de geçerli değildir; birçok farklı nedenden Belçika’nın Avrupa’daki en keyifli gezi rotalarından birisini oluşturduğunu düşünürüm ben. Kabul ediyorum; çevresi hep ona tercih edebileceğiniz bir sürü güzelliği barındıran başka ülkelerle doludur ama bana göre bu gerçek asla Belçika’ya gitmekten vazgeçmenizi gerektirmez. Tersine, bence bu anlamda haksızlığa uğramış bir ülkedir Belçika ve ilk fırsatta görülesi, olanaklarınız gerçekten kalkıp gitmeye el vermiyorsa hiç değilse hayalinizde mutlaka gezilesi bir yerdir. Bana sorarsanız minicik kentlerinin çoğu, bu dünyadaki sakin iddiasız güzelliklere sahip yerler sıralamasının ön sıralarında yer alır. Kısacası Belçika benim için küçük bir huzur köşesi ve ince bir nostaljidir.

Tabii ki bu düşünce için kişisel nedenlerim mevcut… İlk kez tam otuz altı yıl önce, üniversiteyi bitirdiğim yıl Ghent’te staj yapmak için gittim Belçika’ya. Staj süresi bittiğinde birkaç aylık daha iş teklifi alıp kalma süremi uzattım ve hem bu o zaman kimselerin fazla tanımadığı kentin yaşamına karıştım hem de sırtımda bir çantayla Avrupa’nın yakında yörede yerleşmiş tüm kentlerine giderek ömür boyu en büyük keyif kaynağım olacak seyahatlerime başlamış oldum. Belçika’da hala çok sevdiğim dostlarım var ve her ne kadar birkaç kez iş seyahati yaptımsa da keyif için çok uzun zamandır ilk kez bu Noel öncesi döndüm gençliğimle dolu bu minik kentlere. Ghent’te ve Brugge’de beni olağan Noel coşkusunun dışında sizinle paylaşacağım farklı umutlar da bekliyor yani. Ama oralara gitmeden önce, biraz ülkeyle ilgili genel bilgi…  Belçika, bildiğiniz gibi parlamentosu da olan bir krallık. Hollanda ve Lüksemburg ile birlikte oluşturduğu Benelux Birliği’nin bir parçası ve de Avrupa Birliği’nin altı kurucu ülkesinden birisi. AB’ye ait o kadar çok organın merkezini ve yönetim birimlerini barındırıyor ki, başkent Brüksel aynı zamanda Avrupa Birliği’nin de başkenti denilebilir. Ayrıca NATO başta olmak üzere, birçok başka uluslararası kurumun merkezi de Belçika’da. Bu özellikler her ne kadar teorik olarak tarafsızlığından kaynaklanıyorsa da aslında tabii sırf bunlara bakarak oldukça politik bir ülke olduğu da söylenebilir. Aslında küçük ama sadece otuz bin kilometre kare yüzölçümüne karşılık on iki milyonun üzerinde nüfusa sahip oldukça kalabalık bir memleket. Bu nüfusun yarısından biraz fazlası anadili Flamanca (yani Hollanda dili) olan Felemenk asıllı Flamanlardan, geriye kalanı da anadili Fransızca olmasa da tarihin akışı içinde bu kültüre yakınlaşarak Fransızca konuşmayı seçmiş Valonlardan oluşuyor. Ülke aslında yalnızca dil ve kültür olarak değil idari olarak da bu esasa göre iki eyalete ayrılmış vaziyette. Başkent Brüksel ise başlı başına bir idari bölge ve her iki dili de resmi olarak kullanmakta. Bu haliyle Belçika sanki çevresindeki ülkelerde tarih boyunca sürüp giden kültürel çekişmelerin önlenmesi için tampon vazifesi görmek üzere zorla oluşturulmuş bir ülke gibi görünüyor. Oysa bu hiç doğru değil; aksine, tarihte hem Roma İmparatorluğu zamanında hem de daha sonraki dönemlerde Avrupa’nın ortasındaki konumu nedeniyle çok önemli sayılmış. Ortaçağ’ın sonuna dek son derece işlek, kalabalık ve zengin bir ticaret merkeziymiş.

Daha sonra bu yörede Birleşik Hollanda Krallığı kurulunca, bu krallığın bir parçası haline gelen Belçika’nın da tek başına taşıdığı önem göreceli olarak yitmiş. Bu dönem boyunca yani 17. Yüzyıldan, Hollanda’dan ayrılıp bağımsız bir ülke haline geldiği 1830 yılına dek Belçika, toprakları üzerinde gerçekleşen pek çok savaştan ötürü, “Avrupa’nın Savaş Alanı” unvanını taşımış. Aslına bakarsanız, her iki dünya savaşının da ortasında kalarak, o tarihten çok sonralara kadar da bu unvanın hakkını vermiş çünkü I. ve II. Dünya Savaşlarında Almanya’nın istilasına uğrayan ve yeterince azap çeken ülkelerin başında yer alıyor. Öte yandan, Hollanda’dan ayrılıp bağımsız bir ülke haline geldikten hemen sonra, çevresindeki diğer ülkelerin yapmış olduğu gibi bir sömürge edinmemiş olduğunu fark ederek, bir acele Afrika’da bir yerleri sömürmeye gitmiş. Gerçi Belçika’nın koloniyel faaliyetleri hiçbir zaman diğer Avrupa ülkelerininki kadar ihtiraslı olmamış ama bunun nedeni nezaketi değil sadece sahneye çıkmakta gecikmiş olması. Üstelik tabii bu durum en büyük kolonisi olan Kongo’ya yıllarca eziyet etmesine engel de olmamış. Günümüze gelince, koloniler devri çoktan kapanmış olduğu için Kongo ile özel bir bağlantısı kalmamış olsa da tüm eski sömürgen devletler gibi o da sömürgesinden epeyce göç almış durumda. Dolayısıyla Belçika’da, ülkeyi orijinal olarak oluşturan etnik grupların sahip oldukları dışında da farklı kültürel resimler mevcut. Bir yanda iki ana grup, Flamanlar ve Valonlar, arasında savaş olmasa da sürekli bir huzursuzluk tehlikesi var; her iki grup da sanki bir gerginlik yaşamaya her daim hazır. Birbirlerini küçümsemekte ısrarlılar; hatta birbirlerinin dilini öğrenip konuşmamak için çaba sarf ediyorlar. Öte yanda, Afrikalı göçmenlere ilaveten, Belçika’da neredeyse 1950’lerden beri yaşamakta olan birçok farklı ülkeden “konuk işçinin” kültüründen farklı boyutlar da bu minik ülkenin kalabalık kültür mozaiğine eklenmiş vaziyette. Son günlerde ise ülkede Suriye’den gelen mültecilerin nasıl karşılanması gerektiği konusunda epey güçlü görüş ayrılıkları yaşanıyor. Yani doğrusunu isterseniz, aslında belki de siyasi açıdan uzaktan göründüğü kadar huzurlu değil bu minik ülke ama bu gündelik yaşama hemen hemen hiç yansımayan bir durum. Doğrusu insanların yaşamı, Belçika sanki bu gezegenin dışındaymış gibi dengeli ve hatta biraz monoton sürüp gidiyor ve ülke bu haliyle epeyce diğer Kuzey Avrupa ülkelerine benziyor. Örneğin gündelik yaşam deyince, ilk gidişimde beni çarpan bazı detaylar doğrusu bu sefer de dikkatimi çekiyor. Trenler yine “12’yi 9 geçe” gibisinden inanılmaz dakik tarifelere göre hareket edip hiç gecikmeden gidip geliyorlar mesela ve mesela ülkenin tüm karayolları geceleri hala bir baştan bir başa kesintisiz olarak, başka yerlerde şehir içi aydınlatma için kullanılan türden sokak lambalarıyla gündüz gibi aydınlatılıyor. Ülkenin hemen hemen tümünde sanat galerileri, opera binaları, müzik şenlikleri mevcut. Ve tabii ki sokaklar tertemiz ve tabii ki herkes bir alışveriş kuyruğunda sırasını beklemeyi biliyor, vs, vs. Kısacası, bunlar ve benzeri birçok şey buranın, az önce anlattığım aşırı sosyal hareketliliğe rağmen genelde bir refah ülkesi olduğunu kuvvetle hissettiriyor.

