Çölün Okyanus ile Kucaklaştığı Ülke; Namibya

7 Kasım 2021

Farklı yaşamlara biraz merakı olan herkesin kendisi seyahat etsin etmesin bir zaman mutlaka karşısına çıkan uzak diyar öyküleri vardır. İnsanlara, doğaya, geçmişe dair alışılmadık öyküler. Kimi zaman cesur ve meraklı gezginlerin öyküleridir bunlar; kimi zaman da macera ruhu yaşamını kökünden değiştirecek kadar gelişmiş olan, o uzak diyarlara sadece gezmek için değil yerleşerek yepyeni hayatlar kurmak için gidenlerin. Her ne kadar asla denemeyeceğiniz akıl dışı serüvenler gibi görünseler de, aslında bal gibi gerçektir tüm bu öyküler ve hem çok ürkütücü hem çok cazip olmalarının temel nedeni de budur. Benim için ise, bu tür uzak öykülerin en çarpıcı kaynağı nedense hep Afrika’dır. Üstelik ilginç yerlere seyahat etmeye tutkun, gittiği ülkenin kültürünü mümkün olduğunca bir ucundan tutmaya sevdalı ve farklı yaşamları hiç değilse bir süre gerçekten yaşayabilmeye özlemli olduğum halde, bazı insanların olağan yaşamlarını tamamen bırakıp Afrika’ya yerleşmelerini, alışkın olduklarından bu kadar farklı sosyal ve doğal koşullarda yaşamayı göze almalarını pek anlayamamışlığım vardır. Doğrusu ben macera yaşama uğruna kalıcı hastalıklar edinenleri, tehlikenin her türlüsüne göğüs geren hatta bazen bunu yaparken ölmeyi göze alanları pek yakınlık hissetmeden izlemişimdir bir zamanlar.

Ama itiraf etmeliyim ki, bu konuda böyle epeyce temkinli düşünmem sadece yıllar önce Afrika’ya gitmeme kadar süren bir durum… Sonra bir gün kalkıp Güney Afrika’ya gittim ve insanı tüm zorluklara rağmen her tür sonucu göze alarak Afrika’ya çekenin ne olduğunu oraya gidince anladım. Afrika gerçekten farklıydı. Orada kesinlikle kıtaya ayak basar basmaz hemen kendini hissettiren bir özel büyü vardı. Havada asılı duran, elle tutulabilecek somut bir şey sanki, tam olarak ne olduğunu bilemediğim… İnsanı sarmalayan, neredeyse nefes alırken içinize çekebildiğiniz bir hafifleme, anlatması zor çünkü algılaması bile karmaşık bir esriklik, benzersiz bir arınma duygusu söz konusuydu ve bence bütün o tehlikeleri hiçe sayma dürtüleri, macera aşkı ve yaşam biçiminden vazgeçebilme becerileri de gücünü işte bu duygudan alıyordu. Doğrusu, bu çok farklı ve çok çarpıcı algılamanın kaynağını basitçe “nefes kesen doğa görüntüleri” veya “alışılmadık vahşi maceraların beklentisi” diye tanımlamak çok eksik kalır; söz konusu duygu onları çok aşan bir şeydi. Belki yaşamların inanılmaz fakirliğine karşın doğanın akıl almaz zenginliği? Gözünüzün seçebildiği tüm görüntülerin çarpıcı berraklığı? Ya da Afrika’da gökyüzünün eşsiz netliğine karşın yeryüzünün inanılmaz karmaşası… Sadece ışığın keskinliği belki, bilemiyorum. Belki tertemiz kupkuru havanın her an çıtır çıtır yanmaya veya heybetli bir fırtınaya dönüşmeye hazır bir elektrikle yüklü olması. Belki de sadece simsiyah bir yüzde parlayan bembeyaz dişler. İçinize işleyen ilkel müzik, meraklı kara gözler, ritmin her türlüsünü doğasının doğal bir parçası olarak bedeninde taşıyan insanlar belki… Tam ne olduğunu anlayamadım kaynağının ama uğrunda ölmeye bile değenin işte o büyü olduğunu daha “ana kıtaya” ilk gidişte bildim. Üstelik hissettim ki insan bir kez bu büyüye kapıldı mı, tutku haline gelmemesi gerçekten zordur Afrika’nın.

Sonra kendi kendime sordum: Peki, insan ilk başta Afrika’ya ne görmeye gider? Benim gibi farklı yaşamlarla bozmuşsanız aklınızı, her yer gibi oraya da her şeyden önce bunu görmeye gidersiniz herhalde. Çarpıcı gelenekler, çok farklı algılama boyutları, alışık olduğunuzdan ışık yılları uzakta bir yaşam temposu… Bir yanda tüm kıtada hiç yatışıp durulmayan kıpır kıpır bir olaylar örgüsü, öte yanda insanların gündelik yaşamları seviyesinde akıllara durgunluk veren bir durağanlık ve yavaşlık. Son derece karmaşık bir politik gelenek, ilginç bir tarih, başka kıtalardan gelenlerin bir türlü tam algılayamadığı kabile ilişkileri ve bunun sonucu olan bitmek tükenmek bilmez çatışmalar… Yeryüzündeki tüm benzerlerine taş çıkartacak kadar acımasız bir sömürülme geçmişi, beyazların bu aslında hala süren haksızlığının baktığınız her yerde görülen izleri, hayatınızda ilk ve belki de son kez karşınıza çıkacak türde ilginç yaşamlardan kesitler… İnsan işte bunları nasılsa bilir Afrika’ya gitmeden ve belki sadece bunları gözlemlemek niyetiyle gider ama Afrika farklıdır; sizi mutlaka şaşırtmaya kararlıdır. Tabii ki burada yaşamlar ve insanlar belki başka yerlerde olduğundan bile daha ilginçtir ve tabii ki bunları gerçekten anlamak niyetiyle izlemek insana ömür boyu akılda kalacak keyifler ve şaşkınlıklar yaşatır ama Afrika’da mevcut tüm çekim merkezleri arasında öncelik, karşı koyulmaz bir biçimde doğanın sunduklarındadır. Üstelik sadece bizim coğrafyamızda bulunmayan ve orada doğal ortamlarında yaşamlarına olabildiğince burnumuzu sokarak yakından izleyebildiğimiz farklı ve “tehlikeli” hayvanlar açısından değil, doğa deyince insanın aklına düşen hemen tüm boyutlar açısından. Afrika’ya ne kadar bencileyin insanlarla ilgilenmek niyetiyle gitmiş olursanız olun, çok kısa süre sonra doğa ister istemez önceliğiniz haline geliverir. Ve sonra, ama hemen sonra, çok net bir gözlemle sarsılır insan: Karşınıza çıkan görüntüler gerçekten eşsiz güzellikte ve gerçekten çarpıcı farklılıktadır gerçi ama sanki söz konusu bu güzelliğin çok yüksek bir de bedeli vardır; Afrika’da doğa en az güzel olduğu kadar da acımasızdır çünkü. Veya belki aynı şey tersinden de söylenebilir; Afrika, doğasının tüm sertliğine ve kıyıcılığına rağmen nefes kesecek, vazgeçilmeyecek kadar güzeldir. Zaten en doğrusu bu eşsiz kıta için “dünyanın altı zengin, üstü fakir diyarı” demek bence. Bize çok cazip ve egzotik gelen tüm özelliklerine rağmen, pek çok bölgesinde iklim ve doğa koşulları sanki yeraltında verdiklerinin acısını yeryüzünde esirgedikleriyle çıkartmaya çalışmış gibi. Bir yandan Afrika’da sürünmeden yaşamak zor zanaat, bir yandan da doğa insanlara başka hiçbir yerde bulunmayacak yaşam keyifleri sunuyor. Kısacası, Afrika’da insan bir süre sonra neye sevinip neye üzüleceğini şaşırıyor. Gördüğünüz her güzelliğin içinizi kavuracak acıklı bir öyküsü, uğrunda ödenmiş olan çok acılı bir bedel veya keyfine varmak için katlanmanız gereken bir zorluğu var gibi sanki. Buna karşılık, size dayanılmaz görünen her koşulun da ilk bakışta fark etmediğiniz bir keyfi, tadını çıkartabileceğiniz bir boyutu mevcut genellikle. Rengarenk adetleri, şen şakrak sohbetleri ve aydınlık gözlü bebecikleri olan bir kabilenin insanın yüreğini sızlatacak bir kıyım hikayesi de olabiliyor veya en çorak, en kirli paslı toprak parçası derinlerinde en parlak değerli taşları da barındırabiliyor. Bir süre sonra hem her yerde her şeyi beklemeyi hem de bu hayal edebileceğiniz en durağan yaşamdan aslında hiçbir şey beklememeyi öğreniyorsunuz. Geriye ummadığınız anda karşınıza çıkan beklenmedik güzelliklerin sorgulayıp yargılamadan keyfine varmak kalıyor.

