Ben Küba’ya gittiğimde mevsim bahardı… Mevsimlerin kışa hiç dönmediği tropikal bir ülkeden söz ederken böyle bir ifade kullanmamı yadırgayabilirsiniz ama ben bu söylediğimle havanın sıcaklığından farklı bir şeyleri kast ediyorum. Demek istediğim, ben sonradan Küba’yı ve orada coşkuyla yaşanan rengarenk hayatı hep baharı hatırlar gibi hatırladım çünkü galiba orada yaşamın ruhu, onca yoksulluğa rağmen her zaman bahardı. Sadece iklimi sayesinde değil, yıpranmış sokaklarından akan iyimser coşkuyla da bahar öykünmeleri taşıyan bir ruh kazandırıyor insana Küba.
Sanırım en iyisi, en baştan başlamak… Çünkü Küba, adını sıkça duyduğumuz için nasılsa bildiğimizi zannettiğimiz yerlerden birisi ama aslında hem mesafe, hem de kültür olarak bize çok uzak olduğu için hakkında öğrenilecek hala pek çok şey var. Küba, bildiğiniz gibi, bir Karayip adası. Florida ile Venezuela arasındaki Karayip Denizi’nde yer alan aşağı yukarı yedi bin tane adadan bir tanesi. Karayipler’deki bu adaların üzerlerinde yirmi beş civarında çeşitli büyüklükte bağımsız ülke veya sömürge yer alıyor. Küba, yöre ikliminin tüm nimetlerinden yararlanmış olan bu rüya adalardan en büyüğü olma özelliğini taşıyor. Bu adanın üzerinde yer alan ve cumhuriyetle yönetilen bağımsız Küba ülkesiyse, aslında tek bir adadan ibaret değil; Küba Adasının yanı sıra, Island of Youth ve birkaç tane daha küçük adadan meydana geliyor. Kristof Kolomb’un, Asya’nın zenginliklerini bulmak üzere gemiyle yola çıktığında, Hindistan’a ulaştım zannederek karaya ayak bastığı ilk yer Küba Adası. Kolomb buraya geldiğinde adada yaşayan yerli halk uygarlık açısından hiç de ilerlemiş durumda değilmiş. Değişik bir-iki ırk varmış ve bunların yaşam seviyeleri birbirinden farklıymış ama genel olarak, Avrupa’dakinden çok daha ilkel bir yaşam biçimi söz konusuymuş. Bunlardan Tainolar’ın adaya verdiği isim, “Caobana”, ülkenin bugünkü isminin de kaynağı. Yerli halk, genelde balık avlayarak ve avcılıkla geçiniyormuş ve herhangi bir teknolojik gelişmeye sahip değillermiş. İspanyollar Amerika’nın her yerindeki yerlilere ne yaptılarsa, Küba’dakilere de aynısını yapmışlar. Kübalı yerliler, istilacılara direnmedikleri için savaştan ziyade Avrupa kıtasından gelen hastalıklar yüzünden bağışıklık sistemlerinin çökmesi sonucunda zarar görmüşler ve kısa süre içerisinde adadaki yerli halk neredeyse tamamen yok olmuş. Onların yerine, yeni kurulan koloninin iş gücünü oluşturmak üzere adaya Afrika’dan köleler getirilmiş ve böylece zaman içerisinde İspanyollar, Afrikalılar ve yerliler birleşerek yepyeni bir “Küba milleti” oluşturmuşlar.
Bu durumun sonucu, beni Küba’da ilk çarpan ve en çok mutlu eden şeylerden birisi oldu: Kübalılar hiçbir ırk ayrımı kavramına sahip değiller. Hiçbiri orijinal görünümünü fazla kaybetmeden, her biri birbirinden alabildiğine farklı olmaya devam ederek ve var olan bu farkları neredeyse hiç algılamadan tek bir ırk halinde yaşıyorlar. Sizin gözleriniz maviyken benimkinin ela olması veya sizin boyunuz kısayken komşunuzun uzun boylu olması ne kadar doğalsa, bir Kübalı beyaz tenliyken kocasının siyahi olması veya yerli asıllı bir Kübalının en yakınının aslında aristokrat bir İspanyol aileden geliyor olması da o kadar doğal. İnsanların tenlerinin farklı renklerde olduğu Kübalıların fark ettikleri ve ilgilendikleri bir şey değil. Bu yaklaşımda, şüphesiz komünist rejimin insanların eşitliğine dair inancı da etkin ve nedeni ne olursa olsun, bu eşitlik durumu doğrusu insana önemli bir huzur ve ülkedeki yoksulluğu unutturacak bir ruh zenginliği veriyor…