Belçika aynı zamanda, büyük olasılıkla Belçikalı olduğunu bilmediğiniz birçok ünlünün de memleketi. Bu isimlerin başında da sanatçılar var; örneğin, dünyaca meşhur müzisyenler Django Rheindhart, Jacques Brel, Adamo, Vaya Con Dios ve Helmut Lotti Belçika doğumlular ve resim sanatının farklı dönemlerden çok önemli bazı isimleri, mesela Van Eyck ve Magritte de bu minik ülkeden gelmişler. Ama bana sorarsanız Belçika’nın en ünlü iki ismi bunlardan birisi değil; yazım-çizim dünyasından iki tanıdık. Birincisi her yaştan meraklının göz bebeği olan bir çizgi roman kahramanı ve onun en az kendisi kadar ünlü arkadaşları; Tenten ve can dostları Kaptan Haddock ile minik Milu. İkincisi de Agatha Christie romanlarının, “gri hücrelerini” büyük bir başarıyla kullanarak en olmadık cinayetleri çözmesiyle ünlü dedektifi Hercule Poirot. Her ikisinin de tüm maceralarını ezberlemiş bir okur olarak, elimde olmadan onları “yetiştiren” ülkeye biraz ekstra ilgi beslediğimi hemen belirtmeliyim! Öte yandan, Belçika’nın ünlü marifetleri konusunda biraz daha farklı bir yöne bakacak olursak çok eğlenceli başka bilgiler de çıkabiliyor insanın karşısına. Mesela, avro para biriminin uluslararası ismi olan euro kelimesini ilk kez öneren ve onu sembolize eden işareti yaratanlar da Belçikalılar veya mesela, zafer ve özgürlüğü temsil etmek üzere iki parmağımızla V harfi işareti yaptığımızda, ilk kez Belçikalıların 1941’de, Fransızca “zafer” anlamında “victoire” ve Flamanca “özgürlük” anlamında “vrijheid” kelimelerini aynı anda ifade etmek için kullandıkları bir direniş işaretini tekrarlamış oluyoruz…

Belçika’nın insana sunabileceği hoşluklar bunlarla kısıtlı değil şüphesiz… Son zamanlarda bu alanın “yükselen yıldızı” olarak kabul edilen Belçika mutfağının lezzetleri de ülkenin cazibe noktaları arasında. Tüm dünyanın bayılarak yediği ama kökeni hakkında farklı şeyler düşündüğü pek çok yemeğin anayurdu (en azından Belçikalılara göre) aslında Belçika. Benim aklıma ilk olarak en sevdiklerim geliyor; waffle ve kızarmış patates (pommes frittes) yani neredeyse Belçika’nın milli yiyeceği denebilecek iki tat. Gastronomi dünyası “Fransız kızarmış patatesi” ile “Belçika kızarmış patatesi” arasındaki farkları anlatan veya benzerlikleri özetleyen tartışmaları sürdüredursun; ben diyorum ki bu kadar çok ortak kültürel boyut taşıyan ve hatta aynı dili konuşan iki komşu ülkenin benzer pek çok ürüne sahip olmasından doğal bir şey olamaz ve kim ne derse desin, bence Belçikalılar patatesi iki kez kızartarak ve bunu yaparken kullandıkları tuz ve benzeri diğer tatları çok iyi ayarlayarak gerçekten rakip tanımaz bir lezzet yaratmaktadırlar. O yüzden en iyisi “Roma’dayken Romalılar gibi davranarak”, Belçika’da akşamüstü kalabalığına karıştığınız herhangi bir caddede, elinize tıpkı Belçikalar gibi bir kâğıt külah dolusu kızarmış patates almış olarak yürüyüp ülkenin bu en bilindik keyfinin tadını gereğince çıkartmaktır. Ve hatta bu lezzeti, benim gibi biradan hoşlanmayan birisi için bile denenmesi gerekli gerçek bir tat olan ünlü Belçika birası ile birleştirmektir. Çünkü Belçika’da bira Ortaçağ’dan beri süregelen bir gelenektir ve sadece bir içecek olmanın çok ötesindedir. Ülkede toplam bin iki yüz civarı farklı bira üretilmektedir; yılda adam başı doksan litreye yaklaşan bir tüketim miktarı söz konusudur ve bira bu ülkede aynı zamanda birçok lezzetli geleneksel yiyeceğin de temel malzemeleri arasındadır. Belçikalılar ayrıca, tıpkı şarap severlerin yaptığı gibi farklı bira türlerini farklı yemeklerle eşleştirerek içmeyi severler ve yine tıpkı şarap severler gibi, biralarına asla teneke kutu veya benzeri bir kapta değil mutlaka sadece şişede içecek kadar saygı gösterirler. Üstüne üstlük neredeyse her bira markasının kendisi için özenle tasarlanmış ve tadını daha iyi yansıttığına inanılan özel bir bardak biçimi vardır!

Waffle’a gelince, kendisiyle tam otuz altı yıl önce Ghent’te ilk kez tanıştığımız günden beri karbonhidrat merakımın en güzel karşılıklarından birisi olarak, yeme içme dünyamın en manzaralı köşesine yerleşmiş bulunmaktadır. Değişik türleri olmakla beraber en çok tüketilen waffle’lar, “Brüksel usulü” olan ile “Liege usulü” olan waffle’lardır. Birincisi benim asıl tercihimdir; yumuşak değil kıtır kıtırdır ve yok denecek kadar az şekeri olan bir hamurdan yapılır. Üzerine krem şanti, erimiş çikolata, toz şeker, vanilyalı dondurma veya taze meyveler (özellikle de çilek) koyularak tüketilir. Sade olarak yenen Liege waffle’ı ise daha şekerli bir hamurdandır ve çok daha yumuşak olur. Bu noktada hemen belirtmek boynumun borcu; her ne kadar benim Belçikalı favorilerim bu ikisi ise de dünyaca ünlü “denizci midyesi” (moules mariniere) ve bunun patates kızartması ile birlikte yenmesi anlamına gelen moules-frites de tabii ki geleneksel Belçika mutfağının gözdeleri arasında özel olarak anılmayı hak ederler.