Yalnız Afrika’da mümkün olan o özel esriklik duygusunu yakın zamanda Namibya’ya gittiğimde tekrar yaşadım. Tıpkı ilk sefer Güney Afrika’da olduğu gibi ruhumun aniden hafiflemesi; sebepsiz yere hissettiğim huzur… Çevremdeki görüntülerin nefes kesen netliği ve doğadan kendimi alıp yaşamlara bakabildiğim anda çarpan, şaşırtan sosyal gerçekler. Namibya yani “namib” diyarı, yani çöller ülkesi. Dünyanın en cimri, en acımasız, en zor iklim ve coğrafyalarından birisi… Ama aynı zamanda da akıl almaz bir doğa güzelliğinin ve yaşam zenginliğinin vatanı! Hem çöl hem okyanus; bir yanda son derece batılı caddeler ve marketler, bir yanda uygarlığı toptan reddeden kabileler; bazen yanı başınızda neredeyse bilinen tüm vahşi hayvanların kalabalığı, bazen hiçbir canlının göze görünmediği sonsuz bir ıssızlık… Kısacası Afrika’nın bilindik şaşırtıcılığı. Büyük bölümü Namib çölünden oluştuğu için öyle Afrika’dan normalde beklediğiniz gibi vahşi ormanlar, derin yeşillik, tropik görüntüler falan yok gerçi Namibya’da ama Namib çölü Atlas Okyanusunun kıyısında ve ikisinin birleştiği noktanın şaşırtıcı güzelliği değme tropik ormanın gizemli çekiciliğine taş çıkartıyor. Namib’in yanı başında belki coğrafya derslerinden daha iyi hatırlayacağınız Kalahari çölü var; daha doğrusu Namibya işte bu iki çölün arasında yer alıyor. Kuzey komşusu Angola; doğusu Botswana ve güneyi Güney Afrika. Afrika’nın, özgürlüğüne 1990’da kavuşmuş olan son sömürge ülkesi. Vaktiyle sömürülmüş tüm ülkeler gibi haritası oldukça ilginç; çıkarlar peşinde yaratılmış, yapay olarak oluşturulmuş, elle çizilmiş sınırları var. Türkiye’den biraz büyük yüzölçümüne sahip olduğu halde, iki milyonu biraz aşan bir nüfusu olduğunu da ayrıca belirtmeliyim. Bunun tek nedeni ilk başta akla geldiği gibi yalnızca yaşam koşullarını elverişsiz hale getiren çöl iklimi değil. Önemli bir neden de 1900’lerin başında ülkenin Alman sömürgesi olduğu dönemde Alman general Lothar von Trotha’nın gerçekleştirdiği soykırımı. Namibya aslında 1884’de birliğini ancak sağlayıp imparatorluğunu nihayet kurabilmiş ve bu yüzden de dünya sömürgecileri arasında henüz gönlüne göre bir yere kavuşamamış bulunan Almanya’ya İngilizler ve Hollandalılar tarafından sus payı olarak verilmiş bir ülke! Şaka gibi değil mi? İnsanın “kimin malını kime veriyorsun?” diye sorası geliyor. O zamanki adı Güney Batı Afrika ve tahmin edebileceğiniz gibi batılıları doğası son derece sert özelliklere sahip olan bu topraklara çeken, yer altı kaynakları. Namibya’da bol miktarda uranyum, bakır, tantal ve elmas madeninin mevcut olması, onu arsız beyazlar için iklim ve topografya özelliklerinden bağımsız olarak cazip hale getirmiş. Von Trotha’nın gerçekleştirdiği ve yüz bine yakın Herero yerlisinin öldüğü kıyımın asıl nedeni de tabii ki Almanların bu madenleri elden kaçırmak istememesi. Baskıcı sömürge yönetimine başkaldıran yerlileri çöle sürerek aç ve susuz kalmalarına neden olmuş Von Trotha ve böylece dünyanın haberi bile olmadan 20. Yüzyılın ilk gerçek soykırımı sayılabilecek bir katliam gerçekleştirmiş. Üstelik acımasızlığını yerlilerin çölde su içebileceği kuyulara zehir dökmeye kadar vardırmış! Beyazların ulaşabileceği alçaklık düzeyinin ayırdında olmayan Hererolar da böylece çok kolay bir biçimde telef olmuşlar. Aslında, tüm kara Afrika’nın coğrafi üstünlüğü beyaz dünyanın iştahını kabartıp ilgisini üzerine çektiği için başına bela olmuş denilebilir. Namibya da bu durumun dışında kalabilmiş değil; hatta Avrupalılar gittikten sonra bir süre de beyaz yönetiminin en azgın dönemini yaşamakta olan Güney Afrika Cumhuriyeti tarafından sömürülmüş. Sonunda Güney Afrika hükümeti sömürge statüsüyle de yetinmeyip Namibya’yı tamamen ilhak etmeye kalkışınca, Birleşmiş Milletler duruma el koyup bir süredir esarete direnmekte olan Namibya kurtuluş hareketini desteklemeye başlamış ve böylece başlayan sürecin sonunda Namibya özgür bir ülke statüsüne kavuşmuş. Ama memnuniyetle belirtilmesi gereken bir nokta var; Namibya’da hiç değilse aparteid denen insanlık suçu hiçbir zaman resmen uygulanmamış ve belki de bu yüzden bugün fazlasıyla Alman görünümlü kentlerinde karşınıza çıkan insan manzaraları Güney Afrika’dan oldukça farklı; burada gördüklerim bu anlamda Güney Afrika’dakilere göre çok daha ılımlı. Her ne kadar günlük hayatın pek çok yönü oraya benziyor ve tüketim büyük ölçüde oradan gelen ürünlere dayanıyorsa da, buradaki beyazlar sanki siyahlara karşı biraz daha az saldırgan ve sanki siyahlar beyazların yanında çok daha az ezik duruyorlar. Ama yine de, sonsuz sınırsız çölün ortasında yer alan kum rengi mahallerde birbirlerinden ayrı yaşıyor beyazlarla siyahlar. Beyazların mahallesi yolun sağındaysa, siyahlarınki solunda… Tarzları, görüntüleri, kaliteleri de birbirinden oldukça farklı bu yerleşim alanlarının. Beyazların mahalleleri her ne kadar beyaz ülkelerdeki başka yerleşim birimlerine göre “çöl tevazusu içinde” denebilecek kadar sadeyse de düzgün damları ve bahçe duvarları olan badanalı binalardan oluşuyor. Evler belli bir estetiğe ve anlaşılıyor ki, belli de bir konfora sahipler. Buna karşılık siyahların yaşadığı yerler çok daha derme çatma ve karmaşık.

