Şaşırtıcı Güzellikler Ülkesi İtalya’dan Çok Özel Bir Köşe; Puglia

2 Eylül 2022

Keyifli bir günün ardından daldığım derin, doygun uykumu isteye bile sonlandırıp hevesle gözlerimi açıyorum. Yattığım yerden baktığımda bana ilk “günaydın” diyen şey üst üste yığılan taşlarla örülmüş, gittikçe daralarak sivri bir noktaya ulaşan konik tavan. Tepesinde bir yerlerden içeriye sızarak yansıyan ışık huzmesi odanın ortasında oyunlar oynuyor. Aynı taş döşemenin aşağıya doğru devam edip iki yanımdan duvar olarak inişini izliyor bakışlarım ve odamdaki en kuytu köşede, kireç boyalı bir oyuğun içine yerleşmiş olan taş masanın üzerindeki taze begonvil dalında duruyor. İçinde uyandığım, tek bir penceresi olan bu küçücük oda boyundan bosundan beklenmeyecek kadar hem aydınlık ve ferah hem de serin. Beynim hemen yüklendiği bilgileri işlemekte olan bir bilgisayar edasıyla çalışmaya başlayıp, hazırlıksız yakalandığı için olsa gerek, bana acilen yanlış bir sonuç sunuyor; kendimi “Harran’ın konik evlerinden birinde” zannediyorum uyku sersemliğiyle. Oysa hiçbir Harran evinde uyumuşluğum yok; üstelik bal gibi biliyorum, Urfa’da Harran Ovasında değil İtalya’nın Puglia bölgesinde Alberobello kentindeyim. Bu sadece uzun zamandır aklımı meşgul etmiş bir benzerliğin yarattığı bir yanılsama. (Benim kadar çok gezip benim gibi üst üste farklı yerlerde uyanınca, bir gece önce nerede uyuduğunu anımsamak bazen böyle bir iki saniye sürebiliyor maalesef!) Gerçeği hatırlar hatırlamaz beni buraya getiren sürecin öyküsü seriliyor gözlerimin önüne; yüzümde mutlu bir gülümsemeyle maceranın başına dönüyorum.

Bir Akdeniz ülkesinde doğup yaşadığım için dünyanın birçok yerinde güneyli sayılsam da aslında Türkiye’nin güneyi ile herhangi bir ailevi bağım yok benim; Türkiye ölçülerinde “güneyli” değilim yani. Ama nedense duygusal bağlamda böyle bir yakınlığım fazlasıyla mevcut; kendimi bildim bileli aklım fikrim hep güney coğrafyalarında. Bu durum ilk kez en tasasız erken gençliğimde ailemle gittiğim Mersin’de sevdalandığım acı pembe zakkumlar yüzünden de olabilir; anılarım arasında hala özel bir yere sahip olan Adanalı platonik çocukluk aşkım sayesinde de…   Belki Mezopotamya’ya dair efsanelerden birisini ilk okuduğumda başlamıştır, belki de Antakya’da yaşlı bir teyze ile kırk yıllık arkadaşlar gibi birlikte kıkırdayıp dedikodu yaparken; bilemem…  Ama neden ve nasıl olursa olsun, ben tüm dünyada güney ellerini, sıcakkanlı “güney” kavramını ve güneye dair doğa, sanat ve kültür gerçeklerini hep sevmiş, gizemli bulmuş, özlemişimdir… Bunca yıldır gezip gördüğüm, tanıyıp yaşadığım yerler arasında diğerlerinden daha fazla aklımda kalanlar da çoğunlukla güneylidir zaten ve Harran Ovası’nda zamanın yüzlerce yıl önce durduğu bir köydeki konik evler ile Mardin’in insanı daha ilk bakışta başka bir dünyaya ışınlayan panoramik kent görüntüsü bunların başında gelir. Mardin’in karşı koyulmaz büyüsünü, daha gidip kendisini görmeden, bir derginin kapağında ilk kez rastladığım resmi sayesinde ta yüreğimde hissetmişimdir ben ve Harran’da farklı zamanlarda yaşadığım güzellikler dünyada hiçbir şeyle değişmeyeceğim kadar gönlüme değmiştir.

 

Puglia macerası da bu merakım sayesinde başladı zaten. Algım bu çok sevdiğim yerlerin benzerlerine açık ve aynı türden başka güzelliklerin arayışı içinde olduğu için yakın coğrafyadaki başka bir ülkenin güneyinde bu görüntülerin benzerlerini keşfetmem çok uzun sürmedi ve de İtalya çizmesinin ucunda yer alan Alberobello ve Matera kentleri epey bir zaman önce görülecekler listemin başına yerleşti. Uzun süredir, birisi Harran’ın sanki başka bir dünyaya ait olan konik evlerine, diğeri Mardin’in içinde kim bilir ne öyküler taşıyan özgün taş yapılarına ikiz olan bu iki şehri görmek için yanıp tutuştum. Bu kentlerin yaşadıklarını merak ediyordum; kültürlerini izlemek, şarkılarını dinleyip yemeklerini tatmak istiyordum; buralı insanlar tanıyıp sevmek istiyordum. Bir sürü nedenden yıllardır bu konuda gecikip durdum ve sonunda geçtiğimiz bayram, önceden yapılmış bütün gezi programlarını temizleyip yolumu Puglia’ya (ya da Latince ismiyle Apulia’ya) çevirdim.

Aslında İtalya’nın güneyi bilmediğim bir yer değil ama yıllar yıllar önce buralara ilk geldiğimde ne Alberobello ve Matera’dan haberim vardı, ne de hatta Harran ve Mardin’i görmüşlüğüm… O geziden aklımda sadece nadir rastlanan güzellikte bir denizin keyfi ile gözlerimi acıtan bir güneşin dünyayı cayır cayır yaktığı bir günde, bembeyaz kireç boyalı evlerinin önüne koydukları alçacık taburelere oturmuş dantel ören, tepeden tırnağa simsiyah giysili yaşlı dul kadınlar kalmış. Bu ikinci görüntü sanırım beyaz kent Ostuni’dendi; ya da ben öyle hatırlıyorum çünkü anlattıklarım otuz beş yıl öncesinden… Gerçi çok daha yakın zamana ait bazı başka imgeler de yok değil aklımda. Ferzan Özpetek’in en sevdiğim filmi Serseri Mayınlar’ın inanılmaz derecede dingin ve aynı zamanda son derece canlı dekorunu oluşturan Lecce kentinden görüntüler gibi mesela. Kısacası, bu seyahate çıkarken gözlerimin önünde gerçek ve sanal anılardan bir sürü sahne ve hayalimde sadece resmini gördüğüm büyülü yerlerin daha gitmeden nefesimi kesen görüntüleri var; beklentim büyük yani… Üstelik bu kadar ertelenmiş tüm gidişlerin ortak derdi olan, sonunda bulduklarımı uzun zamandır rüyasını gördüklerimle birleştiremeyip hayal kırıklığına uğrama korkum da cabası…