Ve Belçika çikolatası… Gerçi Kongo’dan gelen kakaonun avantajını kullanarak bu alanda çok ünlü uluslararası markalar üretmiştir Belçika ama asıl lezzet, hala artizanal usulde üretilen el yapımı çikolatalardadır. Özellikle çikolata kaplı vişneler, ilk katmanları dişlerinizin arasında çıtırdayarak kırıldığı andan itibaren ağzınıza yayılan bolca likörün tadıyla birleşip sizi gerçek bir lezzet cennetine taşırlar. Belçika’da çikolata üretiminde kullanılan malzemelerin türü ve miktarı kanunla belirlenmiştir ve bitkisel yağ kullanımı yasak olduğu gibi, ülkedeki iki bini aşkın çikolatacının ürettiği tüm çikolatalarda mutlaka %35 oranında da saf kakao bulunur. Doğrusu çikolata tüketmek, bu lezzetle 1635 yılında gerçekleşen İspanyol istilası sırasında tanışan Belçikalılar için adeta bir yaşam biçimidir. Sonra mesela tüm dünyanın sevdiği deniz kabuğu biçimindeki çikolatalar Belçika çikolatalarıdır ve ülkedeki hemen tüm meydan ve sokaklarda onlarcasını görebileceğiniz birbirinden süslü ve ışıltılı “çikolatahanelerde” yılın bu günlerinde karşınıza mevsime özgü şekillerde ve birbirinden lezzetli aromalarda onlarca tür çikolata çıkar. Çikolatadan mamul Noel Babalar, envai çeşit kardan adamlar, çam ağaçları, geyiklerin çektiği kızaklar ve türlü büyüklükte çanlar vitrinlerin önünden geçenlere göz kırpıp tadım için içeriye davet ederler. Kısacası, özellikle bu mevsimde Belçika’da olup da çikolata yememek çok zordur. Eh, kolay değil; pralinin ve paket halinde satılan kalıp çikolatanın icat edildiği ülkeden bahsediyoruz!

Aslında neredeyse tüm bir yazıyı Belçika mutfağına ayıracak kadar lezzetli başka bir sürü yiyecek daha mevcut ama ben artık izninizle Brugge ve Ghent’teki gezimize geçmek isterim. (Yalnız bunu yapmadan önce, büyük olasılıkla zaten tahmin ettiğiniz bir şeye açıklık getireyim: Belçika’da her şey gibi kentlerin de iki ismi olduğundan karşınıza çıkacak tüm kaynaklarda adlarını iki farklı biçimde yazılmış olarak bulacaksınız; Flamancadaki halleriyle ve Fransızcalarıyla. Brugge ve Ghent ülkenin Flaman bölgesinde yer alan ve nüfusu Flamanlardan oluşan kentler oldukları için ben Flamanca adlarını kullanmayı tercih ederim.) Brugge’e Brüksel havaalanından en kolay ulaşma yolu trendir. Kente vardığımız andan itibaren keyif turu yapmak için faytona veya kanaldaki gezi teknelerine binmediğimiz sürece, herhangi bir yere ulaşmak için vasıta kullanmamıza gerek kalmayacak. Ama önce şimdi bir saatten az sürecek konforlu bir tren yolculuğu için koltuğumuza yerleşebiliriz… Flanders Fields, yani “Felemenk Kırları”ndan geçerek ülkenin kuzeyine doğru çıkacağız. Bu terim sadece Kuzey Denizinin kıyısındaki Hollanda ve Belçika topraklarının ortak ismi değil, aynı zamanda I. Dünya Savaşı’nın en sert çarpışmalarından bazılarının geçtiği, yeşil kırların kızıl kana bulandığı bir savaş meydanın da adıdır. Zaten Brugge’de hemen her köşede göreceğimiz, neredeyse kentin sembolü haline gelmiş olan kan kırmızı Felemenk gelincikleri de (Poppies of Flanders) bu yöreyi savunurken şehit düşen yüzlerce askerin kanlı sonunu ve orada yaşamaya devam eden ruhlarını sembolize eder. Belçikalılar bugün artık çok geçmişte kalan bu felaketin acısını unutmak ama anısını yaşatmak için sembol olarak bu güzelim gelincikleri seçmişlerdir. Günlük yaşamda kullanılan birçok eşyanın, özellikle de tekstil ürünlerinin üzerinde bu desenin çeşitli uyarlamalarını bulmak mümkündür. Ama neyse ki gelincikler artık üzücü bir motif olmaktan çıkıp tersine, insana yaşama sevinci verecek kadar renkli ve keyifli bir desen haline gelmiştir. Üstelik ilginçtir; burnunun dibinde böyle bir sembol yaratacak kadar büyük bu türden felaketler yaşanırken ve kendisi de Almanlar tarafından kuşatıldığı halde, Brugge’ün tarihi kent merkezindeki binalar savaştan hiçbir hasar almadan kurtulmuştur.

Yakın tarihe ve Felemenk Kırları’nın öyküsüne dalıp yolun nasıl geçtiğini fark etmedik bile… İşte artık kanallar kenti Brugge’deyiz. Orijinalliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, paket taşlarıyla kaplı meydanları ve sonuçta hepsi birbirine çıkan daracık arka sokaklarıyla Avrupa’nın tüm diğer Ortaçağ kentlerini anımsatan minik bir kanallar kenti. Kenti çevreleyen ve “Kuzeyin Venedik’i” olarak da anılmasına neden olan bu kanallar ilk kez savunma amacıyla açılmış ve tabii başlangıçta bugün kanalın karşı kıyısında devam eden şehrin yerinde tarlalar ve kırlar varmış. Günümüzde Brugge’ün kendisini Kuzey denizine bağlayan bu kanalların çevresinde süren yaşamı, tıpkı Venedik’te olduğu gibi çoğunlukla suyun üzerinde ve tarihle iç içe ve bu haliyle insana Stockholm, Kopenhag, Amsterdam gibi kanal üzerine yerleşmiş başka Kuzey Avrupa kentlerini de hatırlatıyor.