Zaten Küba macerasını anlatmak için en iyi yöntem, öyküyü insanlarından giderek yapılandırmak galiba. Gezip gördüğüm ve yaşadığım onca ülkenin hiçbirisinde, orada tanışıp sonradan ömür boyu bu denli yakın ilişki sürdürdüğüm insanlar olmadı. Küba’da topu topu on gün kalmanın ardından şimdi düzenli olarak haberleştiğim, beni görmeye Türkiye’ye gelen, düğünlerine davetli olduğum, evimde ağırladığım, doğan çocuklarına altın taktığım, her vesileyle bana oradan hediyeler yollayan ve tek kelime İspanyolca konuşamadığım halde başka dil bilmeyen büyükleriyle ne yapıp edip mektuplaştığım bir “ailem” var. Ernesto ile oradayken tanıştık; ailesiyle birlikte bana sadece Türkiye’de görüleceğini düşündüğüm türden bir içtenlikle ülkelerini gezdirip gösterdiler. Ülkelerinin tarihini ve İspanyol kökenli kendi ailelerinin Castro’ya inanarak komünist saflara geçiş öyküsünü anlatılar. Ernesto, bize bir müzeye dönüştürülmüş olan Küba’nın en eski matbaasını gezdirirken, her zaman gülümseyen yüzüyle, dünyanın en doğal şeyinden söz edermiş gibi artık tarihi bir anıt haline gelmiş olan bu güzelim matbaanın nasıl devrimden önce kendi ailesine ait olduğunu ve babasının onu nasıl kendi elleriyle inanarak ve isteyerek devrimcilere teslim ettiğini anlattı. Kısacası, Ernesto ve ailesi bizimle yaşamlarını, sevinçlerini, kaygılarını paylaştılar; bizi kültürlerinin inceliklerine ortak ettiler. Sonra ben Küba’da rejimden ötürü çok büyük zorluk haline gelmiş olan bazı bürokratik detayların çözülmesine yardımcı olup onları Türkiye’de ağırladım. Ernesto İstanbul’da nişanlandı. Bir yıl sonra kız kardeşi Tania tekrar Türkiye’ye geldi ve burada tanıştığı bir Kübalıyla evlendi; evlendikten sonra yerleştiği İspanya’daki evinin girişine kendi ailesiyle benim ailemin resimleri yan yana asıldı. Şimdi ikisinin de birer çocukları var ve bir araya geldiğimizde Küba gecelerinin ışıklı hayalini keyifle tekrar tekrar yaşıyoruz; bazen kendimizi birbirimize öz akrabalarımızdan daha yakın buluyoruz. Burada kısaca özetlediğim bu öykünün çok olağan olmadığının farkındayım ama Küba’ya gidenlerin hemen kabul edeceği gibi, orada soluduğunuz havada böyle bir şeyi insana çok sıradan hissettiren bir büyü de var…
Küba’nın öyküsünün insanlar üzerinden yaşanıyor ve anlatılıyor olması, sadece benimki gibi kişisel vakalarla kısıtlı değil. Koskoca bir ülkenin tüm tarihi ve mevcut yaşamı da insan isimleri etrafında oluşmuş gibi sanki. Küba tarihinin hemen her aşamasını kendi ismiyle neredeyse özetleyen veya sembolize eden bir ünlü isim mevcut. Öyle ki, olan biteni anlamak ya da anımsamak için bu insanların isimlerinin geçmesi yeterli. Kristof Kolomb adaya Avrupalıları ulaştırmış; Velasquez burada bir koloni oluşturmuş; Jose Marti sömürgecilere karşı bağımsızlık mücadelesini başlatmış; Batista kurtuluştan sonra kurulan devleti ABD’nin uydusu haline getirmiş; Fidel Castro ona karşı bir komünist devrim gerçekleştirerek Küba’nın şu andaki rejimini, yaşam biçimini ve kimlik özelliklerini belirlemiş; Ernest Hemingway, bir süre yaşadığı ve ilham aldığı Küba’ya kendisinden bir şeyler katmakla kalmamış, dünyada fazla bilinmediği bazı yerlerde duyulmasına da neden olmuş ve Che Guevara (ille de Che Guevara) ülkenin her karış toprağına ve tüm Kübalıların kalbine ismini silinmemek üzere kazıyacak kadar bu insanlara ve onların kurtuluşuna gönül vermiş… Küba’da Che, haklı olarak özgürlüğün, cesaretin ve inancın sembolü haline gelmiş durumda. Hatta Che’ye duyulan saygı ve sevgi, Castro’ya duyulanı kat kat geçmiş bulunuyor. Sanki Küba aslında en az salsa, mambo, mojito ve daiquiri kadar, Che… Tanıştığınız erkeklerin yarısının ismi Ernesto, özellikle Havana’da Che’ye adanmış anıtlar ve onun adının verildiği binalar ve sokaklar o kadar çok ki, ülkede bir tür “Che ikonografisi”nden söz etmek mümkün. Oturduğunuz her kafede, restoranda ve barda gezgin müzisyenler gelip Küba ezgileri çalıyorlar. Hemen hepsi konserini Natalie Cardone’nin tüm dünyada meşhur ettiği, Che’nin öyküsünü anlatan “Hasta Siempre” ile bitiriyor. Bu çok iyi bildiğiniz, belki bin kere dinlediğiniz şarkıyı orada duyunca, öykünün ne kadar acıtıcı bir gerçek olduğunu fark ediyorsunuz. Che’ye, ona dokunacak, neredeyse o günleri onunla yüz yüze konuşacak kadar yaklaşmış gibi hissediyorsunuz kendinizi. Çok kötü ölmüş Che; çok genç, çok acımasızca, çok beklenmedik…