Sonuçta Namibya bugün isminin Michael veya Franz olduğunu iddia eden ve ancak “Afrikalı ismin ne?” diye özel olarak sorulunca gerçek isimlerini söyleyen bir takım siyah insanlarla en az onlar kadar bu ülkeye ait olduklarını düşünen ve hissettirmeden siyahların hiçbir şeyi asla kendileri kadar beceremeyeceğine inanmaya devam eden beyazların ülkesi… Namibya’da siyahlar gerçek isimlerinin güzelim anlamlarında saklı olan kültürel değerleri sebatla korumaya ve adlarının aslında “hayatın doğal akışı” veya  “annesinin kuzusu” olduğunu unutmamaya çalışıyorlar. Zaten Namibya’da ve herhalde o yöredeki pek çok ülkede yaşamın en ilginç noktalarından birisi bence dil. Mesele sadece ortak bir dil olmaması değil ama, insanların çoğunun karşısındakinin anlayacağı hiçbir dili tam konuşamaması! Üstelik bu “karşısındaki” ile kast ettiğim sadece ülkeye gelmiş olan yabancılar değil; yerlileri kast ediyorum asıl. Öte yandan, herhalde yaşayan herkesin anladığı ve ortak olarak aynı düzeyde konuştuğu tek bir dil olmadığı için, insan Namibya’dayken kendini dilini bilmediği bir ülkedeymiş gibi hissetmiyor hiç. Çünkü zaten sanki herkes birbiriyle de ancak seninle anlaştığı gibi ve seninle anlaştığı kadar anlaşıyor! Sömürgen devlet ve yerli kabile çokluğundan kaynaklanan bir dil bolluğu söz konusu burada. En yaygın olan ve genel kategori başlığı olarak kullanılan yerel dil, bir Bantu dili olan Oshiwambo. Bantular Batı Afrika’dan, Ekvator yöresinden Afrika’ya yayılarak pek çok yerde kıtanın bugünkü yüzünü ve halk yapısını oluşturmuş olan kabileler. Buna karşılık, kendi aralarında konuşan siyahlar eğer dillerini damaklarına, dişlerine ve yanaklarına çarparak birbirinden farklı birçok “klik, klak” ses çıkarıyorlarsa, Nama dillerinden birisini konuştuklarını anlıyorsunuz. Namalar Pigmelerin de içinde bulunduğu, eskiden “Bushmen” olarak bilinen en ilkel Afrika kavimi. Namibyalılar kendi kabilelerine ait ana dillerine ilaveten Alman sömürgesi oldukları için Almanca,

Güney Afrika ile geçmişlerinden ötürü Afrikaans ve anlaşılmadık bir sebepten resmi dilleri İngilizce olduğu için de İngilizce anlıyorlar çaresiz ama neredeyse konuştukları her dili aslında yarım konuşan, bir türlü dertlerini tam anlatamayan ama kendi dillerinin nasılsa karşılarındaki tarafından konuşulmayacağını çoktan kabullenmiş eski sömürge insanları oldukları için kim kimi nasıl ve ne kadar anlıyor, emin olmak zor.

Namibya’da ilk durağım başkent Windhoek. Birçokları gibi ben de bu ülkedeki kentlerin adlarının ilk kez buraya gelmeye niyetlendiğim zaman öğrendim ve bu yüzden de yol boyunca bu isimleri pek çok kez tekrarlayıp önce yabancılaşıyor, sonra da sanki hep bildiğim şeylermiş gibi benimsiyorum. Topu topu dört yüz elli bin kişi civarında bir nüfusu olan Windhoek, bir başkentten çok büyükçe bir kasabayı andıran bir küçücük yer aslında. Ama tüm başkentler gibi bir parlamento binası, gotik stilde inşa edilmiş ve özellikle yapıldığı zaman düşünülürse ilk bakışta insana son derece bulunduğu yerle alakasız gözüken bir kilisesi, bir parkı, kalesi ve bir müzesi var. Gerçekte durup dünyanın neresinde olduğunuzu kendinize hatırlattığınızda hissettiğiniz mutlulukla karışık şaşkınlığın dışında kent tutkunlarına özel bir şey ifade edecek bir yanı yok. Doğrusu insan Amerika’nın ortasındaki küçük kentlere benzeyen bu şehirde kendisini pek de Afrika’da gibi hissetmiyor; bu yüzden ben de daha “Afrikalı” adreslere doğru yollara düşüyorum hemen. Bu sefer durağım sekiz yüz milyon yıl önceki bir tektonik hareketle oluşmuş, deniz seviyesinden bin sekiz yüz metre yükseklikte bir platoda yer alan Namib Çölü.  Naukluft’taki çöl kamplarından birisine yerleşip çölün ortasındaki ünlü kum tepelerini ve çevredeki ilginç doğa görüntülerini sırayla gezeceğiz.  Çöl… Alabildiğine boş ve vahşi bir kum alanı… Namibya çöllerinde öyle Arap çöllerindeki gibi kısraklarının üzerinde çöl fırtınasına karşı koyan masal kahramanı şeyhler, gözleri sürmeli yakışıklı bedevi kervancılar, yemyeşil serin vahalar, bin bir gece masalları falan yok. Ama güçlükleri inatla aşmaya alışkın, kendilerine kötü davranan doğaya her şeye rağmen tutkun, yaşadığı hoyrat toprakları dünyalara değişmeyen ışıltılı gözlü insanlar burada da mevcut. Belki bilmemiz gereken şey çölün bizim klasik olarak zannettiğimiz gibi illaki sadece kumdan oluşmadığı. Çöl aslında “susuz ve kurak alan” demek. Bu yüzden, kum çölü kadar doğal ve sık rastlanan iki farklı tür çöl daha var: Bitki örtüsü olmayan veya çok kısıtlı olan kurumuş toprak alan çölleri ve kaya çölleri. Namib çölü çoğunlukla sadece kuru otlarla kaplı bir kurak toprak alan görüntüsünde olsa da aslında bir kum çölü; bastığınız yer çoğunlukla sıkışmış kum ve toprakla karıştığı yerlerde üzeri çalı tipi kuru bitkiciklerle dolu. Naukluft’ta Sossusvlei bölgesindeki “Lodge” adı verilen kamp yerlerinde, kulübeden az hallice otel odalarında kalıyoruz; yani ıssızlığın ve vahşi doğanın ortasında. Sabaha karşı çıkan çöl fırtınasının camlarında ıslıklar öttürdüğü,  kapınızı rüzgardan sığınacak yer arayan vahşi çakalların tırmaladığı bir otel. Sonradan aklımda en fazla kalanlardan birisinin bu otelde geceleri çölün sessizliği içinde yapılan ateş başı sohbetleri olduğunu fark ediyorum. Beni en çok şaşırtan, tüm bu olağandışı koşullar yüzünden duyabileceğim korku, sıkıntı veya yabancılık uygusu yerine hissettiğim güven ve huzur. Sanki daha önce pek çok kez bu ateşin başında “this land is my land” diyerek tüm dünyaya asırlık bir mesaj ileten bu şarkıyı bu siyah derili insanlarla birlikte söylemiş gibiyim. Afrika’nın ortasındaki bir çölün derinliklerinde bir kamp ateşinin başında huzuru kulaklarımla dinlemek; yanıbaşımdaki çalının ardına saklanmış olan sessizliği sadece duymakla kalmayıp adeta görmek. Gerçekten eşsiz bir deneyim…