Biz eski bir malikaneden konforlu bir tesise dönüştürülmüş olan otelimize yerleşir yerleşmez, haydi biraz kentin cıvıltılı meydanlarında gezmeye çıkalım. Ayaklarımız bizi nereye götürüyorsa oraya gidelim; hangi köşeden daha keyifli sesler duyarsak o köşeyi dönelim zira gezerken plana, haritaya, rehbere falan ihtiyaç duyulmayan bir kent Brugge; o kadar minicik. Ve de zaten kaybolmak olsa olsa bir keyif olabilir çünkü bir UNESCO Dünya Miras Anıtı olarak kabul edilen tarihi kent merkezinde yanlışlıkla sapacağımız her sokak ve tesadüfen çıkacağımız tüm meydanlar bu mevsimde nasılsa aynı canlı karmaşa ve coşkuyla dolu olacaktır. Kısacası, gelin sizinle de benim bu gidişte yaptığım gezinin ayak izlerini takip edelim ve kentin eski sokaklarını dolaşalım, meydanlarında mola verelim, asırlık yığma taş köprülerinden geçelim. İlle de köprülerden geçelim çünkü bu minik köprülerin üzerinde yürüyünce tarihin üzerinde yürüyerek zamanda da başka bir boyuta geçmişiz gibi bir duygu yaşayacağız; görüntülerinin eşsiz güzelliği de işin cabası…  En eskisi yedi yüz yaşında Brugge köprülerinin ve kimisinin üzerinden hala kamyonlar dahil kentin tüm trafiği güvenle geçebiliyor. Suya eğilmiş söğütlerin yansımasıyla veya yüzyıllık taşlara tırmanmış sarmaşıkların örtüsüyle süslenmiş bu minicik köprüler neden bilmem bana da her şeyden önce güven duygusu veriyor. Birinin ucundan arkaya doğru saparsak, karşılıklı iki binayı Venedik usulü bir üst balkonla birbirine bağlayan dar bir geçide girmiş olacağız. Bu yol bizi kanaldan uzaklaştırıp kentin ikinci büyük meydanına, adını bir zamanlar burada var olan bir kaleden alan Burg (Kale) Meydanına götürecek. Bu meydanda keşke benim rastladığım ilginç gösteri devam ediyor olsa da sizinle de paylaşsam mevsimin sihrine çok uyan o manzarayı. Noel zamanı kar yağmamış olmasının ayıbını örtmek isteyen bir palyaçonun meydanda sabunlu su üfleyerek oluşturduğu yüzlerce dev baloncuğu kovaladım ben; kimisini yakalayıp patlattım; kimisini kucaklayıp birlikte dans ettim; kimisini de parlak kış güneşinin içerisinden yansıttığı kent görüntüsünü yok etmeye kıyamadığım için sadece seyrettim. Çocuklarla beraber. Çocuklar gibi. Ve şaşırabilirsiniz ama o an, içinde yaşadığımız pek sevimli dünyayı çok kısa bir süre de olsa unutmayı başardım… Ama şimdi Burg Meydanını ortasındaki çam ağacının diğer meydanlardakilerden farklı sade güzelliğine şöyle bir göz atıp çabucak köşedeki bazilikaya yönelmeliyiz. Burası Christ’s Blood yani “İsa’nın Kanı” kilisesi ve Brugge’ün önemli tarihi noktalarından birisi zira içerisinde İsa’nın kanından Haçlı Seferleri sırasında buraya getirilen birkaç damlanın saklandığına inanılıyor. Acele edersek kilisedeki kutsamayı izleyip hava kararmadan bir tekne gezisi yapmak için meydanın diğer ucundan tekrar kanala inebiliriz.

Bence bu kanal gezisi Brugge’ü iyi tanımak için mutlaka gerekli çünkü kentin bazı güzelliklerini ancak böyle görebileceğiz. Üstelik insan Brugge’de suya yaklaşınca elinde olmadan bu güzel kentin çok önemli ve zengin bir liman kenti olduğu zamanları ve bu suyun kenarında olmaya borçlu olduğu geçmişteki ihtişamlı hayatı düşünmeye başlıyor. Böyle tarihe dalınca da görüyorsunuz ki Brugge 12. Yüzyıl ile 15. Yüzyıl arası, denizin kıyısındaki ve Avrupa’nın ticaret yollarının üzerindeki konumuyla ve med-cezire karşı korunak sağlayan minik koyu sayesinde bu coğrafyanın en önemli ticaret merkezi haline gelmiş ve o dönemde Felemenk Kontluğunun merkezi olarak birçok hummalı siyaset, sanat ve bilim faaliyetini içerisinde barındırmış. Ama işte yaşayan her şey gibi kentler de vakitleri dolunca yaşlanıp ölüme yaklaştıkları için Brugge zamanla bu önemini yitirmiş. Kentin düşüşünün ana nedeni “Altın Koy” (Golden Inlet) diye bilinen önündeki korunaklı koyun yavaş yavaş alüvyonlarla dolarak neredeyse yok olması olmuş. Gerçi bu iş iki kademede gerçekleştiği ve ilk kapanıştan sonra kendiliğinden oluşan yeni bir kanal da yıllarca Brugge’e aynı ilki gibi hizmet ettiği için çöküş öyle aniden olmamış ama ikinci kanalın ağzı da alüvyonla dolunca Brugge kenti için fazla yapılacak bir şey kalmamış. Neyse ki kentler diğer canlılar gibi değiller; yeniden dirilebiliyorlar diyelim ve özellikle dantel endüstrisinin yeniden canlandırılması ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tarihi merkezde restorasyonlar yapılarak turizmin geliştirilmesi sayesinde, bir zamanlar “Ölü Kent Brugge” olarak romanlar ve opera eserleri için konu haline gelen minik kentin 2002 yılında Avrupa Kültür Başkenti olacak kadar yeniden kendisini toparladığını belirtelim.

İtiraf etmeliyim ki Noel zamanı Brugge kentinin büyülü havası tarihe daha fazla kafa yormama imkan tanımıyor.  O yüzden en iyisi günümüze ve üzerinden tekneyle akıp gitmekte olduğumuz kanala dönmek. Önünden geçtiğimiz ilk bina, bir zamanlar Avrupa’nın en yüksek tuğla binası olup içerisinde yine Avrupa’nın zamanında en uzun süre yaşamış hastanesini barındıran Eski St. John’s Hastanesi. Şimdi içerisinde, aralarında Memling’e ait bir koleksiyonun da bulunduğu bazı eserleri barındıran bir müze ve kültür merkezi var. Ardından sırayla neredeyse kentin kurulduğu yıllardan kalma bir sürü binanın önünden geçeceğiz. Bir zamanlar tam otuz bir tane olan tarihi yerel bira fabrikalarından bugüne kalabilmiş olan iki tanesi ve 1515’den kalma bir binanın içerisinde 1800’lerden beri varlığını sürdüren kentin ilk pub’ı gibi. Ama eğer benim gibi kendinizi Brugge’ün büyüsüne kaptırdınızsa, sizin de en çok hoşunuza giden şey kanal boyunca önünden geçtiğimiz eski evler olacak. Aralarında yapıldıkları yıldan beri yaşayan bir-iki tanesinin ön yüzleri o zamanda kalma ahşap kaplamalarını bile hala muhafaza ediyor. 1600’lerden kalan bir tanesinin de pencerelerinde hala yapıldığı yıllarda takılan Murano pencere camları var. Bu evler şimdi artık genellikle boylarına boslarına göre ya pansiyon ya da lüks otel olarak kullanılıyorlar. Nispeten daha yakın zamanlarda yapılmış olanların hemen hepsinin giriş kapılarının yanında duvara monte edilmiş üzengi benzeri demirler var; bunlar kentin toprak yollarında kirlenen ayakkabıların çamurunu evin içine girmeden kazıyıp temizlemek için yerleştirilmişler. Bu durum tabii ki Brugge kentinde ne zamanlara kadar doğru dürüst yol olmadan çamurların içerisinde yaşandığını gösterdiği için ilginç. Bu Ortaçağ’dan kalma binaların hepsi gün battıktan sonra çok hoş bir biçimde aydınlatıldığı için, Brugge’ün kanal boyu manzarasına gece de doyum olmuyor.