Güney Amerika’nın tümünü emperyalizmin pençesinden kurtarma uğruna verdiği mücadelenin bir parçası olarak (üstelik de gayet varlıklı bir ailenin hiçbir maddi problemi olmayan tıp doktoru oğlu olduğu halde) memleketi Arjantin’i terk edip Kübalılar ile omuz omuza savaşan ve daha sonra Bolivya için aynı şekilde mücadele ederken yakalanarak öldürülen bu karizmatik, dürüst, yakışıklı, akıllı, seksi, kültürlü ve ilkeli adama insanın içi sızlıyor aslında. Nasıl da inançlı ve naifmiş ve aslında nasıl da yok yere ölmüş… Bu söz sakın yanlış anlaşılmasın; tabii ki asla “nasıl da gereksiz bir şey için ölmüş” demek istemiyorum. “Nasıl da ölmeyebilirmiş; yakalanmayabilirmiş; kurtarılabilirmiş” demek istiyorum sadece. Aslında “devrimin tüm kadrosu ne kadar romantik, idealist ve dünyadaki ekonomik gerçeklerden habersizmiş” demek gerek belki de. Ama Küba’da, Che’nin yakalanmasıyla ilgili bir iç sızısı, akıllarda bir “nasıl oldu da yakalandı ve acaba kurtarılamaz mıydı?” sorusu hep mevcut gibi sanki. Belki de bu yüzden sokaktaki Kübalı ile yapılan her sohbette söz Castro’dan önce Che’nin büyüklüğüne ve önemine geliyor hep. Kim bilir, belki de Castro onu kurtarmak için gerçekten gereken her şeyi yapmıştır da, Che sadece bu kadar genç yaşta ve böyle dramatik bir biçimde öldüğü için bu kadar değer kazanmıştır Kübalıların gözünde. Bunu tam bilmek olanaksız; o yüzden en iyisi gün batımına karşı romunuzu yudumlarken duyduğunuz bu ezgi yüzünden gözleriniz yaşarıyorsa, buna direnmemek. Kızımın şaşkın bakışları altında ağlarken buluyorum kendimi… Başka bir neslin mensubu olarak, neler düşünüp hissettiğimi hemen anlaması mümkün değil; “çok genç ve yakışıklı olduğu için mi anne?” diyor. “Yoksa bambaşka bir hayatı seçebilecekken inandığı şey uğruna böyle gerçekten pişman olmadan ölmeyi kabul ettiği için mi?” “Uğruna savaştığı idealin bir türlü onun aklındaki gibi gerçekleştiğini göremediği için mi?” “Anne, Che ihanete uğradığı için mi ağlıyorsun?” “Evet”, diyorum “hepsi ve de üstelik ah, gençliğim!”
Aslında Küba’nın nasıl algılanıp yaşandığı tamamen bir hayata yaklaşım meselesi. Evet, gerçi bir yanda yoksulluk ve tarih boyunca yaşanmış acılar var ama herhalde doğru olan ruhlarına işleyen müzik ve dans aşkını yaşam biçimi haline getiren Kübalıların dünyaya bakış açısını benimseyip bu cennet Karayip adasının keyfini çıkartmayı bilmek. İşte Havana Club rom (ki mojito, daiquiri ve insanın canına can katan eşsiz daha nice lezzetin de kaynağıdır); işte Cohiba puro (ki en fazla bembeyaz elbiseli, bin yaşında şişman yerli kadınların ağzına yakışır ve yapılışıyla ilgili anlatılan öyküler gerçek olmadıklarını bile bile içinizi gıcıklar); işte ünlü Küba kahvesi (ki değme tiryakiyi bile sertliğiyle pes ettirebilir)… Sonra insana zaman kavramını ve gerçeklik duygusunu yitirtecek kadar kendine özgü, orijinaliyle ilgisi olmayan cıvıl cıvıl renklerde eski Amerikan arabaları ki, zamanın durduğu yerden kalmışlardır ve Kübalı mekanik ustalarının akıl almaz maharetleri sayesinde hala çalıştıklarına bakmayın; aslında hiçbir yere gitmeseler bile, içlerinde taşıdıkları gangster ve kumarhanelere dair eski zaman öyküleriyle zaten ölümsüzlüğe kavuşmuş durumdadırlar. Meydanlarda Buena Vista Club şarkıları dinlemek; başınızın niye döndüğünü tam anlamadan daha önce hiç denemediğiniz bir şey yapıp kahvenizin yanında puro içmek; içerideki yaşam coşkusu pencerelerden sıcacık Karayip gecelerine taşan barlarda hiç tanımadığınız adamlarla veya daha önce hiç görmediğiniz ve bir daha hiç görmeyeceğiniz inci dişli esmer kadınlarla salsa yapmak; akşamüstü yarı karanlık sokaklarda el örgüsü dantelli örtüler satan mağrur bakışlı kadınlarla sohbet etmek; ılık bir meltem altında oturduğunuz ağacın yapraklarını hışırdatırken kim bilir kaçıncı mojito’nuzu yudumluyor olmak… Tüm bunlar, Küba’yı Küba yapan, yoksulluğa rağmen mutlu olabilmeyi mümkün kılan ve asla kaçırılmaması gereken keyifler.