Çölde hedeflediğimiz noktalara ulaşabilmek için, yüzlerce kilometre boyunca tek bir insan veya araba görmeden saatlerce gitmemiz gerekiyor. Namib Çölü çoğunlukla kızıl kil rengi bir kumdan oluşuyor. Onu dünyadaki diğer çöllerden farklı kılan en önemli özelliklerden birisi de bu; en azından görüntü olarak. Kızılın farklı tonları iç içe geçerek ve toplanıp yayılarak dünyanın en özgün görüntülerinden birisini ortaya çıkartıyor. Çevremizde neredeyse hiçbir şey yok! “Hiçbir şey yok”luğun kaç şekli olabilir? Yüzey şekilleri değişse de her seferinde etrafta ıssızlıktan başka hiçbir şey yok! Hayal etmesi zor bir yalnızlık ve göz alabildiğine uzanan bu sonsuzluk arabadakilerin birbirine de yabancılaşıp adeta dünyadan kopmasına neden oluyor. Herhangi bir konforu ve hatta ısıtıcı veya klima gibi pek de lüks sayılmayacak temel gereçleri bile olmayan küçük ve eski model bir otobüsle son derece bozuk bir yolda zıplaya zıplaya ve çıt çıkartmadan gidiyoruz. Bu kadar sınırsız bir hiçlik duygusu, bu kadar katıksız bir yapayalnızlık! Yeryüzünde bir yerde sadece bir küçücük noktacık olma duygusu… Bir harita üzerinde nerede olduğunu üç boyutlu olarak hayal edebiliyor insan. Kendini yüksek bir yerden söz konusu resmin içerisinde ilerlerken izliyormuş gibi oluyor. Sanki ortaokulda coğrafya dersinde kullanılan kürelerden birisinin üzerinde yol alıyormuşum gibi geliyor birden ve böyle gerçekdışı bir boyuta geçmiş olmaktan dolayı yaşanabilecek kaygı veya panik yerine bir kez daha hep özlediğim bir şeyi nihayet yapıyormuşum gibi tuhaf bir huzur duyduğumu fark ediyorum. Yeryüzünde bulunduğum noktanın başka hiçbir yerde olmayacak kadar net bir biçimde ayırdında olmak beni hem şaşırtıyor hem de ilginç bir biçimde kendimi daha güçlü ve kararlı hissettiriyor. Neden? Ne hakkında? Sormayın çünkü yanıtları bilmiyorum. Sadece şunu biliyorum; bu duyguyu dünyada insana ancak çok özel yerler verir. Böyle bir şeyi hissetmek için çevrenizde mutlak bir boşluk olması ve bunun nihayetinde gözünüze çarpan ufuk çizgisinin gerçekten sonsuz görünmesi gerekir; karada veya suda. Ancak böyle bir yerde üç yüz altmış derecelik bir panorama söz konusudur ve ayağınızı yerden kaldırmadan, bakışlarınızı hep aynı yönde tutarak kendi ekseniniz etrafında dönseniz, başladığınız noktaya geri geldiğinizde kendinizi hiç kıpırdamamış gibi hissedersiniz. Bu duygu insana hem bulunduğu yerde sadece geçici bir konuk olduğunu hatırlatır hem de aslında tüm dünyanın sahibi olduğunu, her şeye hakim olduğunu düşündürtür. Üstelik o noktada bulunmanın heyecanını bu şekilde hissetmek insana bir yandan da bir sonra ulaşacağı yerin neler sakladığını hayal ettirir…

Çölde tek bir yerleşim merkezine veya benzin istasyonuna rastlamadan saatlerce ilerliyoruz. Aslında yok olan tek şey yapılar veya insanlar değil; doğrusunu söylemek gerekirse, çölde genelde yol da yok. Zaten o dümdüzlükte, Tanrım nasıl kaybolmuyorlar? Bana her yer bu kadar aynı ve yeknesak görünürken, şoför nasıl ayırıcı bir özellik gözlemleyebiliyor? Yol öylesine düz ve kesintisiz ve çevredeki görüntü öyle durağan ki, herhangi bir yere gitmekte olmadığımızı, rastgele bir noktada durmaktan başka hiçbir şey hedeflemediğimizi düşünmeye başlıyorum bir süre sonra. Ama şoförümüz  son derece kendinden emin bir şekilde bir yerlerden dönüp bir yerlere sapıyor ve sonunda ilk durağımız olan Deadvlei’e ulaşıyoruz. Burada gördüğümüz kum tepesi üç yüz otuz sekiz metre yüksekliği ile çölün en yüksek tepesi. Aslında tahmin edebileceğiniz gibi, çöldeki tüm kumullar zamanla rüzgarın etkisiyle yürüyüp yer değiştiriyorlar. Dolayısıyla gerçekte hiçbir kum tepesinin dağ veya ova gibi sabit bir yeri olduğu söylenemez ama zaman içerisinde taşlaşıp artık yerinden kımıldamayan ve karşıdan bakıldığında sanki toprak veya taşmış gibi duran yaşlı tepeler de var. Namibya’daki tüm çöller yılda bir metre hızla ülkenin kuzeyine doğru ilerliyorlar ve yollarındaki köyleri tamamen kaplayıp kum altında bırakmaları işten bile değil. Doğrusu Deadvlei’deki kum tepesine bakınca böyle heybetli bir kütlenin altında kalma düşüncesiyle ürperiyorum ve onun üzerine doğru yürüdüğü bir evde yaşamadığıma şükrediyorum! Bu ilerlemeye engel olmak için çöle bitki ekmek gerekiyor ama ekilecek bitkilerin sadece bu coğrafyaya uygun çalılar olması gerek. Yoksa sonuç hüsran oluyor. Çölün bazı yerleri kilometrelerce kurumuş ağaç ormanlarıyla dolu çünkü ağaçlandırma için yapılan bu dikimleri, Namibya toprakları kaldırmamış. Dikilen ağaçları canlı tutacak su bölgedeki toprağın içinde mevcut olmadığı için ağaçlar kısa sürede kuruyup sarı ve kahverengi renklerde hayalet ormanlara dönüşmüşler. Ama bizi Deadvlei’de, günümüzde oluşmuş bu ölü ormanların sözünü bile ettirmeyecek başka bir hayalet orman bekliyor. Çölün en yüksek kumulunun yanı başında ülkenin en yaşlı ormanı var; buradaki ağaçlar yirmi bin yıllık çünkü bir fosil ormanındayız! Çevremiz başka dünyaları akla getiren kurumuş siyah ağaçlarla dolu. Bunlar aslında binlerce yıl önce ölmüş ama çölde hava çok kuru olduğu için çürüyememiş ağaçlar. Tam yirmi bin senedir burada ölü ama dimdik ayakta duruyorlar! Manzara öylesine güzel, öylesine gerçeküstü ve ürpertici ki, çöle geldiğimden beri kim bilir kaçıncı kez farklı boyutları ve başka gezegenleri düşündüğümü fark ediyorum…