Kanalda sadece turistik gezi lisansı olan yirmi adet teknenin dolaşmasına izin verildiğinden kentteki kalabalığa rağmen burada hiç trafik yok. Gezimiz keyifle ve tam zamanında bitiyor. Ben de zaten artık adımlarımızı hızlandıralım ve hava kararıp Markt Meydanındaki ışıklar şıkır şıkır parlamaya başlamadan kentin diğer ucundaki Church of Our Lady kilisesine de gidip Mİkelanj’ın İtalya dışındaki çok az sayıda eserinden birisi olan “Madonna ve Çocuk” heykelini görelim demek üzereydim. Bu heykel Mikelanj tarafından Sienna Katedrali için yapılmış ama sonra Brugge’lü bir aile onu satın alarak buraya getirmiş ve tabii bir şiir kadar güzel olduğu için mutlaka görmeye değer. Ama biz çabuk olmalıyız çünkü sonra şehrin ana meydanı sayılan Markt Meydanı’na dönüp güzelim Çan Kulesinin (Belfry) altındaki Noel pazarının cıvıltısı arasına dalacağız. Hatta bence meydana açılan ışıklarla süslenmiş sokaklara da uğrayıp pırıltılı dükkanlarda, meşhur Belçika dantelinden yapılmış envai çeşit eşyayı ve Felemenk gelincikleri ile bezenmiş kanaviçe işi yastıkları da görmeliyiz. Dantel örtülerin 19. Yüzyıldan kalma antika olanlarının zamanın gücüne direnmiş narin yüzeyine parmaklarımızı değdirip geçmişe, tarihe, Avrupa’nın aristokrat yaşantısına dokunmuşuz gibi bir duygu yaşarız. Hiçbir şey satın almasak da vitrinleri seyrederiz biraz; içimiz açılır. Yorulunca, kanalın üzerindeki eşsiz konumuyla çok özel bir yer olan Ortaçağ’dan kalma Relais Bourgondisch Cruyce otelinin kafesinde kahve ya da sıcak şarap içer, lobideki orijinal Botero, Klimt ve Matisse’lere bir göz atarız. Belki turistçilik oynar, tüm kenti donatmış birbirinden güzel Noel ağaçlarından birisinin önünde bir hatıra resmi bile çektiririz. Zaten vakit daha erken olsa da hava kararmaya başladı bile. Ne de olsa bir kuzey kentinin keyiflerini yaşamaktayız ve kuzey kentlerine akşam erken iniyor. Brugge’de akşamüstü oldu mu kalabalık sokaklarda, minik meydanlardaki kafelerden ve minibüslerden satış yapan sokak satıcılarından yayılan mis gibi bir waffle kokusu… Burnumuza gelen kentin akşam kokularını ve kulağımıza akşamla birlikte artarak çarpan kalabalığın neşeli uğultusunu takip ederek Markt Meydanından St. Jansplein Meydanına geçeriz belki bu kez ve de burada bir fincan sıcak çikolata eşliğinde yeriz waffle’ımızı. Ama karnımızı fazla doyurmamalıyız çünkü akşama Brugge’ün bana göre en otantik restoran/birahanesi olan Cambrinus’da envai çeşit bira, patates kızartması ve biftek ve özellikle de bu mevsimin spesyalitesi olan keçi peynirli balkabağı çorbası bizi bekliyor olacak.

Kanalların ve duvarların içerisindeki korunaklı yaşamını gelenekleriyle ve mimarisiyle sürdürmeyi Ortaçağ’dan beri başarmış olan bu ilginç Kuzey kentinden ayrılmamıza az kaldı; yarın artık yolumuz Ghent’e. Zaman zaman gerçek bir mekandan çok bir tiyatro dekoru içerisindeymişiz duygusu verecek kadar naif ve güzel, çizgi resim gibi duru bir yerde alışkın olmadığımız kadar tasasız bir gün geçirdik. İçinde bulunduğumuz mevsimin cazibesinden olsa gerek, doğrusu bazen biraz fazla kalabalıktı. Arada bir, “burada yaşayanlar biz gezginlerden bunalmış olmalılar” diye düşünmedim değil. “Hatta belki Disney World’den bir masal sahnesini yaşıyorlarmış gibi kendi hayatlarına yabancılaştıkları bile oluyordur” diye de geçirdim aklımdan. Gerçek bir kent mekanından çok bir kartpostalın içindeymişsiniz duygusu verecek çok şey var çünkü çevrede.  Ama bu kartpostal çocukluğumuzun Yeni Yıl kartpostallarından birisi gibi; hani üzerine yağan kar taneleri yerine simli tozlar serpilen… Mutluluk vaat ediyor yani, içine girmek olsa olsa keyif olur. Ponponlu bereler ve parmak uçları açık eldivenler giymiş mutlu çocukların kırmızı kiremit damlı, dantel perdeli, penceresindeki sarı ışıkta mutluluk ve güven parlayan, bacasından içerinin sevgi dolu sıcaklığı tüten minicik evlerin önünde, çam ağaçlarının arasından kızaklarıyla kaydığı kartpostallardan hani. Hani bir köşede sevinçle kuyruğunu sallayan bir köpek olur; hiç üşümeyen, sevgiye doymuş olduğu için kendisi de sevgi yumağı haline gelmiş, karnı tok ve açıkça belli ki tüm kente ait bir kara köpek. Belki Noel vesilesiyle onun da boynuna bir kırmızı papyon kurdele takılmış… Sanırım artık Ghent’e gitmenin zamanı; yoksa sizi bilmem ama gördüğünüz gibi ben biraz daha oyalanırsam galiba bu küçük kente dair masalın bir parçası olup kalacağım!