Küba’da önce Havana’ya gidiyorum. 1515’de Velasquez tarafından bir ticaret limanı olarak kurulduğundan beri, sadece ülke yönetiminin değil, yaşama sanatının ve kültürün de başkenti olmuş Havana. Bana genç ve zengin olduğu günlerdeki eski ihtişamını özlemeye bile yorulmuş olarak köşesine çekilen yaşlı bir kontesi anımsatıyor ama Havana bu haliyle de çok özel, çok güzel ve çok dayanılmaz olduğunu biliyor; başka yerlerde aynı duyguyu yaratan “eski” görüntüler gibi ölümü beklemiyor. Tersine, hayat dolu… Ne kolonyal dönemde sıcak ve rutubetli öğleden sonralarını şemsiye ve yelpazelere sığınarak geçirmeye çalışan kabarık etekli İspanyol hanımefendilerinin, ne de Batista döneminde Amerikan kültürüne öykünen dansçı kızların sevgilisi olan gangsterlerin ruhları yok olmuş değil çünkü; hem de kentteki genel fiziki görünümün bakımsızlığına rağmen. Binalar muhteşem, binalar çok güzel ve aslında hala rengarenk ama binalar yıkılmak üzereymiş gibi duracak kadar bakımsız ve solgun. Ne boyatacak para var onları, ne de tamir edecek imkan. Neredeyse yıkılmak üzereymiş duygusu veren bu kocaman evlerin her birinde artık birkaç aile birlikte yaşıyor ve merdiven aralıklarına gerilmiş olan iplerde çamaşırlar kuruyor. Ama duvarlara bir zamanlar yapılmış olan yağlıboya tabloların izleri, o evlerde yaşamış olan hanımların merdivenlerde hışırdayan eteklerinin yankısı, yeni açılacak bir kumarhanenin rantını paylaşmak için Avrupa’dan gelen en büyük babaların toplandığı odada pencere pervazlarına sinmiş olan öfke kırıntıları hala duruyor. En çok da Batista’ya karşı henüz yer altında savaşırken bu evlerin gizli odalarında saklanmış olan devrimci gerillaların hayalleri… Kısacası Havana, siz ona karşıdan bakarken dahi eskimeye ve hızla çökmeye devam ediyor olduğu duygusunu, sonsuza dek aynı vakur edayla yaşamayı sürdürecek olduğuna dair bir inançla aynı anda hissettiriyor insana.
Kent, Eski Havana, Havana Merkez, Vedado ve Miramar diye dört büyük mahalleye ayrılıyor. Yeryüzündeki tüm liman kentlerinin kanı kaynayan, yeniliklere ve kötülüklere aynı anda gebe, hayat dolu çekiciliğine sahip. Tahmin edileceği gibi, Eski Havana kentin tarihi bölümünü oluşturuyor. Burada en çarpıcı noktalardan birisi denizin kıyısı boyunca uzayıp zaman zaman Okyanusun hışımlı dalgalarıyla tamamen örtülen kordon boyu caddesi Malecon. Kenti bir kuşak gibi sarıyor ve üzerindeki, Hindistan cevizine benzedikleri için “coco” denilen üç tekerlekli yuvarlak sarı taksilerle çok hoş bir görüntü oluşturuyor. İçerisinde İspanyollara karşı direnişin öncüsü ve aynı zamanda ünlü “Guantenamera” şarkısının sözlerine dönüşen şiirin de yazarı olan Jose Marti’nin bir heykelinin de bulunduğu Parc Central, kafeleri ve ulu ağaçlarıyla kentin en önemli gezinti ve alışveriş caddesi olan Paseo del Prado, Havana katedralinin çoğu şimdi müze olan kolonyal evlerle çevrili meydanı Plaza del Cathedral bu mahallenin en önemli noktaları. Ayrıca mutlaka Batista’nın eski sarayında yer alan Museo del Revolucion, yani Devrim Müzesi’ne de gitmelisiniz. İnsan Havana’nın ara sokaklarında kendisini kaybedip hayal kurarken, Küba’da yaşam sanki hep eğlenceli olmuş gibi anlık bir yanılgıya çok kolay düşebiliyor. Bu müzede göreceğiniz bağımsızlık savaşı ve komünist devrimin gerilla savaşına dair bilgi ve görüntüler sizi kendinize getirecektir. Havana limanı ve hemen arkasındaki meydanda yer alan kafe ve restoranlar, yakında kurulan pazar, Havana Club Rom Müzesi ve liman yöresindeki Havana Çikolata Müzesi benim Eski Havana’da en çok keyfini çıkardığım diğer yerler. Ama bence Eski Havana’nın en ilginç adresleri, Ernest Hemingay’in Küba’daki günlerini geçirdiği mekanlar. Obisbo sokağındaki El Floridita restoran, Hemingway’in yaşadığı ve “Çanlar Kimin için Çalıyor?”un önemli bir bölümünü yazdığı Hotel Ambos Mundos ve yine Hemingway’in uğrak yeri olan ünlü bar/restoran La Bodeguita del Medio. Hemingway Küba’da yaşadığı dönemde, az miktarda yiyecek, çok miktarda mojito ve daiquiri ile yaşamış anlaşılan ve zamanının çoğunu bu restoranlarda geçirmiş. Onlar da bu duruma saygılarını had safhada gösteriyorlar ve onun oturduğu yerleri hala olduğu gibi muhafaza ediyorlar; hatta El Floridita’daki barda Hemingway’in bir bronz heykeli, onun her zaman oturduğu taburede oturmaya devam ediyor. El Floridita daiquiri’yi, La Bodeguita del Medio da mojito’yu hala onun sevdiği ölçülere göre yapıp sunuyorlar.