Sossusvlei’de ikinci durağımız “Dune 45” yani kırk beş numaralı kumul. Burası bütünüyle bir milli doğa parkı olarak kabul edildiğinden, kumulların hepsi tespit edilip teker teker numaralanmış vaziyette. Seksen beş metre yükseklikteki bu kumula çıplak ayakla tırmanıp çevrenin nefes kesen manzarasını izlemek ve çölün sonsuzluk sınırının göğün sonsuzluk sınırıyla birleşmesini seyretmek çok güzel. Dünyanın en eski ikinci çölünde güneşin doğuşunu izlemek de… Kumların kızıl rengi sonsuzluğun ucundan çıkan güneşin rengini yansıtıyor ve insan dünyanın en popüler çöl görüntülerinden birinde olduğunu ve burada çekilen filmlerden aklında kalan kareleri tamamen unutuyor; tam tersine kendisini dünyanın sonunda, bilinen tüm yaşamın bittiği çok özel bir yerde gibi hissediyor. Buradaki kil rengi kumulların arasında yer alan ve üzerinde içindeki nemden ötürü sarı-yeşil renkte bir ince bitki tabakası taşıyan balçık çöküntüleri gerçekten yeryüzünün en çarpıcı görüntülerinden; belki de çok fazla yeryüzüne aitmiş gibi durmadıkları için… Bunlar kısa süreli yağmur dönemlerinde oluşan su birikintisi alanlarının çökmesiyle meydana geliyor ve doğal olarak içlerinde daha fazla nem barındırıyorlar. Bu yüzden de üzerleri otlarla kaplı olabiliyor. Bir zaman kolayca uçabilecekmişim gibi bir sanrıya kapılarak Dune 45’in tepesinden çevreyi seyrediyorum. Sonra yavaşça ayağımın altından kumun hareket ettiğini hissediyorum. Kumulun ben buraya çıkmadan hemen önce beklenmedik şekilde yağan yağmur yüzünden sertleşmiş olan yüzeyi, güneşin ortaya çıkmasıyla yavaş yavaş yumuşayıp kaymaya başlıyor. O zaman bana daha önceden söylenmiş olan bir şeyi duymak için durup sessizliği dinliyorum; evet, kum tepeleri gerçekten de ısı farkından uğultu ile fısıltı arası derin bir ses çıkartıyorlar…

Namibya’da çölden sonraki ilk durağım ülkenin en önemli limanı olan Walwis Bay. Oraya ulaşmak için Atlas Okyanusuna doğru sürdürüyoruz yolculuğumuzu. Çölden bir süreliğine uzaklaşıp Okyanusla kucaklaştıktan sonra, tekrar geri döneceğiz. Burada Afrika beni bir kez daha şaşırtıyor. Yolda, okyanusa yaklaştıkça çölün sonunun geleceğini ve denize ulaşınca artık kum tepelerinin yok olacağını düşünüyorum. Ve tabii çok yanılıyorum! Çöl, Atlas Okyanusun kıyısına kadar yanaşmış ve nedense burada kızıl yerine bildiğiniz açık sarı kum rengini almış olarak tüm haşmetiyle devam ediyor. Sağımda dalgalı deli okyanus, solumda taze oluşmuş kum tepeleriyle çöl. Doğrusu günlerce süren çölden sonra okyanusun aniden görünmesi serap gibi. Orhan Veli’nin “Gemliğe doğru/denize göreceksin/sakın şaşırma…” demesi düşüyor Gemlik’ten binlerce kilometre uzakta aklıma. Walwis Bay’de katamaranla denize açılıp bu sefer de bir tür “okyanus safari” yapıyoruz. Başlangıçta sadece uzun süren bir çöl yolculuğundan sonra denize kavuşmanın ve bembeyaz bulutlarla dolu pırıl pırıl bir gökyüzü altında keyif yapmanın uğruna ilginç görünen bu gezi, tekneye tırmanıp kucağımıza oturan foklar, neredeyse omzumuza konup elimizden balık yiyen pelikanlar ve ancak belgesellerde görebileceğiniz türden balina görüntüleriyle çok daha farklı bir boyut kazanıyor. O bölgede mevcut olan istiridye yataklarını, fok kolonilerini, yunusların gezinti alanlarını ve karabatakların avlandığı noktaları teker teker gezip karaya çıkmadan önce güvertede kendimize taze mahsul istiridyelerle şampanya eşliğinde ziyafet çekiyoruz. Evet, Afrika geçekten çok şaşırtıcı… Ama insanoğlu da öyle. Günlerdir gündüzleri doğal ortamında izleyip hayran kaldığımız birçok yabancı hayvanın akşam yemeğinde pişmiş olarak önümüze gelmesine üzülüp yemeğimizi boğazımıza dizilerek yiyorduk ama şimdi tanıdığımız bir yiyecek söz konusu olunca, biraz evvel suda üzerinden geçtiğimiz istiridyelerin tabağımıza gelmesini çok doğal karşılıyoruz!

Deniz kıyısına inmişken gideceğimiz iki yer daha var; Portekizlilerin kıtaya ilk çıktığı nokta olan Cape Cross ve Almanların bir sayfiye kasabası olarak kurduğu, bugün Namibya’nın ikinci büyük şehri olan kıyı kenti Swakopmund. Cape Cross hafızama, güneşin denizin üzerinde günlerdir çölde izlediğimiz birbirinden eşsiz gün batımlarına bile taş çıkartacak güzellikteki batışıyla kazınıyor; bir de gecesinin soğukluğuyla… Cape Cross’un önemli özelliklerinden birisi 1482’de o güne dek ulaşılmış en güney nokta olan bu noktada karaya ayak basan Portekizli Diego Cao’nun kıyıya diktiği haç. Her ne kadar şu anda orada bulunan haç sadece bir kopya ise de, 1. Dünya Savaşı sırasında tahrip edilen orijinalinin Cao’dan dört yıl sonra, onun tamamlayamadığı yolculuğu tamamlayarak Ümit Burnu’na ulaşmayı başaran Bartelomeo Diaz’ın yolunu bulmasına yardım ettiği anlatılanlar arasında.

Swakopmund’a gelince, Namibya’da denizin tam kıyısında yerleşebilen sayılı kentlerden zira aslında Namib Çölü deniz kıyısını teslim almış vaziyette. Kumlar sürekli hareket ettiği, çöl sürekli denize doğru ilerlediği için kıyıda kent kurmak tehlikeli; kısa sürede çöl tarafından yutulup yok olabilir. Ama 19. Yüzyılın sonunda kurulan ve Los Angeles’teki dağınık yerleşim merkezlerine benzeyen bu Alman stilindeki huzurlu kent, Swakop nehrinin ağzında kurulmuş olduğu için nehrin koruması altında. Kıyıdaki kafeleri, sakin kent merkezi ve küçücük fakat çok başarılı müzesiyle tüm kıyı kentleri gibi insana farklı bir huzur veren çok hoş bir yer. Swakopmund ile Cape Cross arasındaki yolun da çok ilginç bir özelliği var; üzerinde gittiğimiz şey tabii ki asfalt bir yol değil ama toprak da değil; tuz kristallerini silindirle sıkıştırıp üzerlerine tuzlu su dökerek yapılmış stabilize bir zeminde gidiyoruz ama hem bu yüzey çok sağlam olmadığı hem de altındaki kum zemin çok kısa sürede kaydığı için yol genelde taşlık arazi kıvamında. Bu tuzdan mamul yolların hafif bir yağmurda son derece kaygan hale geldiğini de öğreniyoruz. Üstelik tuz yüzey boya tutmadığı için yollarda herhangi bir şerit çizgisi de yok!

Artık yolum tekrar denizden içerilere, Namibya’nın tarihi bölgeleri diyebileceğimiz Damaraland’e doğru. Bu yolda ilk durağım Twyfelfontein. Burası UNESCO tarafından dünya kültür mirası olarak belirlenmiş kayalık bir alan; zaten yerli dilindeki adı da “Kayaların Arası”. Taş Devri’nde bölgede yaşamış olan avcı-toplayıcı toplulukların pagan inançlarına ait bir tapınma alanı olduğu tahmin ediliyor. Taşların üzerine oyulmuş veya çizilmiş bazı şekillerden ve hayvan resimlerinden oluşan beş bine yakın figür var bu açık alanda. Bunlardan bazılarının MÖ.6000 yıllarında, bir diğer bölümünün de MÖ. 2500’lerde burada yaşamış olan farklı toplulukların uygarlıklarından kalma oldukları biliniyor. Resimler ve oymalar yörenin iklim özelliklerinden ötürü çok az bozulmuş olarak duruyor ve o bölgede hiçbir zaman yaşamamış olan deniz hayvanlarının betimlemelerini de içeriyor. Hayvan resimleri sanki tarih öncesinde değil de çok kısa süre önce çizilmiş gibi yeni ve canlılar. Twyfelfontein aralarında bin yıllar olsa da aynı amaçla yaratılmış olan Göbeklitepe’yi anımsatıyor bana. Orada hissettiklerime benzer bir ürperti duyuyorum bu aslanların ve zürafaların ne kadar zaman önce çizildiklerini düşündükçe. Tıpkı Göbeklitepe gibi, gerek çizimlerdeki hayvanların stilize edilişi gerekse alanda bulunmuş olan hayvan kemiği ve yiyecek kalıntıları bu alanın bir dinsel tören alanı, resimlerin ise dini semboller olduğunun yani Twyfelfontein kaya resimlerinin bugüne kadar bulunan diğer mağara resimleri gibi sadece yiyecek arayışını ve avlanma niyetini temsil etmediğinin  göstergeleri.

Damaraland, Namibya’nın ortasında, ülkenin diğer bölgelerinden daha fazla yağış aldığı için bitki örtüsü hayvancılığa ve yerleşik yaşama nispeten daha uygun olan bir bölge. Özelliği, Namibya’daki birçok ilginç kabilenin hala oldukça geleneksel koşullarda burada yaşıyor olması. Birbirinden çarpıcı birçok doğa görüntüsüne şahit olduktan sonra biraz da insanlarla ve kültürleriyle karşı karşıya gelebileceğim için heyecanlıyım. Bu kabileler arasında Hererolar, ülke tarihindeki yerleri ve bugünkü günlük yaşamdaki payları yüzünden oldukça önemli. Aslında özgürlük ve demokrasi gibi kavramlardan fazla etkilenmemiş olarak yaşıyorlar hala. Tabii ki ülkeyi yöneten eğitimli kadro içerisinde Herero kabilesinden pek çok kişi var ama köylerde hayatın fazla değiştiğini söylemek zor. Genellikle hala göçebe bir yaşam sürdürüyorlar. Yerleşik olanları çoğu kez teneke barakalarda barınıyor, suyunu kuyulardan çekiyor, sadece hayvancılıkla geçiniyor ama şaşırtıcı biçimde mezbeleliğe benzeyen köylerinin ortasında bazen de park edilmiş bir Mercedes araba olabiliyor. Hereroların en çarpıcı geleneklerinden birisi de,  kadınlarının giysileri. Sömürge oldukları dönemden kalan bir anı gibi bu “geleneksel” elbiseler. Alman yönetimi sırasında evinde çalıştırdığı Hereroların çıplaklığından rahatsız olan bir “hanımefendi” onlara elleriyle elbiseler dikerek örtünmelerini sağlamış. Bu rengarenk kat kat uzun etekli basma elbiseler ve kıyafeti tamamlayan enine uzun tuhaf başlıklar Hereroların çok hoşuna gitmiş ve sadece o evde çalışanlar değil, kabilenin tüm kadınları bu tür giyinmeyi benimsemiş. İşte bu yüzden, bu kolonyal tarz elbiseler yüz yıldan beri Herero kabilesinin geleneksel giysileri haline gelmiş durumda.

Damaraland’de tanışma olanağımız olan ikinci ilginç kabile de Himbalar. 16. Yüzyıldan beri Namibya’da yaşayan bu halk aslında ülkenin daha kuzeyine yerleşmiş vaziyette. Özellikleri, uygarlıktan gelen her şeyi tümüyle dışlamış olmaları. Bu nedenle gerçek yaşam alanlarına girmemiz mümkün olmadığı için, biz Damaraland’de kurulmuş olan ve onların yaşam biçimini bire bir sergileyen örnek köyde görüyoruz Himbaları. Bağımsızlıktan sonra devletin kendilerine önerdiği kentlere yerleşmeyi ve teknolojinin insana sağladığı her türlü kolaylığı tamamen reddetmiş vaziyetteler. Aslında bu reddedişin kökü Güney Afrika’nın Namibya’da yönetimde olduğu döneme dayanıyor. Himbalar önce Güney Afrika Cumhuriyetinin uyguladığı ırkçı politikanın bir parçası olarak kurulan ve bantustan adı verilen özel alanlarda yaşamayı reddediyorlar. Bu alanlar, ABD’deki Kızılderili rezervasyon bölgeleriyle aynı mantıkta oluşturulmuş siyahlara özgü bölgeler ve tabii aslında zamanla ülkenin pislikleri içinde barındıran arka bahçesi durumuna gelmişler. Bantustan’lar kısa sürede eğlence merkezleri haline dönüşmüş ve ülkede yasak olan tüm kumar ve benzeri faaliyetler buralarda yer almaya başlamış; hatta belki şaşıracaksınız ama Güney Afrika’daki meşhur eğlence kenti Sun City de aslında böyle bir bantustan’da kurulmuş. Himbalar her halükarda hem ayrımcılığa hem de teknolojiye karşı oldukları için başından beri sahip oldukları tutumu sürdürüyorlar ve böyle bir oluşumun içinde yaşamayı reddederek bugün de Namibya’nın kuzeyinde doğanın içinde geleneksel ilkel hayatlarını sürdürüyorlar. Erkek egemen bir toplum olarak yaşıyor Himbalar. Pagan inançlara sahipler; kabilenin hem şefi hem de şaman otacısı olan bir kişi köyün ortasında bulunan ve tüm kutsal ve sosyal törenlerin başında gerçekleştirildiği kutsal ateşin hiç söndürmeden yanmasını sağlıyor. Yaşadıkları evler tahtalardan yapılıp çamurla sıvanmış oluyor. Himbaların en çarpıcı tarafları kadınlarının renkleri; tunç renkli bu kadınlar tüm vücutlarını bir tür çamurla boyuyorlar. Aynı çamuru saçlarını kaplamak için de kullanıyorlar. Yörede bulunan bir taşın ezilip keçi sütüyle karıştırılmasından oluşan bu macun belik belik ayrılmış olan saçların üzerine sıvanıyor ve ayda bir kez yine keçi sütüyle yumuşatılarak çıkartılıp temizleniyor. Sonra hemen yeniden kaplanıyor saçlar. Bu çok önemli bir işlem çünkü saçların kalınlığı, uzunluğu, başın ne yanına atıldığı gibi şeyler hep farklı anlamlar taşıyor; çocukların cinsiyetini; kadınların yaşını, evlilik statüsünü, bekaret durumunu gösteriyor. Bu ilginç kadınlar suyun dünyada belki de en kıt olduğu yerde yaşadıkları için vücutlarını yıkanmak yerine yörede bulunan bitkilerden birisini yakarak elde ettikleri tütsünün buharına tutarak temizliyorlar. Çocuklar o kadar sevimli ki, birlikte oyunlar oynayıp resimler çektirdikten sonra onlardan ayrılmamız doğrusu çok zor oluyor. Bu çocuklardan hiç değilse birisiyle ilişkimizi sürdürmenin bir yolu var mı diye soruşturmamak için kendimi zor tutuyorsam, tek nedeni durup durup yeni bir oyuncak alır gibi üçüncü dünya ülkelerinden evlat edinen şımarık Amerikalı yıldızların aklıma gelmiş olması…

Damaraland’dan sonraki hedefimiz Etosha Ulusal Parkı. Ülkedeki son durağım olan bu bölge, dünyanın en önemli beş vahşi yaşam parkından birisi.1900’ların başında Almanlar tarafından kurulmuş. Bugün orijinal büyüklüğünün dörtte birine düşmüş olsa da, Trakya bölgesine eş yüzölçümüyle Kenya’daki Masai Mara’dan on beş, Tanzanya’daki Serengeti’den de iki kez daha büyük. Bu haliyle hala Afrika’da vahşi hayvanları doğal ortamında görebileceğiniz en önemli beş milli parktan birisi. Bunun en önemli nedeni ortasında yer alan Van Gölü’ne yakın büyüklükteki basık alanın her yıl yağmur mevsiminde bir göle dönüşüyor olması. Yağmurlar bitince bir tuz yatağı haline geliyor olsa da gölün ve toprak altına sızan suların varlığı bölgeyi hayvanların en rahat izlenebileceği noktalardan birisi haline getiriyor.

Çölde yol aldığımız sürece bir yandan karşımıza çıkabilecek hayvanları kaçırmamak için dikkatle etrafı kolluyoruz. Çünkü burada vahşi hayvanları izlemek için başka bir “safari” alanı yok. Her şey çok daha doğal; onları gerçekten yaşadıkları ortamda, oradan geçmekte olduğunuz için görüyorsunuz. “Etosha Çanağı”na ilaveten, bölgede kısa süren yağmur dönemlerinde suların toplanmasıyla oluşan ve hayvanların buluşma noktası haline gelen su çukurları var. Bazı yerlerde de insanlar bu amaçla yapay çukurlar oluşturmuşlar. Bunlardan herhangi birisinin yakınında beklerseniz, su içmeye gelen hayvanları çok yakından, doğal yaşamları içinde izleme olanağınız var. Bazen onları ürkütmemek, bazen de kendinizi tehlikeye atmamak için yaklaşmamak gerekiyor tabii. Bu gözlemler sırasında doğanın çok ilginç bir düzene sahip olduğunu bir kez daha fark ediyor insan. Örneğin, su içmenin hayvanlar arasında kesin uyulan bir hiyerarşik kuralı var; küçük geyikler su içerken gelen zebralar öne geçiyor ama onlar da iri boynuzlu antiloplara yerlerini sessizce bırakıyorlar. Söylemeye gerek yok; aslanların görünme olasılığı bile hepsini kaçırıyor ama filler ortaya çıkarsa da aslanlar kaçacak delik arıyor. Tabii ki ilginçlikler bununla bitmiyor; saat gibi işleyen çok net bir düzen var. Örneğin, aslanların öğlen sıcağında avlanmaya çıkmayacağını herkes biliyor ve tüm hayvanlar daha rahat hareket ediyorlar bu saatlerde. Veya zürafaların engebeli alanda çevik hareket edemeyeceğini bilen aslanlar, avlamak için onları taşlı araziye sürüyor. Sonra, çöldeki hayvanların hemen hepsi çöl renklerine bürünmüş gibi. Araziye uyum sağlayıp saklanarak, kurda kuşa yem olmadan yaşayabilmeleri için doğa onları bu şekilde renklendirip korumaya almış olmalı; bu yüzden bazılarını ilk bakışta görmekte zorlanıyor insan. Namibya’da dolaştığımız sürece, denizde, karada ve havada toplam elli civarında bizim buralarda bulunmayan farklı cinsten hayvana rastlıyoruz. Aralarında ceylan, impala, dik dik, gazel ve öküz başlı antilop gibi birçok çeşit geyik; kudu ve oryx gibi sadece o yörede yaşayan eti yenen hayvanlar ve leopar, aslan, gergedan, fil, zebra, zürafa, balina, fok, atmaca gibi birbirinden ilginç yabani hayvanlar var. Aslında kendimi hep “şehir insanı” olarak tanımlamama ve safari yaparak vahşi hayvan kovalamaya çok da meraklı olmadığımı düşünmeme rağmen hayvanların her birinin kendine özgü bir özelliği veya şaşırtıcı bir öyküsü olması beni ister istemez merakla bir sonra göreceğim hayvanı beklemeye ve karşılaştıklarımı özenle izlemeye itiyor. Su içmeye gelen fillerin cilveleşmesini, zebraların sürü halinde hareket etmesini, gergedanın dakikada bir santim ağırlığında yürümesini görüyoruz ve gezinin vahşi hayvan izleme faslını gece vakti içerisine yerleştirildiğimiz bir kafesten önümüzde parçaladıkları zebra ve zürafayı yiyen aslanları seyrederek tamamlıyoruz.

Anlattığım tüm cazibelerine rağmen bence Afrika’da en olağanüstü güzellik, gökyüzü. Gökyüzü Afrika’da sanki yere daha yakın, daha alçak. Hele çölde… Kafanızı kaldırdığınızda gördükleriniz, bugüne dek alışkın olduğunuz gibi göğün sadece altında durduğunuz bir parçasını görme durumunun dışında bir şey; insan sanki mevcut olan tüm boyutlarıyla, bütün gizemleri ve karmaşasıyla evrenin tamamını görmüş gibi oluyor bir Afrika gecesinde gökyüzüne bakınca. Gündüzleri pürüzsüz, açık, dupduru, taptaze bir mavilik; sanki içindeki oksijeni gözlerinizle görebiliyorsunuz. Geceleriyse,  kadife bir kubbe, her yeri aynı kesintisiz karanlıkta. Sadece geniş ve derin değil aynı zamanda bizim buralarda alışık olduğumuzdan daha koyu renkte ve daha ışıl ışıl. Bu eşsiz kubbenin üzerinde milyonlarca yıldız adeta bir kovadan boşaltılmışçasına üstünüze başınıza dökülmeye hazır; nasıl olup da gerçekten yerlere akmadıklarına şaşıyorsunuz. Yıldızlar aklın almayacağı kadar çoklar. O kadar güzel ve çoklar ki nefes kesiyorlar ve insan kuzey yarıkürede alışkın olduğu yıldız kümelerinin yerine güney yarıkürede mevcut olan farklı yıldızları, kuzeyi gösteren kutup yıldızı yerine güneyi gösteren güney haçını veya küçük ayı ile büyük ayının yokluklarını ancak ikinci bakışta fark ediyor.