Ve işte nihayet, tam otuz altı yıl önce çok kısa bir süre yaşadığım küçücük kent Gent’teyim. Aslında 14. Yüzyılda nüfusu atmış bin kişi civarına ulaşmış ve hatta bir ara büyüklükte Köln’ü ve Moskova’yı bile geçmiş bir şehir. Bugün de Belçika’daki Felemenk kentleri arasında büyüklük sırasında ikinci. Ama tabii benim için ilk günden beri, geldiğim kocaman şehre kıyasla hep çok küçük. Küçük, fazla heyecanı veya sürprizi olmayan ama hiçbir sorun veya korku da barındırmayan… Burada bir fabrikada staj yaptım yıllar önce ve bu süre boyunca Ghent Üniversitesinin öğrenci yurtlarından birisinde kaldım. Her sabah kentin merkezindeki St. Bavo Katedrali’nin önüne kadar yürüyüp otobüse biner, yolda bir kez vasıta değiştirdikten sonra son durakta iner, bir köprüden karşıya geçip fabrikaya kadar on dakika daha yürürdüm. Oradaki günlerimden her şeyden önce minik flörtler yaşadığım bir-iki yakışıklı adamı ve benim için dostlukları hala çok değerli olan arkadaşlarımı hatırlıyorum. Sonra da tek başına fazla bir anlamı olmayan ama bir araya gelince yaşamımın bu farklı dilimine ait keyifli bir tablo çizen minik detayları. Akşamın aslında çok da geç olmayan bir saatinde yurda dönmek için bomboş sokaklardan sadece kendi ayak seslerimi duyarak hızlı hızlı geçişimi anımsıyorum; o zamanlar bana şimdikinden de konforlu gelen tren yolculuklarıyla yapılan hafta sonu kaçamaklarını, öğrendiğim birkaç Flamanca kelimeyi, akşamları yurdun televizyon odasında dünyanın dört bir yanından öğrencilerle yaptığımız sohbetleri ve hayrettir, en çok da ofiste sabah saat 11:00 civarı kahve kupaları içinde dağıtılan çorbayı… Gün boyunca servisi yapılan kahvenin yerini bu saatte çorba alırdı ve yemek molasına daha epey vakit varken gelip içimizi ısıtan bu lezzet hem midemizi cilalayıp ruhumuzu sağaltırdı hem de bize bir iki saat daha keyifle çalışacak enerji verirdi. Doğrusunu isterseniz, ben çorba içmeyi Ghent’te sevdim diyebilirim. O zamandan beri de türü ne olursa olsun, bir tabak sıcak çorbayı başka hiçbir yemeğe değişmem ve çorba benim için lezzeti ve besin değeri için olduğu kadar içimi ısıtan bir huzurun sembolü olarak da çok vazgeçilmezdir.

Ghent’ten hatırladıklarım sadece bunlar değil tabii. Bir kere, kentin bugünkü gibi capcanlı gözümün önünde olan bazı köşeleri var. Örneğin, tarihi bir bina içerisindeki postaneyi çok iyi hatırlıyorum. Çünkü sözünü ettiğim yıllar cep telefonları, internet ve benzeri teknolojik gelişmelerin öncesinde olduğundan İstanbul ile konuşabilmek için postaneye gidip yazdırdığım telefonun bağlanmasını saatlerce orada beklerdim. Zamanla bu arayışlar, karşı tarafla yaptığım konuşmadan çok postanede geçirdiğim zaman yüzünden aklıma yer etmeye başladı. Bu gidişimde bakıyorum; postane binası yıkılmamış; o da önündeki eski saat kulesi de yerlerindeler çok şükür. (Eski binaların yıkılmasına dair bu korkuyu da niye sürekli içimde taşıyorsam artık!) Postane, 1909 yılında kente gelen yolların kesiştiği bir kavşakta inşa edilmiş ki dört bir yandan gelen atlı posta arabaları rahatça önünde durup getirdikleri mektupları boşaltabilsinler. O günden beri ayakta olan bu tarihi bina aslında çok daha yaşlı bir kent olan Ghent’in en eski yapılarından değil ama Korenmarkt (Tahıl Pazarı) Meydanındaki yeri ve dönemine ait güzelim mimarisiyle bence kentin en güzel binalarından birisi. Bugününe gelince… Ghent’in postane binası asrımızın modasına uymak zorunda kalıp bir alışveriş merkezine dönüşmüş maalesef ve ismi de “Eski Postane Binası” olmuş! Bunu görmek ilk anda beni hayal kırıklığına uğrattıysa da otuz altı yıl öncesini ve anılarımı bir kenara bırakıp buraya ilk kez gelmiş birinin gözleriyle etrafıma bakınca binanın orijinalliğinin hiç bozulmadığını, uyarlamanın çok başarılı bir şekilde yapıldığını görüyorum. Hatta giriş salonunda açılmış olan restoranda iki kişilik bir masanın yerleştirildiği eski telefon kabinlerinden birisinde arkadaşımla çok keyifli bir öğle yemeği yiyorum.  Eski eşyaların hiçbirini atmamışlar, bozmamışlar. Üzerinden mektup teslim edilen kontuarlar servis tezgahlarına, kolilerin içinde tutulduğu dolaplar çatal bıçak çekmecesine, posta kutuları çiçekliklere, eski pul gişesi kasaya dönüştürülmüş. Öyle hoş bir ortam yaratılmış ki nostaljiye kapılıp değişiklik yüzünden efkarlanmama gerek kalmıyor hiç.

Ama nostalji ruhumda var; kararlıyım, illa kenti şöyle bir dolanıp geçmişi arayacağım. Bunun için önce kalkıp şehri karşıdan tümüyle seyretmek için en uygun yerlerden birisi olan St. Michael Köprüsüne gidiyorum.  Brugge’deki minicik, oyuncak gibi köprülerden sonra burası gözüme bayağı kallavi görünüyor. Oysa hiç öyle iri yarı falan değil; kentin büyüklüğüyle orantılı, makul boylarda, çok şık bir yapı. Buradan sadece “Ghent’in Üç Kulesi” olarak bilinen ünlü Çan Kulesi (Belfry), St. Nicholas Kilisesi ve St. Bavo Katedrali üçlüsünün bir arada yarattığı Ortaçağ siluetini değil, Leie nehrinin iki yanında karşılıklı yer alan Graslei ve Korenlei eski liman bölgelerini ve ünlü Kontlar Kalesini de (Gravensteen)  görebiliyorum.  Bu sonuncusu masallardaki şatoları andıran bir yapı olduğu için insanın içinde Ortaçağ’ı düşününce genellikle kıpırdanan karanlık, korkulu merak yerine daha ziyade tanıdık masallardan bir sahneye rastlamış gibi bir sevinç duygusu yaratıyor. (Ya da ben artık “büyüdüğüm” için şatolar artık bana ürkünç gelmiyor!) Şehrin bu noktasını seviyorum çünkü nedense bana en çok burası tarihten öyküler anlatıyor. Örneğin, Ghent’in Scheldt nehriyle kolu Leie’nin birleştiği noktanın yakınında, neredeyse taş devrinden beri var olan ilkçağ yerleşim bölgelerinin yerinde kurulduğuna;  Ortaçağ’da yün ve kumaş ticareti sayesinde çok zengin ve çok önemli hale geldiğine; daha sonra Avrupa’yı kasıp kavuran bir dizi savaş sonucu önemini yitirdiğine ve 19. Yüzyılın başında tekstil endüstrisinin kurulmasından sonra ekonomisinin düzelmesiyle tekrar canlandığına dair yıllar önce bana anlatılan her şey, bu köprünün üzerinde durup kentin genel görünümünü yeniden içime çekince o günlerdeki netliğiyle tekrar aklıma düşüyor.