Havana’nın “Merkez” denilen bölgesinde, bence en ilginç yerler Partagas puro fabrikası ve Barrio Chino, yani Çin Mahallesi. Puro fabrikasını anlatmaya gerek yok; gördükleriniz kadar hayal ettikleriniz de size eşlik edecek zaten. Çin Mahallesi ise, otantik çehresi kadar Havana’da var olmasıyla da ilginç geliyor nedense. Ayrıca Washington’daki Capitol binası taklit edilerek yapılmış ve devrime kadar hükümet başkanlığı binasıyken şimdi Fen Bilimleri Akademisi olan El Capitalio, Büyük Havana Tiyatrosu ve bir zamanların en gözde buluşma yerlerinden olan Hotel Plaza da bu mahallede.
Havana’nın üçüncü önemli mahallesi Vedado ise, Batista döneminin renkli gece hayatının ve yeraltı yaşantısının merkezi olan La Rampa ile geliyor ilk aklıma. La Rampa, Kübalı yazar Guillermo Cabrera Infante’nin ünlü başyapıtı “Kapanda Üç Kaplan”da detaylarıyla betimlediği Havana gece yaşantısına sahne olan yer. Bana göre hala Havana’nın en önemli yaşam mekanlarından birisi olan güzelim Hotel Nacional de, Vedado’da. Bakımlı bahçesi ve otantik lobisindeki müze/kütüphane/barı ile güzelliğinin artık bozulmakta olduğunu makyajla örtmeyi başarmış bir kraliçeye benziyor. Romantik olmaya gerek yok; insan elinde olmadan baktığı her yerde Batista döneminin dekadan ve karanlık sosyal yaşantısının hayalini görüyor bu otelde. Vedado’ya gitmişken, önünde kuyrukların hiç eksik olmadığı Havana’nın ünlü dondurmacısı Coppelia’ya gitmek gerek. Coppelia’nın dondurması çok özel mi, bilmiyorum ama dondurma yemenin uğrunda bu kadar çok beklenen bir amaca dönüşmesi bana çocukluğumda Erzurum’a ilk dondurma makinesi geldiğinde beklediğim kuyrukları hatırlattığı için hoşuma gidiyor.
Kısacası Havana, hem tarih, hem doğa güzelliği, hem de yaşam keyfi konusunda benzeri dünya kentlerinden geride kalmadan alabildiğine canlı bir yaşam sürüyor. Ben Havana’dan, en az anlattığım diğer güzellikler kadar, Latin ezgileriyle harmanlanmış parçaların kendi özgün tarzını yarattığı caz kulüplerini; adeta bir sanat haline gelmiş, “Küba usulü grafitti” diye de adlandırabileceğimiz duvar resimlerini; meydanlardan birisinde bana tarot falı bakan geleneksel beyaz giysiler giymiş, eli purolu muazzam büyüklükteki siyahi falcı kadını; hiç beklenmedik bir yerde karşıma çıkan ve beni hayal edemeyeceğim kadar şaşırtan Atatürk büstünü; ilginç bir biçimde, uzak doğu ve Hindistan’daki sömürgelik yaşamış ülkelerin kolonyal mimari ve dekorasyonunda görülmeyen bir sadelik taşıyan evlerin loş tek odalı iç mekanlarını ve Havana Libre, Hotel Internacional de Cuba gibi bitmiş bir dönemin köhne tanıkları olarak yaşlı ve yıpranmış bir ihtişamın görüntülerini sürdüren otelleri de anımsıyorum galiba. Hatta bazen, “asıl keyif otellerdeydi galiba; bir dönemin karanlık hayatını, o fonda yaşanan çılgın ve yasak aşk maceralarını, kumar baronları ve mafya babaları fütursuzca kendi çıkarları peşinde koşarken gizli gizli ülkenin kurtuluşunu planlayan gerillaları ve hatta kolonyal dönemin cehennem sıcağında şeker kamışı tarlalarında sürünen kölelerini bile en iyi o otellerin lobilerindeki yapış yapış sıcağı biraz olsun dayanılır hale getirebilmek için air condition öncesi dönemden beri tavanda hafif bir gıcırtıyla dönen vantilatörler anlatıyordu” diye düşünürken yakalıyorum kendimi.