İtalya çizmesinin topuğuna doğru yolculuğum liman kenti Bari’den başlıyor. Ve sonraki günlerde bu küçük alanı zikzaklarla bir baştan bir başa geçip gönlüme takılan yerlerde duraklayarak devam ediyor. Mesafeler yakın olduğu için herhangi bir yetişip ulaşma telaşım yok; bu yüzden de yolda karşıma çıkan hoş sürprizlere rahatça zaman ayırabiliyorum. İlk geceyi Alberobello’da geçireceğim ama giderken uğramak istediğim, birbirine benzer ve hepsi kendine göre farklı birkaç küçük kent var. Ortaçağdan kalma beyaz taş sokakları ve çiçek saksılarıyla süslü balkonları insana huzur vaat eden, cıvıltılı meydanlarından mis gibi taze pişmiş kahve kokuları yayılan, çok “Akdenizli” ufacık kentler. İlk durağım Adriyatik denizi kıyısında, denizden yirmi metre yükseklikteki kalker kayalar üzerine yerleşmiş Polignano a Mare. Ta iki bin dört yüz yıl önce Neapolis adında bir Yunan kenti olarak kurulmuş. Ardından Romalı olmuş; hatta İmparator Trajan’ın ünlü Via Traiana yolunu içinden geçireceği kadar önem kazanmış. Bugün ise biraz tembel ve uykulu, biraz olgun ve bilge; kızgın Akdeniz güneşinin altında iyice pişip kıvam tutarak, taş sokakları üzerinde tarih boyu birikmiş olan yaşam pırıltılarını yansıtıyor. Roma döneminden kalan Porta Vecchia kapısından geçerek ulaşılan “eski kent” merkezinde beni minnacık bir meydan, onu çevreleyen çılgın renklerde çiçeklerle bezeli lokanta ve kahvehaneler, tarihi bir saat kulesi ve birbirinden ilginç, küçük, iddiasız kiliseler bekliyor. Ortaçağ kentlerinin karakteristik planına sahip olan şehrin arka sokaklarında dolanırken kaybolmak çok kolay ama bu hiç de kötü bir şey değil. Çünkü yolunuzu bulup tekrar minik meydana çıkmaya çalışırken yanlışlıkla sapacağınız sokakların sizi beklenmedik güzelliklere götürmesi garanti. Özellikle de bu noktadan sonsuz gibi görünen denizin eşsiz manzarasını aniden önünüze seren üç panoramik terastan birine ulaştınızsa. Polignano a Mare’nin üzerinde kurulduğu kayalar sadece Adriyatik’in göz alabildiğine uzanan eşsiz çini mavisi görüntüsünü böyle yüksekten görmenizi mümkün kılmakla kalmıyorlar, aynı zamanda şehirde bir başka çok ilginç özellik daha yaratıyorlar. Bu kayalar plaj vasfı olamayacak kadar yüksekler ama aralarında saklanan minicik bir koyda bu kıyıların belki de en güzel plajı var. Sanki birileri bir yerlerden kum ve çakıl taşıyıp bu kuytuya yerleştirerek özel bir köşe yaratmış gibi görünen ve mavi bayrak sahibi pırıl pırıl bir denizi olan bu doğal plajın en ilginç yanlarından birisi onu çevreleyen kayalardan denize atlayarak yamaç dalışı yapılabilmesi. Hatta bu atlayışlar, kentin önemli geleneksel eğlencelerinden birisi haline gelmiş durumda; Polignano a Mare uluslararası dalış yarışmalarına ev sahipliği yapıyor. Ve de tabii üstelik bu kumsal, kentin tarihi meydanına sadece yürüme mesafesinde. Plajdaki kalabalığa karışmanız için üzerinden deniz manzarasını seyrettiğiniz kayalık tepeden aşağıya inerek birkaç yüz metre yürümeniz yeterli. Kale duvarı gibi gözüken kayaların üzerine yerleşmiş olan şehri karşıdan bir manzara gibi izlediğiniz noktanın hemen altında, kıyıda, denizin içindeki mağaraların yanıbaşında balıkçı tekneleri; arkanızda kalan kara tarafında da basit ama birbirinden nefis balık yemekleri yiyebileceğiniz salaş kıyı lokantaları sizi bekliyor. Çünkü aslında bir yandan da balıkçıların hala sandallarıyla kürek çekerek denize açıldığı bir balıkçı kentindesiniz.

Ben sanırım Polignano a Mare’nin en çok kızgın Akdeniz güneşi altındaki neredeyse uyuşukluğa varan sakinliğini seviyorum ve kent ile denizin birbirleriyle iç içe geçerek yorgun doygun sevişmesini. Şehrin bu sakin duruşu bende tembelce gerinip bundan böyle yaşamı tamamen farklı bir tempoda sürdürmek niyetiyle bu yüzlerce yıllık taş meydanın bir köşesine ilişiverme isteği yaratıyor. Sonra bana kendimi başka bir zamanda hissettirmesini ve bir tiyatro dekorunda dolaşır gibi o zamanın sokaklarında dolaşmama izin vermesini seviyorum bu kentin. Vittorio Emanuele II meydanına ulaşınca oturup soluklanmak için bir kahve içmeyi çok seviyorum bir de; kahvemin yanında sunulan kakaolu kurabiyeleri seviyorum. Ama konu yiyip içmeye gelince, bu kentten asıl aklımda kalan yiyecek dondurma oluyor. Kentin girişindeki ana caddelerden birisinde yer alan, ödül sahibi ünlü dondurmacı Gelateria Caruso, efsane haline gelmiş İtalyan dondurmasının en lezzetli örneklerini, biraz fazla süslü ama son derece ferah bembeyaz bir mekanda sunuyor ve eşsiz mangolu dondurmasını yemeden Polignano a Mare’den ayrılmamı imkansız kılıyor. Üstelik her ne kadar en ünlüsü Caruso ise de kentin onlarca benzer türde dondurmacısı daha var. Herhangi bir tanesinde dondurma yemek, bu kentin  gözde sosyalleşme biçimlerinden biri gibi görünüyor. Başka şehirlerin yaz akşamlarında barların veya pub’ların önünde karşılaşacağınız türden neşeli bir kalabalık, burada günün her vaktinde hatta ortalığın kızgın güneş altında yandığı öğlen saatlerinde bile, dondurmacıların önünde birikmiş gibi sanki; gençler kuyrukta bekleyerek ve ellerinde dondurma külahlarıyla kaldırımlara oturarak sürdürdükleri keyifli bir sohbetin içinde kaybolmuş görünüyorlar. Bense, dondurmamı da yediğime göre artık başka bir şehre doğru yola çıkabilirim gerçi ama son bir mola daha verip şehrin sembollerinden birisi haline gelmiş olan ünlü şarkıcı Domenico Modugno’nun heykelini ziyaret ediyorum… 1958 yılında İtalya’ya Eurovision şarkı yarışmasında birincilik kazandıran şarkısı nedeniyle doğum yeri olan bu minik kentte neredeyse bir kahraman olarak kabul edilen Domenico Modugno, kentin kıyısına dikilen bu heykel sayesinde ölümsüzlüğe kavuşmuş bulunuyor.  Doğal olarak, dudaklarımda Modugno’nun hem kentini hem de kendini meşhur eden ünlü şarkısı ile ayrılıyorum bu güzelim yerden; “Volare, cantare…/Nel blu dipinto di blu…/Volare…”