Ama bu ansıma sadece anlık çünkü dikkatim hemen geçmişten bugüne, nehrin iki yakasında Graslei ve Korenlei boyunca sıralanan rengarenk Ortaçağ evleriyle bunların suya yansıyan zarif görüntülerine, önlerindeki minik teknelere, yanlarından yörelerinden suya sarkan sarmaşıkların güzelliğine ve aralarına karışmış olan kafelere kayıyor. Köprüden geçip kıyı boyunca yürüyorum. Bana bazen Kopenhag’ı bazen Eskişehir’i hatırlatan bir havası var. Çünkü Ghent de tıpkı bu iki kent gibi bir akarsuyun kenarına kurulmuş ünlü bir üniversite kenti. Benim de kısa bir dönem paylaştığım üniversite yaşamı zaman ve mekandan bağımsız biçimde o yıllarda da canlıydı, keyifliydi; gençti, sıcacıktı. Ama kentte gençlere ayrılmış mekanlar da bu kadar çok, kanal kıyısındaki yaşam da bu denli yoğun değildi. Bu aslında sadece kanal boyu için değil eski kentin merkezi sayılabilecek pazar meydanı Vrijdagsmark için de geçerli. Meydanın ortasındaki Jacob Van Artevelde heykeli o zaman da vardı tabii ve tabii o zaman da burası aslında cuma günleri kurulan pazarın meydanıydı. Ama meydanı çevreleyen dükkanlar, kafeler, birahaneler ve restoranlar bu kadar çok değildi. Zaman ne olursa olsun, doğrusu buralara gelmişken aklım meydana açılan bir sürü minik ara sokağa ve bunların üzerinde yer alan kalabalık ve canlı birahane ve restoranlara, özellikle de Tavern Dulle Griet’e kayıyor çünkü adını Vrijdagmarkt’ın hemen dışında, kanalın kıyısında duran Ortaçağ’dan kalma kocaman bir dövme demir toptan alan bu birahane belki de tüm Belçika’da tek olan özellikler taşıyor. Bir kere, tam iki yüz elli adet farklı Belçika birasını burada bulmak mümkün. Sonra da mekan, sipariş verdiğiniz her bira için rehin olarak ayakkabınızın bir tekini almak türünden kendine özgü tuhaflıklarıyla meşhur. Yemek servisi olmamasına rağmen her zaman hıncahınç dolu olmasının nedeni bunlardan hangisidir bilemem ama Dulle Griet birahanesi hiç değilse bir bardak içki için uğramaya değer.

Kentte avare avare dolaşmalarım beni “o zamanlar burası vardı, şurası yoktu” dedirterek eski kentin bir ucundan öbür ucuna taşıyıp duruyor. Eski dostlara rastlayınca mutlu olduğum kadar yepyeni yerler keşfedince de seviniyorum. Mesela o zaman Graffiti Sokağı diye bir yer yoktu Ghent’te. Oysa bence bugün bu minicik sokak kentin en değişik ve sevimli yerlerinden birisi. Ve tabii bu sefer kentte en keyifli saatlerimden bazılarını geçirdiğim restoranlar sokağı da o zaman sadece eski tekstil işçilerinin mahallesiydi ve kentin en pejmürde ve bakımsız yerlerinden birisiydi. Ama mesela Dünya Ticaret Fuarının hazırlıkları kapsamında 1912’de inşa edilen, kişilikli ama iddiasız gar binası Sint-Pieters Tren İstasyonu hep vardı ve benim yaşamımın bugün en çok sevdiğim boyutlarından birisine ilk adımlarım oradan bindiğim trenlerle atıldığı için bu bina benim o zaman da çok sevdiğim bir mekandı. Nereye gitmiş olursam olayım, tren Sint-Pieters’a girdi mi evime dönmüş olduğumu hisseder, “bilinmeyene” yaptığım bir seferi daha tamamlamış olmanın mutluluğuyla ait olduğum bir yere dönmenin güvenini bir arada yaşardım. O gezilerden dilime dolanmış, kimin söylediğini bilmediğim bir söz bugün hala yeni bir yeri keşfetmeye doğru yola çıktığım her sefer aklıma geliverir: “İnsanın düşünce kapasitesi bir kez bir yeniliğe doğru uzanıp büyümeyi deneyince bir daha asla orijinal boyutlarına geri dönemez.” Sanırım galiba benim için de düşüncenin geri dönülmez biçimde bir şeylere doğru uzanıp büyümeye başladığı yer Ghent’tir.

Otele dönerken St. Bavo Katedraline uğruyorum çünkü buraya gelip de Van Eyck kardeşlerin 1432 yılında yaptığı ünlü “Mistik Kuzuya Hayranlık” (The Adoration of the Mystic Lamb) tablosunu bir daha görmeden gitmek olmaz. “Ghent Mihrabı” (Ghent Alterpiece) olarak da bilinen ve kentin valilerinden zengin bir tüccar tarafından yaptırılarak Katedrale armağan edilen bu çok ünlü tablo, hem ilk dönem Flaman resminin en önemli şaheseri hem de Avrupa sanat tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Resim aslında bir değil birçok resmi içerisinde barındırıyor. Panellerle kurulmuş bir mekanizmada her bir panelin üzerinde yer alan çizimler farklı bir öyküyü canlandırıyor ve böylece tamamına bakıldığında Hıristiyanlığın tüm öyküsünü anlatan bir tablo ortaya çıkıyor. Sembolik dini motiflerle dolu olan Ghent Mihrabı için tahminler, çeşitli biçimlerde katlanıp açılarak farklı tablolar oluşturabilen mekanizmanın tasarımını Hubert Van Eyck’in yaptığı ve kardeşi Jan Van Eyck’in de teker teker söz konusu tabloları resmettiği yönünde. Eserin en ilginç yönlerinden birisi de yaşam öyküsünün gerçek bir polisiye roman gibi olması. Katedraldeki yerine yerleştirildiği günden bu yana tam on üç saldırıya ve yedi adet de hırsızlık girişimine maruz kalmış. Bu durumda, sanat tarihinin en fazla taciz edilmiş eseri olma özelliğini de taşıyor. Tamamlanmasından itibaren neredeyse tüm dünya peşinde olmuş. Bir ara Napolyon kaçırıp Paris’e getirmiş ve bir süre Louvre Müzesinde sergilenmiş. Sonra 2. Dünya Savaşında Hitler tarafından yeniden kaçırılmış ve savaş bitince geri alınmış. Ama asıl ilginç öykü, 1934’te panellerinden ikisinin Ghent’te çalınmasıyla başlamış. Konu tamamen bir detektif hikayesine dönüşmüş çünkü çalınan panellerden birisini çalan iyi niyet gösterisi olarak iade etmişse de diğeri bugüne kadar bulunabilmiş değil ve inanması zor ama o günden beri Belçika polis teşkilatında tek vazifesi bu hırsızlık olayını araştırmak olan bir memur için sabit bir kadro var! Mesele henüz aydınlanmış değil ama polis teşkilatı da aramaktan vazgeçmiş değil…