Büyük İspanyol ozanı Lorca’nın yaşamının bir bölümünü geçirdiği Havana için ünlü yazar Graham Green’in söyledikleri dudağımın ucunda, Küba’nın başka bir bölgesine doğru yola çıkıyorum: “Havana, içerisinde her şeyin mümkün olduğu bir kenttir”
Yolculuk, “Güneyin İncisi” lakabına sahip olan Cien Fuegos kenti üzerinden vaktiyle şeker pancarı tarımının ve dolayısıyla da kolonyal yaşam tarzının ve kölelik rezaletinin atan kalbi olan Trinidad’a. Cien Fuegos, küçücük ve şipşirin bir kent… İçerisinde zaman sanki 1800’lerde durmuş gibi; bana Türkiye’deki taşra kasabalarını hatırlatıyor. İspanyol kolonyal mimarisinin en güzel örneklerinden bir kısmına sahip olduğu için, 2005’ten beri UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde. Küba’daki diğer kentlerden önemli bir farkı var; buraya İspanyollar kadar Fransızlar da yerleşmiş. Bu yüzden kentin yaşamında hala bazı Fransız etkilerine rastlamak mümkün. Küba’da Batista’ya karşı ilk ayaklanan kentlerden birisi olduğu için onun askerleri tarafından bombalanmış olması kent halkının övünç kaynakları arasında. Görmüş geçirmiş, köhne fakat muazzam güzel bir Tiyatro salonu, küçük bir katedrali ve Küba’daki tek örnek olan bir Zafer Takı (Arco di Triunfo) var. Kahve molası verip UNESCO listesindeki bir başka Küba kenti olan Trinidad’a doğru tekrar yola koyuluyoruz.
Trinidad, 18. ve 19. yüzyıllarda şeker ticaretini elinde tutan zengin toprak sahiplerinin kenti. Kentin göbeğindeki Plaza Mayor meydanı, aynı zamanda tarihi merkez. Zengin ailelerin şeker kamışı tarımının en yoğun olduğu dönemde yapılmış olan malikane denilebilecek görkemdeki evleriyle çevrili. Şeker ticareti azalınca Trinidad önemini yitirdiği için kimse ne bu kentle, ne de binalarla ilgilenip yenilemeye kalkışmamış. Böylece de, o güzelim evler orijinal hallerinde kalabilmişler. İç mekanları Havana’dakilerden çok daha iyi korunmuş vaziyette; eşyaları ve duvar boyamaları bile tamamen yerinde durduğu için zaten çoğu müze. Üzerinde yer alan demir lamba direkleri, döküm İngiliz tazısı heykelleri ve üzerlerinde kocaman seramik süsler bulunan kolonlarıyla ünlü olan meydan, onu çevreleyen binalardan parke taşlar döşeli daracık sokaklarla ayrılıyor.
Trinidad’daki kolonyal evlerin çoğu ahşap kirişlerle tutturulmuş olan kırmızı kiremit damlara sahip. Kiremit renginden farklı fakat ona uyumlu pastel renklerde boyalılar ve ahşap kısımları da, yine bunlara uyan başka bir renge boyanmış durumda. İnsanın içini açan bir renk şenliği hakim daracık sokaklarda yani. Kapıları çoğunlukla alçıdan yapılmış süsler çevreliyor ve pencerelerde cam yok. Bu duruma şaşmamak gerek çünkü aslında iklimden ötürü cama gerek yok. Zaten pencereler bunun yerine küçük oymalı ahşap parçalardan oluşan ve barrotes denen bir tür parmaklıkla kaplı. Rengarenk boyanmış olan bu parmaklıklar, evin içerisinde hava dolaşmasını ve böylece içerinin serinlemesini sağlıyor. 19. yüzyıldan itibaren yerlerini demir parmaklıkların ardına yerleştirilen ahşap panjurlarla değiştirmiş olan bu ahşap parmaklıklardan geride kalmış olanlar kent mimarisinin en güzel inceliklerinden birisi bence. Kentin meydan dışındaki arka mahallelerinde evler malikaneler kadar ihtişamlı değil, doğal olarak. Buralarda penceresinden içeri baktığımız evlerdeki eşyaların birbirine benzerliğine, yalınlığına ve sayıca azlığına şaşmamak kolay değil doğrusu.