Sonra o silme yıldız dolu gökyüzü sanki kocaman ipek bir örtüymüşçesine insanın dört bir yanından sarkarak yeryüzüne doğru akıyor; dünyanın her köşesini sarıp sarmalıyor. Adeta dört köşesinden tutup düğümleyebileceğiniz bir bohça gibi… Bulunduğunuz yerde etrafınızı saran bu ipekten kumaşı yeryüzüne değen uçlarından tutarak bağlayabilecek ve böylece kendini ebediyen bir yıldız evrenine kapatabilecekmiş gibi bir his duyuyor insan. Hafifçe ürperip üşür gibi olduğunuz bir anda birden görünmez bir elin üzerinize örttüğü pırıltılı ve yumuşacık bir kadife yorganın ince şefkati sizi sarıp içinizi ısıtmış gibi bir his… Bir sınırı, çerçevesi yok göğün. Benim için derin bir nefes alarak bir süre hiç kıpırdamadan bu eşsiz görüntüyü seyretmek bir tür ayin haline geliyor yavaşça. Bir kez daha hafiflediğimi, arındığımı ve pozitif enerji dolduğumu hissediyorum. Anlatması zor; bir noktaya baktığımda gökyüzünün diğer tüm noktaları da beni sarmalıyor. Sanki ancak kendi eksenim etrafında dönerek tüm gökyüzünü aynı anda görürsem, bu harika gerçeğin hiçbir noktasını kaybetmeden, her köşesine ulaşarak yakalayabilecekmişim gibi bir hisse kapılıyorum.

Ve sanırım bugüne dek dünyanın dört bir köşesinde pek çoğunu gördüğüm halde yeryüzünün en etkileyici gün doğuşları ve gün batımlarını Namibya’da izliyorum. Çölde de, okyanusta da güneş doğarken ve batarken adeta yeryüzüyle sevişiyor. Renkleri tam olarak tanımlamak, ufkun gündoğumu ve günbatımında aldığı hali anlatmak hemen hemen olanaksız; “mavinin bildiğiniz tüm tonları ve pembeler ve morlar ve sarılar ve turuncular kat kat ve iç içe ve sürekli değişerek” desem, yetmeyecek… Kısacası sanırım ben galiba Afrika’da en çok gökyüzüyle aşk yaşıyorum çünkü göğün gün boyunca süren görüntüsü de güneşin doğuş ve batış anlarında oluşan büyülü görüntüden pek farklı değil; havanın netliği ve açıklığı, panoramanın genişliği ve derinliği görüntünün ıssız ve kurak doğaya rağmen eşsiz bir güzelliğe dönüşmesini sağlıyor. Gökyüzünün bu gerçeküstülüğü yeryüzünde de yansımasını buluyor; gecenin büyüleyici cazibesi gündüz de devam ediyor. Güneşin doğuşu hem bir ayinin tamamlanması gibi ağır ağır, sabırla ve usulünce hem de insanı şaşırtacak kadar birdenbire gerçekleşiyor; göz açıp kapayıncaya kadar, hiçbir zaman tam izlemeye gönlünce fırsat olmadan… İnsan her seferinde bir dahakinin hayalini kurarken yakalıyor kendini. En net hatırladığım, Namibya’da son günüm; sabah saatin beş buçuğu… Isı sıfır derece; eskimiş otobüsle toprak yollardayız yine. Yolun iki kıyısında kuru ağaçlar ormanı. Günün doğacağı yöne doğru gidiyoruz. Birden birisi “sol tarafa bakın” diye bağırıyor. Yangın gibi! Siyah ufuk çizgisinin üzerinde turuncu bir gök şeridi; biraz üstü sarı, biraz daha yukarısı menevişli mor, onun üzeri pembe; hepsinin üzerinde, tepede görülmemiş berraklıkta bir masmavi. Gözümün önüne bir gece önceki gün batımı geliyor. Güneşin iyice alçaldığı saatte gökyüzü ufuk çizgisindeki şurup kıvamında bir pembenin tam üstünden itibaren yoğun ve akışkan bir koyu mavi olmuştu, Attila İlhan’ın “elektrik yüklü” dediği türden. Ve sonra yıldızlar belirdiler teker teker. Şimdi güneş doğarken de tepemizde hala şahane yıldızlardan sona kalanlar, yani aslında güneşe rağmen görünecek kadar parlak ve yakın olanlar. Sanki tembellik etmiş de vakitleri gelince kalkıp gitmemiş gibi görünüyorlar. Güney haçının en parlak köşesi hala pırıl pırıl. Hemen yanlarında artık tükenmeye başlamış olan hilal şeklinde ay; ama yüzü kuzey yarı küredekinin tersi yöne bakıyor. (Aslında bunu aklımın bir köşesiyle belki de bilmeme veya mutlaka düşünsem akıl edebilecek olmama rağmen ancak dönüş yolunda uçak kuzey yarıküreye geçtikten sonra camdan görünen hilali görünce bilinçle algılıyorum. Namibya’daki gökyüzünün tüm detayları kafama bu denli işlenmiş olmasa belki de fark bile etmeyeceğim ama günlerdir başımın üstündeki eşsiz gökyüzü öylesine taze ki gözlerimin önünde, bizim dünyamızın tanıdık hilalinin güney yarıküredekine göre ters durduğunu ilk kez ve çok hoşlanarak uçakta algılıyorum.)

Eğer sırası gelir de bir gün ezber bozan “çöller ülkesi” Namibya’ya giderseniz, işte tüm bunları görüp yaşayacaksınız… Üstüne üstlük Sesriem Kanyonu’nu; Otjiwarango, Tsumeb ve Khoixas gibi birbirine benzeyen minicik kentleri; yerlilerin tahıl yerine tükettikleri süpürge otuna benzeyen mahangu (akdarı) bitkisini ve bundan damıtılmış olan içkiyi; havadaki nemle beslendiği için bin yıl yaşayan asfalt kılıklı welwitschia mirabilis çiçeğini de tanıyacaksınız. Sıtmaya yakalanmaktan korkacaksınız ve Yengeç Dönencesinin üzerinde olduğunuzu belirten bir tabelanın önünde bir an durup derin bir nefes alacaksınız. Ama hepsinden önemlisi Afrika’nın göbeğinde olacaksınız. Ve bileceksiniz ki, Afrika ile ilgili şaşkınlıklar çoğu kez beklentilerin hatalı olmasından kaynaklanır. Oysa çöl görmeye gittiğiniz bir Afrika ülkesinde kıyıya ulaştığınızda balinalara da rastlayabilirsiniz ve yeryüzünün bu en sıcak kıtasında gece vakti bir çölde kalmışsanız eğer, resmen donabilirsiniz… Kısacası, eğer bir gün Namibya’ya giderseniz, bu tezatlar diyarını sonradan her anımsadığınızda kendi kendinize “çöle gittim balina gördüm” veya “Afrika’ya gidip üşüdüm” deyip gülümseyeceksiniz. Ama asıl güzel tarafı, Namibya’da gecelerden bir gece gökyüzündeki sarkıp dökülen yıldızların ışıltısını mutluluktan sarhoş olarak izleyip onları yeryüzüne aktıkları noktada yüreğinize toplayabileceksiniz.

Güzin Yalın

Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır.

 

Yukarı