Kişisel tarihim yetmezmiş gibi bir de sanatın tarihine geçip içinize fenalık getirdimse en iyisi artık Katedral’den çıkayım. Biraz da kentin kanalın ardında kalan ara sokaklarında dolaşıp rengarenk boyalı evleri seyretmek istiyorum nasılsa. Aynı küçücük meydanın kıyısında, tıpkı aynı iç avluya açılan Ortadoğu evleri gibi birbirleriyle yan yana ve bir arada, en çok üç katlı, çoğu tarihi, minik evler. Hemen hepsinin önünde park edilmiş bisikletler; bu mevsimde kapılarında mutlaka yeni yılda haneye uğur getirmesi için asılmış ökseotu çelenkleri; köşelerinde kapılarını aydınlatan eski model fenerler ve duvarlarında her mevsim yeşil kalan sarmaşıklar var. Aslında bu oyuncak benzeri renkli evler, hangi kuzey ülkesinde olursam olayım bir yolunu bulup karşıma çıkıyorlar ve beni hala her görüşte renklilikleriyle şaşırtıyorlar. Amsterdam, İrlanda’nın birçok minik kenti, Kopenhag, Norveç’in dantel gibi kıyı kentleri ve işte Belçika’nın Ortaçağ şehirleri; hepsi sanki doğanın nispeten renksiz olmasını dengeleyip unutturmak istemişçesine rengarenk boyanmış evler, pencere çerçeveleri ve kapılarla dolu. Bense böyle bir renkliliği buralarla değil güney coğrafyalarıyla bağdaştırmışım hep nedense; Akdeniz, Latin Amerika, Hindistan…  Dolayısıyla, önyargılarımdan mahcubum biraz! Çünkü zaten aslında bilmem gerekir ki Kuzey Avrupa’nın, mesela Belçika’nın yaşadığı İlginç bir çelişki var. Bir yandan burası tipik bir orta/kuzey Avrupa ülkesi; hayat fazla renkli değil. Hatta zaman zaman renksiz. Fazla hareketli, eğlenceli değil; coşkulu hiç değil. Ama huzurlu, dengeli ve sanki güvenli. Bu dünyada olabildiği kadar. Öte yandan da ülkede farklı bir yaşamın odaklandığı, son derece hareketli, keyifli ve renkli, hatta adeta biraz fazla turistik yerler var; Brugge gibi… “O zaman” diyorum kendime, “hala bu evlerin rengarenk güzelliğine şaşırmak galiba hiç yakışmadı bana!”

İşte böyle… Ghent değişmesine değişmiş tabii; büyümüş, yayılmış, şenlenmiş, hareketlenmiş. Yıllar önce bugün çok başarılı ve popüler olan meşhur festivallerinin çoğu yoktu mesela. Sinema Festivali, Caz Festivali, Işık Festivali, Flanders Festivali… Hepsi birbirinden keyifli ve yaşam dolu etkinlikler… Bugün yemek yiyebileceğiniz, bir köşesinde oturup kitap okuyabileceğiniz, içki veya kahve içip dans edebileceğiniz yerler tabii ki çok daha fazla. Bu kadar çok alışveriş mekanı ve dükkan da yoktu. Üstelik tabii değişiklik ve gelişim sadece kentin yaşantısındaki soyut gerçeklerde değil; son derece somut, fiziki değişiklikler de var. Yeni yollar yapılmış ve hala yapılıyor; tramvaylar ve otobüsler yenilenip modernleşmiş ve beni çok etkileyen yeni bir uygulama gündeme gelmiş. Belediye kentteki ulaşımın bisikletle yapılmasını desteklemek üzere bazı programlar başlatmış. Mümkün olan her yere hemen herkes, özellikle de gençler, bisikletle gidiyorlar ve kentte mevcut olan bir sürü bisiklet parkına ilaveten kapalı otoparklar gibi kapalı “bisiklet-park”lar oluşturulmuş. Sonuçta, daha kente dair böyle bir sürü yenilik detayı anlatabilirim ama genel olarak şehir yaşantısının bütününe bakınca, doğrusu Ghent özünde sadece ben otuz altı yılda ne kadar değişmişsem o kadar değişmiş gibi geliyor bana. Pek çok gelişmeye ve oldukça büyümeye karşın, Ghent hala benim küçük kentim yani; yıllar önce dünyaya açılan mütevazi pencerem… Bana gelince, meydandan otelime doğru yürürken birden Katedralin yanından göğsüne bastırdığı dosyalarla genç bir kızın döndüğünü görüyorum.  Az önce arka sokaktaki durakta otobüsten inmiş olmalı. St. Bavo’nun duvarının kenarından yürüyüp Çan Kulesi’nin köşesinden kıvrılıyor ve hızlı adımlarla Üniversitenin yurdu Home Fabiola’ya doğru uzaklaşıyor. Yanımdan geçerken bir an göz göze geliyoruz. Bakıyorum; hem çok tanıdık hem de çok yabancı, sanki bana hem çok benziyor hem de hiç… Tıpkı bugün gezmekte olduğum Ghent’in yıllar öncedeki minik kente hem hala çok benzediği ve hem de artık hiç benzemediği kadar.  Gözlerindeki ışıktan anlıyorum; o kız bu küçük kenti hiç unutmayacak, otuz altı yıl sonra geri gelip bu durduğum yerden onun her gün bindiği otobüsten inen genç bir kızı izleyecek.  Belli ki burada onu bekleyen bir hayat var; istese bundan böyle bu kentte yaşayabilir. Ama yine gözlerinde görüyorum; geri dönecek… Dönecek ve bu küçük kenti ömür boyu uzaktan sevmeye devam edecek. Ona yeniden rastlamak beni çok mutlu etti; köşede kaybolan adımlarını takip ederek onunla birlikte bugüne, kendi yaşantıma, yaptığım tercihe geri döneceğim şimdi.

Sisli puslu bir Belçika sabahı… Ghent’ten dönüyorum. Otuz altı yıl sonra. Brüksel Zaventem Havaalanına giden trende yalnız başıma düşünüyorum. Otuz altı yıl önceyi. Bu gezinin Ghent bölümüne sizi fazla dahil edemedim; çok fazla anılarıma dalıp gittim, değil mi? Farkındayım ama bağışlayın, elimden başka türlüsü gelemedi maalesef; söz konusu yaşamımın kocaman bir dilimiydi çünkü. Siz lütfen benim duygulanmalarıma aldırmayın; Brugge’de birlikte gezerken kaldığımız yerden devam edip bu seyahatin ikinci bölümünü de tamamlayın, ne olur. Göreceksiniz, Ghent ilk kez gidenler için de keyif dolu bir kent… Hele yılın bu zamanı. Seneye gidin; Noel coşkusunu, yaklaşmakta olan Yeni Yılın heyecanını, meydanların ve pazarların karmaşasını Ghent’te de yaşayın…

Güzin Yalın

Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır.

 

Yukarı