Plaza Mayor meydanının ilerisindeki tepede Kutsal Üçlü Kilisesi ve yanında Brunet Sarayı var ve kiliseye basamaklar haline getirilmiş geniş bir yoldan tırmanılıyor. Bu yol hep şenlikli, insanlarla dolu; kimi zaman satıcıların, kimi zaman da sokaklarda oynayan çocukların cıvıl cıvıl olduğu bir yer. Basamakların tepesine oturup gün batımını seyretmek ve kilisenin önündeki meydanda yer alan küçük kafe/restorandan aldığınız mojito’yu manzaraya karşı yudumlamak günün sonunda çok hoş bir armağan gibi. Zamanın durduğu bir yerdesiniz (insan zaten Küba’da sık sık zamanın yıllar önce durmuş olduğu duygusunu yaşıyor!); insanlar telaşsız bir tavırla yavaş yavaş evlerine yöneliyorlar, aşağılardan bir yerlerden, kentin içinden yavaş yavaş gecenin müziğinin tınısı gelmeye başlamış. İçinizde keyifli bir Küba gecesi daha yaşamaya başlamak üzere olduğuna dair sımsıcak bir his çünkü zaten kilisenin yanındaki dans salonu, Küba’nın en popüler dans mekanlarından birisi. Ayrıca Trinidad çok küçücük bir kent olduğu için, bir gecede bir çok mekana gitmek, bir bardan çıkıp diğerine uğrayarak her birinde ayrı müzikler dinleyip farklı insanlarla dans etmek mümkün… Ama gece hayatının tüm bu iddiasız zenginliğine rağmen, Trinidad’dan benim aklımda yine de kentin gün ışığında hali kalıyor çünkü sadece bir kaç yüz metre karelik bir alana kurulmuş olan tarihi Trinidad kenti, parke taşından sokakları, pastel renkli evleri, desen desen demir parmaklıklı pencereleri, meydanları ve saraylarıyla adeta bütünüyle bir müze niteliğinde.
Gördüğüm yerlerin hepsi cennet gibi. Hayat yavaş, keyif bol, iklim güzel, insanlar sıcakkanlı… Geçici bir süre için ülkeyi ziyaret edenlere Küba gerçekten unutulmaz anılar kazandırıp alışkanlık haline gelecek keyifler sunuyor. Ama bu ne kadar doğru olursa olsun, bir yanda Küba halkı bugün layık olmadığı bir yoksulluğu yaşamakta. Küba turizm furyasında pompalandığı gibi, cennet bir mekanda sürekli eşsiz bir iklim ve güzel kızlarla aşk ve dans değil sadece. Kübalılar iyimser, güler yüzlü ve cömert diye acıları yok değil. Sadece şu andaki yoksulluktan değil, tarihindeki pek çok olaydan da söz ediyorum aslında ama bugün Trinidad’da girdiğiniz bir süpermarketin fakirliği, para olsa bile alınabilecek ürünlerin böylesine kısıtlı olması ülkenin ekonomisi hakkında tüm gerçekleri bilseniz ve hiçbir beklentiye sahip olmasanız da içinizi sızlatabilecek nitelikte. Sadece ideolojik değil, ekonomik anlamda da en büyük desteği olan Sovyetler Birliği dağılınca, Küba gerçek bir yokluğun içerisine düşmüş. Her ne kadar bu durumdan yavaş yavaş sıyrılmaya çalışıyorsa da, sabun gibi bir temel ihtiyaç maddesi veya çikolata gibi bizim yokluğunu düşünemediğimiz bir lezzet Küba’da hala lüks durumunda. Aslında oteller turistler için yaratılmış vahalar olarak, temel ihtiyaç maddelerinde yokluk kavramından epeyce uzaktalar. Şeker kamışı ihracatı tamamen durup turistlerden gelen ekonomik girdi çok büyük önem kazanınca, uluslararası zincirlerin Küba’da otel açmasına ve özel sektöre ait lokantalar kurulmasına izin çıkmış.