Doğrusu, Alberobello’ya ulaşıp otele yerleşmeden önce gezdiğim kentlerin hepsi birbirinden sevimli ve huzurlu. Ama size öyküsünü aktardıklarıma, bir de özel olarak Locorotondo’yu eklemek isterim. Itria Vadi’sindeki en güzel kentlerden birisi olan Locorrotondo da Akdeniz’in tipik keyiflerini içinde taşıyan; benzerlerini Girit veya Bodrum’da görebileceğiniz türden begonvil ve sardunyalarla bezeli evleri olan bir minicik kent. Burada rastladığım beyaz kireç duvarlar üzerine oya gibi işlenmiş, pembe mor kırmızı, bol çiçekli güzellik sayesinde Locorrotondo sadece bu yörenin değil, tüm İtalya’nın en hoş kentlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Kent merkezinde yerler fildişi rengi mermer taşlarla kaplı. İnsan bu meydanda dolaşırken kendini sokakta değil de bir evin bahçesinde, müstakil bir alanda yürür gibi hissediyor. Meydana ulaşınca, önce yörenin el sanatlarını sergileyen minicik bir dükkana giriyorum. İçeride, dışarının yanan sıcaklığına zıt, eşi bulunmaz bir serinlik ve gözlerimi acıtan güneşe inat, rahatlatıcı loş bir ışık beni karşılıyor. Satılmakta olan tüm dantel ve oyaları elleriyle dokuyan dükkan sahibi hanım ve ben bir süre olmayan İtalyancam ile sohbet ediyoruz; kentin genel ahvali hakkında bir sürü şey öğreniyorum. Ardından, Vittorio Emanuel II meydanında oturup (evet, nedense bu yöredeki kent meydanlarının çoğunun ismi bu!) benim evimin bahçesinden az büyük bu meydanın bir köşesindeki Roma döneminden kalma kemerli kent kapısını gözetleyerek buralarda çok tüketilen köpüklü tatlı şaraptan minik yudumlar alıyorum. Bir yandan da bu diyarların, gün epey ilerlediği halde hala ortalığı kavuran güneşe hiç aldırmayan bu keyfini nasıl bu kadar çabuk benimsemiş olduğuma şaşıyorum… Ve düşünüyorum; günlük hayatımda bugüne dek laf olsun diye kullandığım birçok klişeden bir tanesi burada inanılmaz ölçüde gerçeklik kazanmış durumda: Zaman sanki durmuş gibi… O kadar ki birazdan karşımdaki köşeden, etrafını saran asker ve refakatçi kalabalığıyla kentin üç yüz yıl önceki feodal lordu dönüverirse hiç şaşmam. Zira bana şu anda sanki buralarda bildiğimiz gerçekliğin dışında pek çok şey mümkünmüş ve başıma gelecek hiçbir şeyi tuhaf bulmamam dünyanın en doğal tavrıymış gibi görünüyor. Hatta kendimi, geldiğinde Lord hazretlerini masama davet edip kendisiyle bu coğrafyayı çok sevmek üzerine bir sohbet yapmayı düşlerken yakalıyorum; zaman ve mekanın, içinde bulunduğum noktası işte bu kadar gerçekliğin dışında! Zaten üzerime bu yöre insanının siesta ruhuna yakışır bir yavaşlık çöktüğünden mi, yoksa gezdiğim her minik kente aynı oranda aşık ola ola artık buraları iyice benimsediğimden mi bilinmez, epeydir gördüğüm hiçbir şeye fazla şaşmıyorum ve mesela bu kentteki güzelim birçok kiliseden birisinde karşıma çıkan gerçek sanat eseri tavan tasarımına “bu Allahın taşrasında, böyle minicik bir kentte bu kadar güzel bir mimari örnek ne arıyor?” demeyi de aklımın köşesinden bile geçirmiyorum!

Doğrusunu isterseniz, rastladığım bu güzellikler karşısında neredeyse asıl niyetimi unutarak Arborobello’da bir trullo’ya ancak bölgenin sunduğu tüm keyifleri tatmayı tamamladıktan sonra yerleşiyorum. Ama hemen belirtmem gerek, kendimi nihayet bir trullo’nun içinde bulunca da bir an için tüm dünyayı unutuyorum…  Trullo, külah biçimi kubbe damlı konik evlere bu yörede verilen isim ve aslında bu trullo’lar (ya da İtalyancadaki çoğul haliyle trulli) sadece Alberobello’da değil tüm bu yörede mevcutlar ama Alberobello bir zamanlar yalnızca bu evlerden oluşan bir köy olduğu için hala İtalya’da konik ev denince ilk akla gelen yer oluyor. İşte ben de nihayet, sözün başında size aktardığım yerde, Puglia’nın Harran evlerine benzer özgün yapılarının arasındayım. Geceyi geçireceğim, otele dönüştürülmüş külah damlı evdeki odama girdiğimde bir süre sadece yüzlerce yıllık bir tarihi içime çekerek ve gözlerime çevremdeki yalın güzellikle bayram ettirerek oturup kalıyorum. Sonra ilk yaptığım şey, beni buralara kadar getiren benzerliği gözden geçirmek oluyor.

Arkeolojik bulgulara göre, Alberobello ve Harran tarzı konik evler, binlerce yıldan beri yapılagelmiş. Gerçekleştirilen kazılarda Musul, Tiflis ve Kıbrıs gibi birkaç yerde daha benzerlerine rastlanmış ve tabii hiç şaşmamak gerek, “arı kovanı” adı da verilen Harran’daki bu evlerin aynıları, Şam yakınlarında da mevcut. Bir de, belki aradaki fiziki ve manevi mesafeyi göz önüne alınca bu kez biraz şaşmak gerek, bu “arı kovanı” evlerden İskoçya’da var. Puglia’nın konik evleri 1500’lerde yapılmaya başlanmış; Harran’dakilerin tarihi ise sadece iki yüz yıl civarı.  Tevatür muhtelif ama trullo’ların ortaya çıkış nedenleri hakkında en çok anlatılan öyküye göre, evlerin yapılış biçimi, vergi memurlarını aldatıp merkezi yönetimin uyguladığı vergilerden kurtulmak üzere geliştirilmiş. Bu toprakların sahibi olan feodal lord köylülere, temel kazmadan ve aralarına harç koymadan, yığma usulüyle yaptıkları evlerini vergi memurları geleceği zaman söküp yok etmeyi öğretmiş; memurlar gidince evler yeniden yapılırmış. Bu yöntemle Alberobello’nun devlet kayıtlarına yerleşik bir yaşam alanı olarak geçmesini engelleyen Lord vergi ödemek zorunda kalmıyormuş. Toprağa zaten sahip olamayan garibim köylülerin bu çilesi uzun zaman sürmüş. Ama sonunda Alberobello’yu bağımsız bir kent kimliğine kavuşturup feodal serf durumundan çıkmayı başarmışlar. Böylece köylüler kendi topraklarında kendi tarımlarını yapıp gerektiği kadar vergilerini ödeyerek evlerini her seferinde yıkılıp yeniden yapılmaktan kurtarmışlar.  Bugün modern tarzda birçok eve de sahip olan Alberobello’da konik evler başlıca iki mahallede toplanmış bulunuyor ve bu evleri sadece fazla maddi olanağı olmayan aileler, içinde yaşamak için kullanıyor. Toplamda bin taneden fazla olan evlerin önemli bir bölümü dükkan, kültür merkezi, lokanta, otel ve benzeri mekanlara dönüşmüş durumda.

Bildiğim kadarıyla Harran’daki konik evlerin böyle eğlendirici bir hikayesi yok. Ama orada da başka çok keyifli detaylar var. Örneğin, evlerin yapımı için kullanılan malzemeler şüphesiz bulundukları her coğrafyada en rahat ulaşılabilenler olmuş. Bu yüzden, Puglia’da kireç taşı kullanılırken Mezopotamya’da, topraktan yapıldığı için tuğla tercih edilmiş. Ama bu toprak öyle bildiğiniz toprak değil! Harran’ın olağanüstü gizemli atmosferine ve geçmiş Harran uygarlığının incelik dolu ihtişamına uygun olarak aktarılan bir bilgiye göre aslında en eskiden Harran’da evlerin malzemesi toprağın bol miktarda gülyağı ile karıştırılmasından elde edilirmiş! Bu bilginin doğruluğunu kanıtlamak mümkün değilse de inanmak işime geldiği için ben ilk duyduğumda inanmayı seçmiştim tabii ve gözlerimi kapatıp kendimi mis gibi gül kokan bir eski zaman evindeki yaşamın içinde hayal etmiştim. Zaten Mezopotamya efsane ve söylencelerin memleketi olduğu için burada nasılsa gerçekle hayal çok sık birbirine karışıyor; benim de payıma bu hayal düştü diyebiliriz! Aslına bakarsanız, aralarından seçebileceğim çok daha eğlenceli başka gerçeküstü öyküler de yok değildi; buralıların inancına göre Harran’ın konik evlerinde yaşayan tavukların daha çok yumurtladığı ve atlarla köpeklerin çok daha uysal olduğu gibi. Bu evlerde yiyecekler bozulmuyormuş mesela ve yöre halkı tüm bu söylediklerimin batıl inanç olduğunu asla kabul etmiyormuş!

Bildiğiniz gibi, Harran evleri çamur sıvayla örtülü ve üzerlerine badana yapılmamış. Buna karşılık, trullo’lar kireç ile boyalı. Bu durum iç mekanlarda da aynı. Sonuç olarak, Harran boz çamur ve toprak rengi; Alberobello beyaz badanalı ve daha parlak. Dolayısıyla, aşağı yukarı aynı özelliklere sahip coğrafyalarda oldukları ve çok büyük benzerlikler taşıdıkları halde Alberobello doğrusu çok daha ferah ve bakımlı izlenimi veriyor; beyaz renk temizlikle, çamur rengi toz toprakla bağdaştırıldığından buradaki evler daha temiz ve daha rahatmışlar gibi duruyor.  Aynı kızgın Akdeniz güneşi Alberobello’yu pırıl pırıl parlatırken, Harran’ı bir sarı sıcakta tüttürüp mayalandırıyor da diyebiliriz; Harran’da Mezopotamya dokusu, Alberobello’da Avrupalı bir Akdeniz esintisi yani! Öte yandan, belki de tam bu yüzden Harran çok daha otantik, çok daha ilk kurulduğu günkü gibi görünüyor; Alberobello ise çok daha turistik. Bu durum sadece görüntü değil yaşam pratiğinde de aynı. Harran’daki dokuz yüz atmış ev de koruma altında ama henüz sadece bir tanesi turistlerin görebilmesi için onarılıp müze haline getirilmiş. Zaten Harran bir köy; otel falan yok. Oysa Alberobello küçük bir kentin tüm nimetlerine sahip ve buradaki bine yakın evin birçoğu ticari amaçla kullanılıyor.

Trullo’larının Harran evlerinden farklı başka bazı özellikleri de var; bir kere Harran’dakilere göre biraz daha sivri olan damlarının tepesinde yer alan kireç toplar sayesinde uzaktan sanki peri bacalarına da benziyorlar. Sonra, siyah taşlardan yapılma bu damların üzerinde kireç boyayla çizilmiş, dini veya batıl anlamları olan bazı işaretler var. Bu çizimler kimi zaman tılsım gibi korunmaya yönelik, bazen de sadece sevginin veya doğanın sembolleri. Onlara, görüntülerinin ötesinde ezoterik manalar yükleyen kaynaklar da mevcut. Kimse tam ne anlam taşıdıklarını tam olarak bilmiyor galiba. Ama kökenleri ve anlamları ne olursa olsun, siyah taşın üzerindeki bu bembeyaz çizimler, güneşin altında parlayınca çok hoş bir görüntü oluşturuyorlar ve zaten çarpıcı olan kente bir de gizemli hava veriyorlar. Üstelik büyük olasılıkla evler kadar eski bir tarihi olmayan bu gelenek, bir yandan evleri ve dolayısıyla tüm kenti süslerken bir yandan da binayı yapanın yeteneğini ve evin sahibinin dini inancını ile maddi gücünü gösteriyor.

Sonuç olarak, tabii ki bu farklar teferruat… Ona bakarsanız, zaten her iki kent için de konik evleri dışında anlatılacak daha bir sürü şey var; Alberobello’nun minik meydandaki geceleri ışıl ışıl aydınlatılan kilise ve kent özgürlüğüne kavuştuktan sonra nihayet harç kullanılarak yapılan ilk “gerçek” bina  Casa D’Amore veya Harran’da dünyanın ilk üniversitesi sayılan Harran Okulu’nun ve şehir surlarının  kalıntıları gibi. Ama oralara gidenler bunları nasılsa görür; bence asıl önemli olan bu iki kentte yaşadığım güzel duyguların yakınlığı. Evet, Harran ihmal edilmiş; Alberobello pırıl pırıl. Harran neredeyse unutulmuş; buna karşılık Alberobello ziyarete gelenlerle dolu, cıvıl cıvıl. Ama bu yüzden Harran daha gerçek, Alberobello çok daha yapay ve turistik. Bütün bunlar doğru ama ne birinin ne de diğerinin hiçbir hali insanın kendini her ikisinde de başka dünyalara ulaşmış gibi hissetmesine engel değil. Alberobello’da kendini zaman zaman bir masal kentinde zannediyor insan; hep gülümseyen, hiçbir derdi tasası olmayan gerçek dışı bir kentte. Trullo’lardan yapılmış dükkanları, evleri, müzesi ve hatta kilisesiyle minik bir masal kent… Her şey sanki oyuncak gibi. Ana yolda yürürken karşınıza ekip halinde yürüyüş yapan Şirinler çıksa veya bacasından duman tüten bir trullo meğer 7 Cücelerin eviymiş dese birisi, hiç şaşmazsınız… Buna karşılık, Harran çok daha gerçek duygusu veren bir kent ama bakmayın siz onun bu haline… Aslında o da bir masal kenti fakat bir çocuk masalından ziyade tarih öncesine ait bir söylencede anlatılan bir masalın mekanı. Daha ağır, daha olgun, daha mütevekkil sanki; insan orada uygarlıkların beşiği olan bu toprakların tüm keyfini ve eza cefasını aynı anda hissedebiliyor.

Gördüğünüz gibi, Alberobello’ya gitmek sadece orada olduğum için değil, aynı zamanda bu sayede benzer bir başka kentin büyüsü de yeniden canlanıp aklıma düştüğü için beni kolayca alıp bulunduğum diyarın ve zamanın dışına götürdü. Mutluluğumun asıl nedeni bu galiba. Ne yapalım, bu gezi böyle; içinde olduğum mekan ve durumlardan kaçma gezisi… Bundan sonraki ilk durağım bir masseria yani Puglia bölgesindeki büyük geleneksel kır evlerinden birisi.  Masseria’ların çoğu Bari ve Birindisi kentleri arasındaki kıyıya yakın bölgede yer alıyor; hatta bu kıyıya bazen “masseria sahili” bile deniyor. Genellikle tarım, zeytincilik ve şarapçılık yapılan çiftliklerin içerisinde yer alıyorlar. 16. ile 19. yüzyıllar arasında inşa edilmişler ve zamanında korsanlara ve “Türk” istilacılara karşı korunma amacıyla kale gibi de güvenlikli hale getirilmişler. Çoğu takvim yapraklarındaki manzaraları ansıtan güzellikte kır manzaralarının içerisinde yerleşmiş olan bu mekanlarda bugün bir yandan tarımsal üretim devam ederken bir yandan da konaklama hizmeti veriliyor. Manduria’da, gelenekselliği bozulmadan en basit biçimde konforlu hale getirilmiş olan böyle bir çiftlik evinde kalıyorum. Filmlerde gördüğümüz türden bir görüntünün içindeyim.  Bulunduğum ortam o kadar gönlümü ferahlatıyor ki ne masseria’nın mutfağında verilen yemek dersleriyle, ne yakındaki eşsiz plajlarla ve hatta ne de tadı damağımda kalan muazzam lezzetli ve muazzam otantik yemek ve şaraplarıyla fazla ilgilenemiyorum. Daha ziyade etrafımı izlemekle meşgulüm. Ve sonunda geriye, aklımın bir köşesinde bir dolu inanılmaz doğallıkta ve güzellikte resim kalıyor; ömür boyu bakmaya doyamadan sayfalarını çevirip duracağım bir mutlu günler albümü gibi… Terracota döşeli avlularda Akdeniz’e özgü kocaman karınlı yeşil zeytinyağı şişeleri; karşıda duvarın önünde saksı vazifesi gören eski bakır bir kazan; en olmadık yerde karşıma çıkan ve kiminin içinde kurutulmuş çiçekler, kiminde de seramik şamdanlar bulunan çeşit çeşit kuş kafesleri; irili ufaklı, eskili yenili sepetler; boy boy eski şarap küpleri; el örgüsü dantel perdeler… Bir köşede, eski bir tahta dolabın üzerinde öylece bırakılıvermiş gibi duran hasır bir şapka; yanında eski çerçevelerde sararmış gelin damat resimleri; kim bilir hangi hayatın yıllar evvelde kalmış mutlu serüvenlerini anlatan siyah beyaz aile pozları… Odamda beyaz kireç boyalı kalın taş duvara dayalı cibinlikli yatağım ve başucumda çinko kovalar içinde taze toplanmış kır çiçekleri. Döndüğüm her köşede çiçek açmış, boyumun iki misli kaktüsler ve bir de ev yapımı reçel kavanozlarının içinden süzülerek bana ulaşan şeftali pembesi, incir moru, kayısı sarısı ışık huzmeleri. Belki bir köşede kalın seramikten, sapı kırılalı çok olmuş bir kahve kupasının içinde bir dal sardunya; yanında, çatlaklarında Allah bilir ne öyküler gizleyen, emekliye ayrılmış bir mavi emaye çaydanlık… Aslında tüm bu rastgele bırakılmış gibi duran objelerin asıl ilginç olan tarafı, gerçekliği; taşıdığı yüzyıllık yaşam izleri yani. Kızgın öğlen güneşinde gözlerimi yakan bembeyaz duvarlara sarılmış çığlık çığlığa begonviller sonra, bir duvara asılı ateş kırmızısı kurutulmuş kapya biberler ve zeytin ağaçları ve asmalar ve Akdeniz güneşi ve Akdeniz güneşi…  Bir incir ağacının gölgesindeki hasır sandalyede oturmuş kitap okurken karşımdaki narın dallarında asılı duran kavanozdan yapılmış fenerleri fark ediyorum ve anlıyorum ki eğer ömür boyu burada kalmak istemiyorsam yarın erkenden başka bir kente doğru yola çıkmalıyım zira bir gün daha oyalanırsam ayrılmak çok güç olacak!

Ben de kalkıp Ferzan Özpetek’in kenti Lecce’ye gidiyorum… Şehre girişim tam bir macera şeklinde gelişiyor. Dünyanın yarısından fazlasını gezmiş, yıllardır İstanbul denen koca karmaşanın içinde yaşayan ve insanın aklını karıştırmalarıyla meşhur Fez, Rio, New York veya Kahire’de kaybolmak şöyle dursun başkalarına yol gösteren ben, üstelik de günlerdir benzer ortaçağ kentlerinde gezip durmuşken, hap kadar Lecce kentinde kayboluyorum; hem de tam iki saat yolumu bulamamacasına… Aslında kaybolan ben değilim tabii, arabanın üstün teknolojiye sahip otomatik rehberi. Garibim rehber ne de olsa insan yapısı bir düzenek olduğundan, sarmal biçimde inşa edilmiş bir ortaçağ kentinin sokak düzenini algılamaktan aciz kalıyor ve kentin en alakasız yerinde, kalacağım otele en uzak köşede pes etmeye karar vererek yapay metalik sesiyle aradığım adrese ulaştığımı bildirip kendini devre dışı bırakıyor! Bundan sonrası, ona güvenip yanıma harita almadığım için kendi kendimle kavga eden ben ve Lecce’nin tüm yolları… Çünkü Lecce’nin sokakları salyangoz biçiminde, sarmal gibi; hiçbir sokak hiçbir başka bir sokağa çıkmıyor, hiçbir sokak hiç bir başka sokakla net bir biçimde kesişmiyor ve hiçbir sokağın köşesinden bir sonraki sokak görünmüyor. Üstelik Güney İtalya’nın hemen her yerinde olduğu gibi burada da sokak tabelaları namevcut; eser miktarda var olanların da üzerleri badana ile boyanmış! Ve de günün bu saatinde insanlar ve yol sorabileceğim taksiler siestada… Ama sonunda nihayet aradığım adrese ulaştığım zaman, merkeze daha yakın, daha kolay bulunur  bir otel seçmediğim için kendimle yapmakta olduğum kavga şıp diye kesiliveriyor; daha ilk bakışta, geldiğim yerin çektiğim azaba değdiğini anlıyorum. 1419 yılında yapılmış bir adet hisar kulesinde kalacağım zira.

Torro del Parco kulesi on sekiz yaşındaki Taranto prensi Giovanni Antonio Orsini del Balzo tarafından yaptırılmış. Prens, ölünceye kadar kulenin hemen yanında inşa edilmiş olan sarayında yaşamış. Yakın zamanda restore edilip otele dönüştürülen bu kule bugün olduğu gibi Rönesans dönemi boyunca da kentin sembolüymüş. Bir süre bir hapishane (daha doğrusu zindan) olarak da kullanılmış ve eskiden çevresinde bir hendek ve hatta o hendekte de Del Balzo’ları korumak için yerleştirilmiş bir ayı ailesi varmış. Otelin odaları, kalenin yıkılan bazı yapılarının yerine neredeyse iki yüz yıl sonra inşa edilmiş manastırdan kalan binaların içinde. Doğrusu Lecce’de kaldığım süre boyunca en az kentten aldığım keyfe eş bir keyfi de bir otel tabelası bulunmayan, kapısından ancak zilini çalıp oda numaramı söyleyerek girebildiğim bu tarihi kulede kalmaktan, bir ortaçağ mekanının koridorlarında gezip dolaşmaktan, odalarında  uyumaktan ve mahpusların bazı duvarlarda hala duran el yazılarında yüzlerce yıl önce bir zamana dokunabilmekten alıyorum. Kuleyi manastır binasına bağlayan ve bahçeden taş merdivenlerle tırmanılan terasta akşamüstü oturup bir içki içerken, kendimi tepeden baktığım yerlerin bir zamanlar sahibi olan prens gibi hissedip önüme serilen Lecce’yi, garip bir “kanatlarımın altında koruma” içgüdüsü ve sanki bu gerçekleşmiş gibi sonsuz bir iktidar duygusuyla seyrediyorum. Sonra, daha bu halime gülmem bitmeden bu kez manastırın bahçesindeki dev yeşillikler arasında kaybolmuş olan iç avluda dolanırken buluyorum kendimi. Bu sefer de gelsin, kentin sosyal karmaşasından pek de haberdar olmayan bir ortaçağ leydisinin kapalı kapılar ve yüksek duvarlar ardındaki yaşamına dahil olmalar; buna dair hayaller kurmalar… Saray dedikoduları, Leydinin perde arkasından katıldığı iktidar mücadeleleri; sürekli bir saldırıya uğrama, kaçamama, öldürülme korkusu ve ortaçağda bir kadının aslında çok zor ve kısıtlı yaşamına ortak olup tıpkı onun gibi, hiç değilse duvarların dışında yaşanan sefaletten uzak olduğuna şükretmeler…

Kentin benim sevgili kulemin dışında kalan bölümlerine gelince, “Güneyin Floransası” diye de anılan Lecce, her şeyden önce barok mimari stilde yapılmış binalarıyla güzel. Yunan kaynaklarına göre kenti kuran Messapii’ler Girit asıllı. Tarih boyunca başta Roma imparatorluğu olmak üzere, burada bir süre yerleşmemiş,  kenti istila etmemiş veya yolu Lecce’den geçmemiş pek fazla Avrupa kavimi yok gibi; geçmişi bugünkü sakin doygun haliyle kıyaslanmayacak kadar renkli ve hareketli yani.  Kaybolma krizini atlatıp kenti iyice öğrendikten sonra görüyorum ki, burası sokaklarında ve meydanlarında hayat cıvıldayan, son derece hareket ve keyif dolu bir şehir. Pek çok İtalyan kenti gibi bir katedrali ve bu katedralin üzerinde yer aldığı bir Piazza Duomo’su var. Önce gerçekten insanı şaşırtacak güzelliklerle dolu Basilica di Santa Croce kilisesine gidip gözümü ve gönlümü şenlendiriyorum; sonra da kentin tarihi merkezindeki meydanın tam ortasında bir adet Roma amfitiyatrosu, daracık sokaklarının arasında aniden karşıma çıkan minik piazza’lar ve bir sürü süslü palazzo arasında dolanıp duruyorum. Sonunda oturup keyif yapmak için ben de herkes gibi, ortasındaki sütunun üzerinde kentin koruyucu azizi Oronzo’ya ait bir heykel bulunan Piazza Sant’Oronzo meydanını seçiyorum. Bu sütun, Roma’dan buraya gelen tarihi Appian yolunun bitişini belirleyen iki sütundan da birisi. Meydan akşamüzeri siesta saati bitip dükkanlar yeniden açıldığında canlanıp hayat kazanıyor; geceleri rengarenk ışıklandırması ve gösteri yapan müzik gruplarıyla daha da canlı oluyor. Burada, kahvemle birlikte yörenin artık pek alıştığım dondurmasını ve hamur işi tatlarını tadabileceğim tipik taşra pastanelerinden birisini kendime mekan edindikten sonra gün boyu çevredeki tüm ilginç noktalara “akmam” çok kolay. Kentin hemen bütün yolları buraya açılıyor; hem ortaçağdan kalma labirent gibi sokaklar hem de son derece modern alışveriş ve piyasa caddeleri. Ve tabii bu yollarda hazinelerle dolu antikacılar, en ünlü İtalyan markalarını bulabileceğiniz şık butikler, kapılarında sizi koca göbekli patronların şahsen karşıladığı küçük ve sevimli lokantalar…

Lecce’yi iki gün doya doya yaşamak benim için uzun zamandır tanışmak istediğim bir uzak akrabayla nihayet hasret gidermek gibiydi. Kayboldum, yolumu buldum, yedim içtim mutlu oldum, Lecce’lilerle sohbet edip sorular sordum; kentte her dakikanın tadını ayrı çıkarttım… Ama ne yalan söyleyeyim, sonuçta bu kentin macerasında belki de her şeyden çok kaldığım otelden keyif aldım; tıpkı Puglia gezisinin tüm diğer duraklarında olduğu gibi. Alberobello’daki  trullo, Manduria’daki maseria, Lecce’de kentin tarihi kulesi Torro del Parco ve nihayet Matera’da Sassi mağaraları…

Evet, nihayet Matera… Her şeyden önce belirtmem gereken, Matera’ya ulaşınca artık Puglia’dan çıkarak Basilicata bölgesine geçmiş olduğum. Aslında bu sadece idari yönden anlamı olan bir bilgi çünkü tabii Basilicata bölgesi de coğrafi olarak bitişiğindeki Puglia’nın özelliklerini taşıyor. Ama ben şimdi sizin tüm bu bilgileri bir yana bırakıp gözlerinizi kapatarak söylediklerimi hayal etmenizi istiyorum: Bir vadide, bu mevsim fazla suyu kalmamış bir nehrin kıyısındasınız. Çevrenizde pek bir kentleşme alameti görünmüyor. Başını kaldırdığınızda, ama tıpkı bir gökdelene bakar gibi dimdik kaldırdığınızda, karşınıza kocaman yüksek kayalar çıkıyor ve bu kayalık alanın tepesinde zeminin rengine karışmış; çok eski olduğu ilk bakışta anlaşılan; kilise kuleleri, birbirine yaslanmış evleri, daracık sokakları, küçük avluları, bahçe duvarlarıyla tam tekmil bir kent duruyor! İşte şimdi Matera’dasınız; Mardin’e bir ikiz kardeş kadar benzeyen boz rengi ortaçağ kentinde. Tıpkı Mardin gibi bir tepenin üzerinde kurulu Matera ve aynı onun gibi kendine özgü boz rengi taşlardan yapılmış binalarla dolu. Yani benzerlik gerçekten şaşırtıcı; sanki Mardin minarelerini saklayıp yerlerine çan kuleleri yerleştirerek bir hatıra resmi çektirmiş gibi! Ama bu kentte asıl ilginç olan bu ilk bakışınızda belki gözünüze çarpmayıp sonradan fark edeceğiniz, şehrin üzerinde yer aldığı kayaların içindeki mağaralar. Hemen önünüzde sizi o mağaralara çıkartacak oradan da daha yukarıya, en üstte kentin Katedral meydanına ulaştıracak merdivenler var. Ya da tersinden gidersek, kent merkezinde sıkça karşınıza çıkan daracık ortaçağ merdivenlerinden herhangi birini takip ederek aşağıya, tepenin eteğine inseniz; bu mağaraların kıyısında durduğu akarsuya ulaşırsınız. İşte şimdi de benim bugüne dek gördüğüm en çarpıcı yerlerden birinde, Sassi di Matera’dasınız. Yani “Matra’nın Taşları” adı verilmiş olan mağaralarda. Üstelik yukarı doğru çıktıkça azalmakla birlikte, kentin sıradan görünen evlerinin çoğunun da bu oyuklara ön yüzler inşa edilerek yaratılmış, aslında içi mağara olan yapılar olduğunu fark edeceksiniz. Coğrafi olarak oldukça ilginç bir yer Sassi di Matera ama asıl farklılık içinde yaşanmış olan hayatlardan ve mağaraların yakın tarihteki öykülerinden kaynaklanıyor. Böyle tarihte içinde yaşamak için kullanılmış mağaraların, Mardin’de, Kapadokya’da ve dünyada birçok başka yerde daha var olduğunu, hatta bazılarının hala benzer amaçlarla kullanıldığını biliyorum ama ilginç olan şu: Sassi mağaralarında süren yaşam, büyük olasılıkla zannedeceğiniz gibi ilk veya bilemediniz ortaçağda kalmış değil; günümüzden elli-atmış yıl kadar yakın bir tarihe dek neredeyse tarih öncesi zamanların akıllara ziyan ilkelliğinde süregelmiş…

Sanırım en iyisi bu kentin öyküsünü en başından anlatmak. Evet, işte burası Matera; uzun süredir merakımı gıdıklayıp rüyalarımı süsleyen kent. Kıyısında kurulduğu nehrin adı Gravina, ki muhtemelen siz de bencileyin kendisini daha önce hiç duymamışsınızdır. Matera, hem bir UNESCO Dünya Kültür Mirası hem de 2019 yılında Avrupa Kültür Başkenti olmak üzere seçilmiş olan kent. II. Dünya Savaşında Almanlara karşı savaşan ilk İtalyan kenti çünkü baskıya boyun eğmemek Matera’nın ruhunda var; yüz yıllar önceki daha eski bir tarihte de isyan çıkartıp kenti yöneten feodal lordu öldürmüşlüğü var Matera’lıların. Yani hareketli bir yaşantıya alışkın; eski çağlardan beri istilalar, isyanlar, depremlerle boğuşup durmuş bir kent. Tepenin üzerindeki kent ortaçağdan, eteklerindeki mağaralar da ilk çağlardan kalma görüntülerle dolu olduğu için başta İsa’nın yaşamını anlatanlar olmak üzere, birçok tarihi filme dekor vazifesi görmüş. Ama yine de öyküsünün en ilginç bölümü yakın tarihte. Çünkü Sassi di Matera tüm bu özelliklerine ilaveten bir de tarihe “İtalya’nın Utancı” olarak geçmiş bir yer. Ünlü aktivist yazar Carlo Levi’nin faşist yönetime karşı olduğu için Mussolini tarafından sürgün olarak gönderildiği güney İtalya’da yaşadıklarını anlatan kitabı İsa Eboli’de Durdu’da yazdıklarına göre, o dönemde Sassi mağaralarında insanlık suçu sayılacak bir yaşam, dünyanın hiç de haberi olmadan sürüp gidiyor. Levi şöyle anlatıyor bu mağaralarda gördüklerini: “O karanlık deliklerde birkaç parça içler acısı eşya gördüm; yerde köpekler, koyunlar, keçiler ve domuzlar yatıyordu… Her yerden çocuklar çıkıyordu; sıcak ve toz toprak içinde çırılçıplak veya paçavralara sarınmış olarak dolaşan, gözkapakları kıpkırmızı ve şiş olan çocuklar… Ve yüzlerinde yaşlı insanların bilge suratları, sıtmadan sararmış ve tükenmiş halde, bedenleri açlıktan iskelete dönüşmüş bir biçimde… ” Daha sonra filmi de yapılan kitapta Levi’nin tarif ettiği trahom, sıtma, dizanteri gibi hastalıklar bu mağaralarda yaşanan hayatlarının olağan bir parçası. Çocuk ölümü oranı %40’lara ulaşıyor. Elektrik, su ve kanalizasyon olmayan mahallede, otuz küsur metrekarelik bir mağarada en az on-on iki kişilik bir ailenin, hayvanlarıyla birlikte yaşadığını düşünürseniz, tablonun vahameti daha net bir şekilde ortaya çıkıyor; “ilkel” diyorsam, gerçekten ilkel yani. Doğal olarak, böyle bir ortamda herhangi bir eğitim veya kültür faaliyetinden söz etmek de ancak kötü bir şaka olabilir. Zaten İtalya’nın bugün gören herkesi hayran bırakan bu yöresi o zamanlar böylesine akıllara ziyan bir sefaletin içinde olmasa, Mussolini buraya Carlo Levi gibilerini sürgün göndermez, onun yerine buradaki kentlerden birisinde kendisine şık bir yazlık yaptırırdı herhalde! Levi’nin 1945’de yayınlanan kitabında yazılanlar sayesinde önce İtalya’nın, sonra da dünyanın Sassi’deki çağ dışı yaşamdan haberi olmuş ve bu konuda yapılan yayınlar ve duyurular sonucunda, İtalya’nın yüzkarası haline gelmiş olan Sassi mağaralarının sakinleri modern çağın gereklerine sahip olan evlere yerleştirilmiş. Böylece boşalan mağaralar onlarca yıl kendi haline terk edilerek yıkılıp çökmeye başlamış; uyuşturucu müptelaları ve fuhuş endüstrisi doğal olarak bu köhne yıkıntıları mekan edinmiş. Ve nihayet önce evsiz işgalcilerin, ardından da sanatçılar ve marjinal bohemlerin mağaralara yerleşip ev ve atölye olarak kullanmaya başlamasıyla Sassi di Matera yavaş yavaş korkulu bir yer olmaktan çıkıp yeniden hayata dönmüş. Bugün tüm bölge rehabilite edilip toparlanmış durumda;  daha ziyade restoran, dükkan, müze ve otellere dönüşmüş olan mağaralarda artık farklı bir yaşam tüm canlılığıyla sürüp gidiyor.

Şimdi hadi gelin ben size bu mağaralarda kaldığım oteli anlatayım da, böylesine güzelim bir kentten ağzınızda Sassi’nin kasvetli hikayesinden gelen kötü tatla ayrılmayın. Önce şunu hatırlatmama izin verin; dünyanın yarısından fazlasını gezdim ve zaman ve zemine göre bazen olabilecek en ucuz pansiyonlarda veya çadırlarda, bazen de 7 yıldızlı otellerde kadım. İstasyon banklarında sabahlamışlığım da var, saraylarda ağırlanmışlığım da. Ama hayatımda Sassi di Matera’da kaldığım mağara otel kadar farklı, keyifli, güzel, etkileyici bir yerde çok az konakladım. Biliyorum, dünyanın başka yerlerinde de birçok mağara oteller ve lokantalar var; Kapadokya’daki peri bacalarının içinde yer alan ve benim de bayıldığım mekanlar başta olmak üzere. Ama Sassi mağaralarında uyurken insan sadece çok uzak bir geçmişten günümüze kadar ulaşan şaşırtıcı bir ortamda veya doğanın olağanüstü ilginç bir harikasının içinde kalmış olmuyor. Daha çok, “kendinden önce kim bilir ne hayatların yaşandığı” bir atmosferi solumuş oluyor. Neredeyse bir parçası olabileceği kadar yakın bir zamanda, akıl almaz bir sefalet ve mutlaka bir o kadar da çok farklı bir sürü mutluluğun birlikte yer aldığı bir yerde, bu konuda dinlediği tüm öyküleri kısacık bir sürede baştan yaşamış oluyor sanki; o mağaradaki geçmiş hayatlara (ve hayaletlere!) dokunduğunu hissediyor ister istemez. Uyurken yanı başınızda daha önce bu “odada” uyumuş olan bir minicik kızın hayali duruyor sanki; uyandığınızda karşınızda, o günlerden kalmış, onarılıp temizlenip otel mağaranıza geri yerleştirilmiş yüz yıllık bir dolabın üzerinde, daha üç yaşındayken dizanteriden ölmüş bir oğlancık oturmuş size bakıyor; nasıl olmuşsa burada yaşadığı halde ölmeyip yaşlanmayı başarmış bir teyzecik sizi korkularınızdan korumak için sabaha kadar kapınızda bekliyor. Ya da siz öyle hissediyorsunuz!

Aslında belki derdimi tam anlatabilmek için odamı size daha detaylı tarif etmeliyim: Büyük ve ferah bir mağarada kalıyorum. Otelin sayıları yirmiyi geçmeyen farklı büyüklükteki tüm odaları böyle mağaralardan oluşuyor. Mağaram duvarlardaki oyukların içine yerleştirilmiş kocaman mumlarla aydınlanıyor. Penceresi yok ve demir kollarla kapanıp kilitlenen, yüz yıllık bir tahta kapısı var; kapının orijinal siyah demir anahtarının boyu yirmi santim kadar. Ortalıkta teknolojik nitelik taşıyan hiçbir şey yok. Aslında klima, radyatör, lamba, sıcak su akan musluklar, saç kurutma makinesi; o zamanlar burada hayale bile gelemeyecek ne kadar konfor aracı varsa tümü mevcut tabii ama onları görmek mümkün değil, hepsi bir yerlerde saklı… Isı, resepsiyon olarak kullanılan mağaradaki merkezi sistem kumandasından kontrol ediliyor; mevcut olan az sayıda lamba mumlardan ayırt edilemeyecek görüntüleriyle göze çarpmayacak yerlere yerleştirilerek, olağanüstü bir atmosfer yaratılmış. Görünürde her şey tıpkı o zamanlardaki gibi. Mağaraların arasında bir kilise olmak üzere oyulmuş olan bir büyükçe bir tanesi (ki günah çıkartma odalarından mihrabını kadar her şeyi yerli yerinde durmakta) kahvaltı salonu olarak kullanılıyor. Eğer aklınıza bu mekanda yakın zamana dek var olan pislik ve hastalıklardan iğrenmek düşüyorsa, hiç endişelenmeyin çünkü mağaralar sıkıca temizlenmekle kalmamış, teker teker dezenfekte edilmiş. Kısacası, Sassi Matera’da zaman geçirmek gerçekten farklı bir deneyim ama itiraf edeyim ki sonuçta insan bir noktada “acaba burada geçmiş bir zamana takılıp kalır mıyım?” diye düşünüp yukarıdaki kente gitmekte biraz acele ederken buluyor kendini; her şey o denli gerçek!

Sonuç olarak, Matera’da heyecanla beklediğim Mardin benzerliğine ilaveten, bugüne dek görüp yaşadığım en güzel deneyimlerden birisini, Sassi mağaralarının olağanüstü ortamını da deneyimlemiş oldum. Tepenin üzerindeki kentten aşağıdaki mağaralara doğru defalarca inip çıkarak, kentin daracık sokaklarında bir yorulup bir dinlenerek dolaşıp durdum. Gün batımında özellikle çok güzel olan kent manzarasını doya doya seyrettim; mutlu oldum… Kayalıkları tırmanıp kente ulaştığım noktadaki güzelim katedralin iç bezemelerinden aldığım keyif, lokanta ve kahvehanelerle çevrili sımsıcak Piazza del Sedile meydanında verdiğim kahve ve proseco molalarının huzuru, bu soluklanmalarımdan birinde meydandaki kilisenin korosundan dışarıya taşan müziğin ruhumu sağaltan tınısı ve minik eski kentin ana caddesindeki dükkanlarda avare avare dolanıp el yapımı keyifli bir sürü şey almalarım da yanıma kar kaldı. Yıllardır kafamda dönüp duran ikiz kentler merakımı giderdim. Hatta seneler önce  gördüğüm, “bu dünyanın dışında” ama Sassi veya Kapadokya veya Mardin veya Harran’ın dünyasının içinde bir başka mağara kenti de hatırlayıp aklımda diğerleriyle tekrar kıyasladım, anılarımı tazeledim: Tunus’ta Gabes yakınlarında bir berberi köyü olan Matmata’ya gidip geldim hayalimde kısa bir süre için. Varlığını ülke yöneticilerinin bile 1967’de yöreyi sel basınca tam olarak öğrendiği çamur/çukur kente yani. Hatırlıyorum, özelliği, bir mağara kent olmasına rağmen ötekiler gibi kayalık tepelerin üzerinde değil, yerin altına doğru kazılan çukurların içinde olmasıydı. Tek tük küçük yerleşim noktaları olarak başlayan yapılaşma yerin altındaki oyuklar büyütülerek yayılmış, koskocaman bir köy olmuş; avlular ve çok katlı evler bile var. Evlerin bir kısmı Matmata gün yüzüne çıktıktan sonra dükkan ve otele dönüşmüş durumda zaten. Köyü karşıdan ilk bakışta algılamak çok zor çünkü toprakla aynı renk, toprağın içinde bir yer. Sadece bazısının kapı çerçeveleri, bazısının da duvarları kireç badanalı olan evleri seçebiliyor insan. Gerçi bugün artık, tıpkı “Yeni Mardin” gibi, selden sonra yapılmış bir “Yeni Matmata” da var ama halk hala orada oturmuyor, ilk fırsatta mağaralarına geri dönüyor, tahmin edeceğiniz gibi. Nereden mi aklıma düştü tüm bunlar? Akdeniz ve Mezopotamya’nın ortak mimari özelliklerinden tabii; bunun arkasında ırk ve dinden bağımsız olarak süregiden yaşam ve kültür benzerliğinden. Efsanelerin, çocukların bakışlarının, yaşanan sevdaların, cenazelerde yakılan ağıtların benzerliğinden. Bu olağanüstü ilginç evlerin hepsinin üzerinde yüzyıllardır aynı kızgın güneşin izler bırakmış olmasından…

Aslında keşke bu yerlerin her birini teker teker gezebilse herkes ne hoş olur; herkes aynı ürpertiyi, aynı şaşkınlığı ve mutluluğu yaşayabilse. “Bundan sana ne; sen gezmişsin işte!” demeyin çünkü ben de Suriye’de Şam yakınlarında, Aramilerin iki bin yıldır yaşadığı Hıristiyan köyü M’alula’yı göremedim mesela; İsa’nın bin beş yüz metre yükseklikteki kayalıkların üzerinde kurulmuş çamur kentini. Veya Yemen’deki Hadramut’un çamur gökdelenlerini de dünya gözüyle görmem herhalde mümkün olmayacak. Çünkü burası Akdeniz, Ortadoğu… Burada kavga, dövüş ve savaş hiç bitmediğinden hangi kentin ne zaman ne olacağı belli olmaz. Niyetlenir, gidemez; erteler, pişman olur insan. Yani demem o ki, henüz mümkünken, olanakları ve hevesi olan herkes görebileceğini görmeli, bu deneyimi yaşamalı.

Bu seferki gezim, küçük, farklı kentlere adanmış bir gezi oldu. Ve biraz kendimi alışkın olduğum yaşamın ve kanıksadığım temponun dışına atabilmeye. Sanırım böyle bir huzurlu değişikliği çok uzaklarda aramaya gerek olamadığını da çok güzel kanıtladı. Puglia’da sık sık zamanı durdurmayı başardım, başka bir dünyanın yaşamına karıştım ve de kendimi çoğu kez hiç alışkın olmadığım kadar sakin ve huzurlu gülümserken buldum; tam da istediğim gibi kendimi unuturken yani… Kimi zaman bir manzaradan, kimi zaman bir öyküden, kimi zaman da yediğim içtiğimin lezzetinden mutlu oldum. Bazen tarih çağırdı beni, bazen doğa, bazen de sanat. Bari, Birindisi ve Taranto’da, bu güzelim ölçeğe ve o ölçek içerisinde kurduğum dünyaya göre çok büyük oldukları için vakit geçirmedim açıkçası. Genelde kocaman kocaman kentlerin içinde kaybolmayı seven büyük şehir delisi ben, bu sefer minik yerlerin büyüsünde kaybolma lüksünü yaşadım. Zaten nasılsa İtalya’nin büyüsü bitip tükenmez… Çünkü sanırım Tanrı İtalya’yı da tüm Akdeniz ülkeleri gibi boş zamanında yaratmış; her yer bittikten sonra kalan vaktinde ince ince uğraşıp bir sürü hoşluk yerleştirmiş, elinde kalan tüm minicik güzellikleri eteklerini süpürerek buradaki ülkelere saçmıştır. Yani nasıl olsa geri gelirim ben…

Güzin Yalın

Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır.

Yukarı