Bir dönem ülkede benzin bulunmadığı için (bu size bir şey hatırlatıyor mu?) Ernesto’nun okula gidebilmek için her gün nasıl otuz kilometre yolu iki kez yürüyerek kat ettiğini içim sızlayarak dinliyorum ve tabii artık bu bilgiye kavuştuktan sonra, şehirlerarası yolda ellerinde ulaşmaya çalıştıkları hedef kentin adı yazılı olan kağıtlarla bir yandan yürürken bir yandan da otostop yapmaya çalışan insanları görünce şaşırmıyorum. Aslında yaptıklarına otostop denmez pek çünkü bindikleri taşıtın ücretini ödemeye hazırlar; yeter ki, onları alacak bir taşıt bulabilsinler. Kent içi ulaşımda da, görünüm çok iç açıcı değil; Havana’da toplu taşıma “deve” adı verilen kamyondan bozularak yapılmış, panzer görüntüsünde araçlarla gerçekleştiriliyor ve insanların bu araçlara görevli yardımıyla itilerek istiap haddini haydi haydi aşacak şekilde tıkıştırılmasını görmek insanın içini karartıyor. Kafamı kaldırıp etrafa bakınca, nasıl güzel bir kentte olduğumu, ne kadar farklı keyiflerle dolu bir kültüre tanıklık ettiğimi hatırlayınca, kendi kendime, “bu kadar kusur kadı kızında da bulunur” diyorum; “zengin sanayi kenti Tokyo’daki metronun durumu çok mu farklıydı sanki?”
Kübalılar, işte tüm bu zorluk ve yokluklara rağmen hemen hiç yakınmayan, mutlu ve huzurlu insanlar. Başka komünist ülkelerde gördüğüm karanlık bakışları ve mutsuz yüzleri burada görmüyorum. Bu rejimin, önceki ABD emperyalizmi döneminden çok daha iyi olduğunu düşünüyorlar ve Kübalı olmaktan ve böyle bir devrimi gerçekleştirmiş olmaktan gurur duyuyorlar. Haksız da değiller çünkü ülkenin bu saydığım sorunlarına karşılık, pek çok temel meselesi de çözülmüş durumda. Bir kere, Küba nüfusunun hemen tamamı okuryazar. Eğitimin daha üst düzeyleri de büyük ölçüde halledilmiş vaziyette; özellikle tıp eğitimi, dünya çapında bir kaliteye ve şöhrete sahip. Ayrıca, barınma ve sağlık gibi temel ihtiyaçlar da, tüm komünist ülkelerde olduğu gibi Küba’da devlet tarafından veya devletin büyük desteğiyle karşılanıyor. Ama burada önemli olan, nelerin “temel ihtiyaçlar” olduğuna karar vermek için kullanılan ölçütler. Örneğin Ernesto ve kız kardeşi İstanbul’a geldiklerinde, günün büyük bir bölümünü banyoda geçiriyorlar çünkü duştan sıcak su akması, ülkelerinde bulamadıkları bir lüks! Ne biçim çelişki, değil mi? Tüm bunlar, büyük ölçüde bilinenlerin tekrarı oldu diyorsanız, haklısınız. Bu konuda bir gözlemimi daha belirtip daha çok duyduğunuz, daha iyi bildiğiniz “başka bir Küba”ya götüreyim o zaman sizi. Küba’da kaldığım sürede hiç dilenci görmedim. Sizden çikolata isteyen küçücük çocuklar bile, vermeyeceğinizi anlayınca hemen geri çekiliyorlar. Arsızlık asla söz konusu değil yani. Tersine, Kübalılar son derece onurlu ve sizi ağırlamaya çok hazır insanlar. Hırsızlık olmadığı için kilit kavramının da pek bulunmadığı bir ülke olarak kapıları pencereleri hep açık yaşıyorlar ve pencereden içeri eğilip evlerine bakmanıza hiç ses çıkarmadıkları gibi, sizi böyle ilgili görünce, kahve içmek için mutlaka içeriye de davet ediyorlar.
Benim Küba maceram böyle… Hak etmediği bir yoksulluğa mahkum edilmiş olsa da geçmişiyle barışık, gerçekleştirdiği devrimle gururlu, yaşamın akışıyla uyum içerisinde ve gelecekten umutlu bir ülke Küba. Aklım hala bu seferlik pek fazla göremediğim ünlü plajlarında kalarak ve damağımda hala kızarmış muz, guava ve ananaslı tavuğun vazgeçilmez tadıyla ayrılıyorum salsa ülkesinden… Uçakta, daha sonra uzun bir süre yapmaya devam edeceğim bir şeyi ilk kez yaparken buluyorum kendimi: herhangi bir işin ortasında birden bire durup o anda Havana’da kaç kişinin Katedral Meydanında daiquiri yudumlayarak salsa yapanları seyrettiğini, aynı anda hangi barlarda “Hasta Siempre”nin çalınmakta olduğunu, ara sokaklarda ellerindeki kağıt külahlarda yer fıstığı satmaya çalışan çocuklarla önlüklerinin cebinden kendi elleriyle sardıkları puroları tek tek çıkartarak satan yaşlı kadınların birbirleriyle neler konuştuğunu düşünüyorum ve içten içe tekrar değişmek için kaynamakta olan bu güzelim memleketi merak eden herkese, Castro öldüğü için ülkenin çehresi herhalde tamamen değişmeden gidip görmelerini tavsiye ediyorum…
Güzin Yalın
Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır.