Tuna’nın İki Kıyısında Büyülü Bir Kent; Budapeşte

5 Temmuz 2021

Su kenarındaki mekanlar size de daha çekici gelir mi? Ben nedense bir suyun kıyısına yerleşmiş olan kentleri diğerlerinden çok daha renkli ve gizemli bulurum. Bir kentin kenarında kurulduğu göl, deniz veya nehrin ona hayat kattığını, hatta uygarlığın o kente çoğu zaman bu yoldan geldiğini düşünürüm. Su kentleri hep çok eski, gönlünce yaşamış, güngörmüş kentler olurlar ve bence bir şehir suyun kenarındaysa, bu orada birçok farklı keyfin var olduğu anlamına gelir. Liman kentlerinin maceraları daha çoktur bence; plaj kentleri daha canlıdır; körfez kentlerinin anlatacağı öyküler daha çekicidir. Çocukluğumun kıyılardan epey uzak bir şehirde Boğaz’a ve İstanbul’a sürekli özlem duyarak geçmesinden mi, yoksa yaşam boyu farklı kentlerin “kıyılarında” yaşadığım lezzetler yüzünden mi bilmem, ben su kentleriyle ilgili böyle biraz taraflı düşünürüm.

Bilinen gerçektir; kentler tarih boyunca hep içinde yaşayanlara kolaylıklar sağlayan yerlere kurulmuştur; rahatça korunabilmek için ulaşılması zor yüksek tepeler veya kolayca beslenebilmek için tarıma uygun verimli ovalar gibi. Nehirlerse eşsiz birer su kaynağı olmanın yanı sıra, iklimin yumuşamasına ve toprakların daha bitek hale gelmesine yol açtıkları için ve sayelerinde enerji üretilip üzerlerinden nakliye ve ulaşım sağlanabildiğinden kent kurmak üzere yer arayanların her zaman gözdesi olmuşlardır. Yakın çevreleri dışındaki dünyayla da temasları olduğundan ve içlerinde yeryüzünün pek çok köşesinden gelmiş bin bir çeşit insanı barındırdıkları için bir nehrin kenarında yer alan kentlerde insan elinde olmadan “kim bilir başından neler geçmiştir bu yaşlı şehrin; bu koca nehir nerelerden neleri taşıyıp getirmiştir buraya?” diye düşünürken ve “acaba benim payıma hangi serüvenler düşecek bu ilginç yerden?” diye meraklanırken bulur kendisini. Paris Seine nehri üzerinde olduğu için, Edirne Meriç sayesinde, Phnom Penh Mekong’un kenarına yerleştiğinden ilginçtir sanki ve Nil Nehri olmadan Kahire, Dicle’siz Hasankeyf veya Avon olmadan Bath tabii ki hayal bile edilemez. Sizlerle bu kez paylaşmak istediğim kente yıllar önce ilk gördüğümde aşık olmamın önemli bir nedeni de üzerinde bulunduğu, daha doğrusu iki kıyısına ihtişamla yerleştiği Tuna nehrinin tam anlamıyla tadını çıkartan bir kent olmasıdır…  Tuna Budapeşte’yi ortasından ikiye böler ve içinden nehir geçen tüm kentler gibi, bu çok özel kent de onunla hayat bulur. Budapeşte’yi sevmek için aslında pek çok neden vardır ama ben “Tuna’nın Kraliçesi”ni en çok bir su kenti olduğu için severim. İlk gördüğüm günden beri “benim kentlerimden” birisi olan Budapeşte, nehrin üzerinde ışıltılı bir mücevher gibi parıldar ve Tuna’dan aldığı aydınlığı yaşama yansıtmayı çok iyi bilir. Çok güzel bir şehirdir ve sözü uzatmaya gerek yok; Budapeşte bu güzelliği büyük ölçüde Tuna’ya borçludur.

Her şeyden önce, sıradan bir Orta Avrupa kentinden beklenmeyen bir sıcaklığa ve canlılığa sahiptir Budapeşte…  Geçtiği her yere özel bir renk katan Tuna, ne yapmışsa yapmış Budapeşte’ye hepsinden farklı bir devinim vermeyi, kentte coğrafi konumundan bağımsız bir sıcak iklim cıvıltısı, bir Akdeniz dokunuşu yaratmayı başarmıştır. Doğrusu kent bu sayede Macaristan’ın komünist rejimle idare edildiği dönemde de aynı kaderi yaşamakta olan diğer Avrupa kentlerinden farklıydı. Rejimin başka yerlerde çok keskin biçimde insanın gözüne batıp içini acıtan yansımasını pek hissetmezdiniz Budapeşte’de. Diğer Doğu Bloku şehirlerinde var olan boğucu baskı burada yoktu sanki. Tersine, hep alttan alta ışıltısını sürdüren, “yaşayan” bir kentti ve bunu hissetmek insanın tüm kısıtlamaların kalktığı belirsiz bir gelecekteki daha özgür bir yaşamın hayalini kurmasına olanak verirdi. Sokaklar insan doluydu; diğer totaliter ülke şehirlerinin içinizi üşüten ıssızlığı burada yoktu. Kent, gençlerin toplandığı restoran mahalleleri, yaşatabildiği tarihi kafeler, gece kulüpleri ve pazar yerleri aracılığıyla canlılığını azimle sürdürmeye çalışır gibiydi. Kısacası, peş peşe acısını çektiği faşizm ve komünizm gibi iki feci yönetime kimliğinden kayıp vermeden çok özel bir dirençle dayanmıştı Budapeşte. Macarlar ilk yılların şaşkınlığı geçtikten sonra, ne olduklarını tam anlamadan tepelerine inmiş olan rejimi kendi yapılarına uyar bir hale getirmişler ve ortaya diğer Doğu Bloku ülkelerinden çok daha ılımlı bir “Macar usulü komünizm” çıkmıştı. Komünist rejim sona erdikten sonra, Budapeşte yeniden yapılanıp günümüz Avrupa kültüründeki yerini bulmaya çalışırken tekrar gittiğimde de bana kendinden çok emin bir şekilde gülümseyerek göz kırpmaya devam etti kent. Ben de böylece o zamana dek orada hep yaşamış olduğum o “bulunduğum yerden mutlu olma” duygusunu yeniden hissettim ve inandım ki, bu güzelim kent hayatın tadını her şeye rağmen çıkartabilen özel kentlerdendir ve de bu yüzden insana yaşamdan süzerek sunabileceği pek çok lezzet vardır.

Budapeşte’ye yapılan her ziyaret bence mümkün olduğunca Tuna’nın Peşte kıyısında bir yerlere yerleşerek başlamalıdır çünkü bu yerleşme insana kentin tam yüreğinde olma ve nehrin her iki yakasından hızla akıp giden yaşamı bütünüyle avucunun içine alabilme duygusu verir. Böylece geceleri odanızın balkonundan nehri klasik tabirle “inci gerdanlık gibi” süsleyen köprülerin ışıklarını izleyerek, güneşli havada kıyıda nehir boyunca yer alan yürüyüş alanında gezinerek, buraya hafta sonları gelen satıcılardan türlü çeşit el sanatları ürünü satın alarak veya kıyıdaki restoranlardan birisinde içkinizi yudumlarken Tuna’nın üzerinde eşsiz gün batımını seyrederek keyif yapabilirsiniz. Peşte’de nehir kıyısında bir yerlerde yaşadığınız bu sakin ve huzurlu anlar size aynı zamanda gün boyu kentten aldığınız zevki, görüp öğrendiklerinizi, duyup beğendiklerinizi, yiyip doyduklarınızı yeniden gözden geçirip iyice tadına varma olanağı da verir. Aslında yabancı bir kentte insanın bu şekilde huzur bulduğu, aklında olduğu yerden başka hiçbir şey bulunmadan böyle bir süre oturup kendisini dinleyebildiği mekanlar çok kıymetlidir; tıpkı illa bir şeyler söyleme ihtiyacı duymadan, hatta bir süredir tek kelime bile konuşmamış olduğunuzu da fark etmeden yanında rahat olabildiğiniz insanların çok özel ve değerli olması gibi. Budapeşte’de bir gece vakti, Tuna’nın Peşte kıyısında bir yerlerden karşı kıyıya bakar insan ve kenti sımsıcak aydınlatan ışıkların titreyerek etrafına yansımasından hemen bilir; bu kent acı çekmiştir, yokluk ve zulüm görmüş ama boyun eğmemiştir. Yaşama sevincini hiç yitirmemiştir…

Gün boyunca belki Buda’nın tarihi sokaklarında amaçsızca yürümüş, belki Peşte’nin kalabalık caddelerini keşfetmiş, belki de bir tekneyle Tuna üzerinde dolaşmış olursunuz. Buda’daki parke taşı döşeli daracık sokaklarda bombardıman ve baskıcı rejim kıyımlarının elinden kurtulup bugüne dek yaşamayı başarmış tarihi evlerin ve o evlerin ardında yer alan gizli avluların büyüsüne kapılıp sanki başka zamanlarda kalmış başka türden hayatlara elinizle dokunmuşsunuz gibi bir yanılsama yaşamış olursunuz, örneğin. Hiç beklemediğiniz bir zamanda beklenmedik yerlerde karşınıza çıkan bu saklı avluların, yaşlı sokakların ve küçümen iç bahçelerin sessizce kulağınıza anlattığı öyküler ve önerdiği kaçamak lezzetler aklınızı başka bir mevsime çelmiş de olabilir ve akşamüstü nehrin kıyısında oturduğunuz o çok özel ansıma anlarında gün boyunca yaptığınız bu hayali geziyi gülümseyerek hatırlarsınız. II. Dünya Savaşının en azgın günlerinde kenti haftalardır Nazilerden almak için kuşatmış olan Kızıl Ordu’nun bombardımanı bütün şiddetiyle devam ederken, saklandığınız sığınaktan çıkıp bir süredir haber alamadığınız bir yakınınızın evine bir koşu bakmayı göze almış olursunuz hayalinizde belki. Eğer kalabalık turist mevsimi değilse ve eğer şanslıysanız, gezintiye çıktığınız sabah bu sokaklar nispeten tenha ve sessiz olur. Bu durumda arkanızdan gelen kendi ayak sesinizin bir başkasına ait olduğu sanrısına gönüllü olarak kapılıp tarihin içine yolculuk yapma oyununu sürdürmeniz kolaylaşır. Buda’nın yaşlı arka sokaklarında, yakın tarihin kendinizi bildiniz bileli okuyup duyduğunuz bir bölümüne uzanabilmek için yarattığınız yeni kimliğinize kısa bir süre için gerçekten inanmanız işten bile değildir. Dünyanın en zorlu savaşlarından birisine direnmiş, ardından gelen zorluklara dayanmış bu mahallelerde kendinizi böyle ilginç bir dinginlik içinde her şeye muktedir hissedersiniz nedense; yaklaştığınız tarihin gerçekleri bugünkü kaygılarınızı siler. İnsan bazen yabancı kentlerde belki yabancılığını hissetmemek adına, kendisini biraz daha geveze biraz daha bir şeyler söylemek ve anlatmak derdinde bulabilir. Oysa bu kentte, turist mevsiminin dışında bir gün Buda’nın daracık sokaklarından tarihe doğru geri yürürken, suskunluk sizi kendiliğinden ve doğallıkla sarar. O sokaklarda ayak seslerinizin yankılarını dinlerken bazen çevrenizdeki insanların nereden çıktığına şaşarak, bazen tenhalıktan “herkes nereye gitti?” diye ürkerek dolaşırsınız. (Budapeşte’nin çok enteresan bir kent olması belki de biraz buradan gelir; saklar insanlarını ve sonra birden bire karşınıza çıkarır!) Bu minicik alanda saptığınız her ara sokak, o ara sokakta mevcut olan her beş evden üçü size muhakkak “buraya geri gelsem!”,  “bu binada kimler, nasıl yaşıyor?”, “başka bir yaşamda acaba ben de…” gibi merak dolu özlemler hissettir. Yaşamını avlulara gizlemiş evlerin her zaman sahip olduğu gizemin tarihi kentlere özgü karşı koyulmaz büyüyle bu kadar doğal biçimde birleştiği böyle bir mekanda gerçeği aşan öyküler hayal etmek kolaydır. Ben de ne zaman Buda’da kısa bir yürüyüş yapsam, elimde olmadan sanki o avluların her birinde bana ait bir hikaye yaşanıyormuş, o sokakların her birinden çocukluğumda ben de koşarak geçmişim gibi bir duyguya kapılırım. Kendimi geçmişte konumladığım zamanı seçmek benim elimdedir nasılsa; sadece II. Dünya Savaşı yıllarına kısıtlı kalmam. Bazen Budin’e yeni gelmiş bir Osmanlı paşasının haremindeki can yakan entrikaların peşinde olurum, bazen de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde ihtişamlı bir saray dedikodusunun ortasında.

Nehrin Buda tarafında yapılacak bu gezintide Zincirli Köprü’nün tam karşısındaki, füniküler ile ulaşacağınız nokta bu parke taşı döşeli sokakların bulunduğu ve Macar krallarının sarayını, Tarih Müzesini ve Milli Sanat Galerisini de içinde barındıran Kale Bölgesidir. Kentin kurulduğu günden günümüze dek ulaşmış pek çok tarihi eser buradadır ve bana sorarsanız, buraya kadar gelmişken Fortuna sokağındaki üç güzel lokantadan birisinde yemek molası vermeniz çok keyifli olur; Pierrot, 21 veya Pest Buda’da. “Anneanne mutfağı” denilen türde bir menüden füzyon bir sunuma kadar değişen farklı tercihleriniz bu lokantalardan birisinde mutlaka tatmin olacaktır. Yemeğin ardından Hilton Oteli’nin lobisine girerek binanın temelinden çıkmış ve burada korunma altına alınmış tarihi kalıntıları görmenizde yarar vardır ve otelin hemen yanındaki Matyas Kilisesi’ne nasılsa yolunuz düşeceğine göre, tüm gezginlerin yaptığını yapıp kilisenin arkasındaki Balıkçılar Tabyası’nın (Halászbástya) ufacık terasından Budapeşte’nin panoramik görüntüsünü izlemeniz şiddetle tavsiye olunur. Eğer şansınız yaver gitmiş de Matyas Kilisesinde bir klasik müzik konserine denk gelmişseniz, ardından yapılacak en akıllı iş, bu gezintiyi Buda’da mevcut olan kavlarından birisinde şarap tadımı yaparak bitirmektir. Ortaçağda kalenin içinde yaşayanların korunma amaçlı olarak yaptığı ve sonra kentte hüküm süren herkes tarafından farklı bir neden için kullanılan yeraltı labirent sisteminin mahzenlerinden birinde yer alan bir kav seçerseniz, gün boyunca hayalinizde canlandırdığınız tarihin yine çok özel bir noktasına ulaşmış olursunuz. Bu kavlar genellikle içlerinde bir de sanat galerisi barındırdığından, belki kentin canlı sanat hayatına da bir ucundan dokunmuş olursunuz.

Madem sözü sanata getirdik; önemli bir bölümü sanata ayrılmış iki yüzü aşkın müzeye sahip olan Budapeşte’de yaşamın çok özel bir boyutunu oluşturan ünlü klasik müzik geleneğinin de tadına bir bakalım. Gerçi son rejim değişikliğinden sonra, gerisinde kaldıkları çağdaş yaşam hızına yetişmek içgüdüsünün bir sonucu olsa gerek, Budapeşte’de bugünlerde gençler arasında moda olup dinlenen müzik daha çok tekno, elektronik veya belki biraz da füzyon pop tarzındadır ama Macaristan ve müzik denince hemen akla gelecek şeylerden birisi hala hiç şüphesiz ülkenin klasik müzik geleneği ve bu alanda dünyaya ölümsüz eserler vermiş olan Macar sanatçılardır. Bella Bartok, Zoltan Kodaly, Franz Lehar ve tabii Franz Lizst bu listenin başında yer alırlar. Lizst’in Macar Rapsodisi, insanı dünyanın neresinde ve ne koşulda dinlerse dinlesin alıp götüren, ruhunu arıtan bir eserdir gerçi ama doğrusunu isterseniz kentte sürekli ve programlı biçimde yer alan müzik etkinliklerinden birisine rastlayıp bu eşsiz eseri Macar sanatçılardan Budapeşte’de dinlerseniz, aklınızda kalan güzel tat çok daha uzun ömürlü ve güçlü olur. Aynı şey, Budapeşte Opera binasında Macar Devlet Operasından Lehar’ın “Şen Dul” operetini izlediğiniz zaman da geçerlidir. Bu Macar besteciler listesine belki yaşamının önemli bölümünü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda geçiren ve konser piyanisti olarak yaptığı seyahatlerde tanıştığı Macar halk ezgilerinden, özellikle de Macar Çingenelerinin özgün müziğinden çok etkilenmiş olan Alman besteci Johannes Brahms’ı da eklemek gerekir. Çingenelerin özgür ruhunu içinde taşıyan Brahms’ın “Macar Dansları”, insanı en çok Budapeşte’de dinlediği zaman o öykülerin yaratıldığı macera dolu Macar ovalarına götürür sanki. Öte yandan, Macaristan’da Çingene kültüründen etkilenen tek müzik türü klasik müzik değildir; Macar cazı da bu ilginç kültürden önemli izler taşır. Üstelik bu izler sadece ezgilerin yakınlığıyla sınırlı kalmamıştır; Çingenelerin baskıya boyun eğmeyen asi ruhu, komünist rejimin caz dinlemeyi yasakladığı yıllarda bu türün izleyicilerine direnme gücü veren gerçeklerden de olmuştur. Budapeşte halkı tüm yasaklara rağmen caz dinlemeyi sürdürünce, komünist yönetim 1960’lardan sonra bu müzik türünün çalınıp dinlendiği kulüpleri yasaklamaktan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Yani eğer müzik tercihiniz klasikten yana değilse, Budapeşte bugün sizi farklı türden caz ezgileri dinleyebileceğiniz, dünya kalitesinde müzik yapılan, kendi geleneğine sahip yirmiden fazla caz kulübünde de ağırlayabilir. Uzun sözün kısası, Budapeşte’de bir müzik akşamı yaşamak tartışmasız çok özel bir ayrıcalıktır ve seçtiğiniz müziğin türü bu gerçeği etkilemez. Dinlediğiniz müzik eserinin yorumlanışından konser veya temsil öncesi kahve içtiğiniz tarihi kahvehanenin atmosferine kadar her şey kentte bu konuya verilen önemi açıkça hissettirir.

Buda kıyısını gezmeyi tamamlamak için Erszebet Köprüsünün tam karşısındaki Gellért tepesine de uğramak adettendir. Budapeşte’nin en güzel manzarasına sahip olan, Osmanlı dönemindeki ismiyle Gürz Elyas Bayırı geçmişte kentin şarap ihtiyacını karşılayan bağlarla kaplı bir alanken, bugün tepesinde Habsburg’lar tarafından yaptırılmış olan Citadel ve üzerinde yer alan Kızıl Ordu’nun Nazilere karşı kazandığı zaferi kutlamak için II. Dünya Savaşının bitiminde dikilmiş Özgürlük Heykeliyle ünlüdür. Hıristiyanlığı seçtiği için buradan fırlatılarak öldürülen aziz Gellért’in adını taşıyan tepede pek çok sayıda mağara vardır. Bu mağaralar, Budapeşte’yi dünyanın şehir merkezinde doğal mağaralar olan tek kenti konumuna getirmiştir ve çoğunun içerisindeki havanın da çevredeki termal kaplıcaların suları kadar sağlığa yararlı olduğu kabul edilir. En ilginç ve popüler olanı hiç şüphesiz tepenin eteklerinde içinde Pauline Manastırına ait bir kilise bulunan (Gellért Cave Church) mağaradır. Gellért Tepesi ile Kale Bölgesinin arasında kalan ve bugün Buda’danın en güzel yeşil alanlarından birisi olan Taban da bu bölgenin ilginç noktalarından birisidir çünkü 18. Yüzyılda Gellért’te mevcut olan bağlardan gelen üzümlerin şaraba dönüştürüldüğü ve sonra birbirinden canlı salaş meyhane ve lokantalarda tüketildiği alan burasıdır. Bugün sözü geçen eğlence mekanlarının hepsi yıkılmış ve bölge bir parka dönüştürülmüş olsa da, o zamanki ismi Geyik Evi (Szarvas Haz) olan ilginç üçgen bir bina hala hayattadır ve içerisinde bugün yer alan Aranyszarvas  Restaurant  Macar mutfağının en önemli lezzetlerinden olan av eti yemekleriyle ünlü çok güzel bir lokantadır. Gellért Tepesi ayrıca Gellért Oteli ve hemen yanındaki  tarihi Gellért Kaplıcasıyla da bilinir. Ortaçağ’da burada bulunan bir hastanenin ve Osmanlı döneminde aynı noktada inşa edilen bir Türk hamamının yerinde olan Gellért  Kaplıcası, heykelleri, mermer kolonları, renkli mozaikleri ve vitray camlarıyla çok iyi korunmuş bir Art Nouveau mekan örneğidir. Aslında kaplıcalar ve hamamlar Budapeşte’nin en belirgin ve bilinen özelliklerinden birisidir. Kentte bol miktarda bulunan termal sular bir zamanlar Romalıların buraya yerleşmesinin de temel nedenlerindendir mutlaka ve bu termal kaynakların varlığı Osmanlı döneminde Türk hamam adetleriyle birleşince kaplıcalar ve hamamlar Budapeşte’nin vazgeçilmeyen, neredeyse onu tanımlayan bir özelliği haline dönüşmüştür. Her ne kadar Budapeşteliler Türk hamamlarının sadece temizlenmek değil aynı zamanda da iyileşmek ve keyif yapmak için kullanılan mekanlar olduğunu ve bugünkü kaplıcaların tamamen Türk hamamı geleneğinden geldiğini söyleseler de kentte Osmanlı döneminden bozulmadan kalan fazla hamam yoktur. Bu yakada, Gellért tepesinin hemen altındaki kıyı şeridinde yer alan Rudas Hamamı Osmanlı tarzını muhafaza eden sayılı kaplıcalardan birisidir. Buda Vilayetini 1566-78 yılları arasında yöneten Sokollu Mustafa Paşa’nın bizzat banyo yaptığı bu hamam klasik kubbesi ve sekizgen havuzuyla tipik bir Osmanlı hamamıdır. Yine bu kıyıdaki Lukacs Kaplıcası ise, bir Osmanlı değirmenin duvarı etrafına inşa edilmiş ve ilk günden beri kentin sanatçılarının ve entelektüellerinin mekanı olmuş bir kaplıcadır. Ama Osmanlı tarihine meraklı olup Budapeşte’yi aklınızda Estergon, Mohaç, Zigetvar öyküleriyle ve kulağınızda Kanuni’nin akıncılarının ayak sesleriyle dolaşmak istiyorsanız eğer, hamamları görmek size yetmeyecektir; hazır Buda’dayken Osmanlı’dan kentte kalan en önemli izlerden birisi olan Gül Baba Türbesi de mutlaka dağarcığınıza katacağınız bir diğer adres olmalıdır.

Buda’yı böyle etraflıca gezdiniz ise, sıra Peşte’ye gelmiş olacak doğal olarak.  En iyisi bu gezintinin başlangıç noktasına, Peşte kıyısından keyifle Tuna’yı seyrettiğimiz ana dönelim. Kıyıda yaptığımız yürüyüşten yorulup bu sahilin alamet-i farikalarından birisi haline gelmiş olan Laszlo Matron’un “Küçük Prenses” heykelinin yakınında bir banka oturmuş olalım. Budapeşte’ye gelen herkesin mutlaka birlikte resim çektirmek istediği bu heykel, aynı kıyıda biraz ileride yer alan bir başkasına göre çok daha fazla yanında güzel hayaller kurmaya uygundur çünkü sözünü ettiğim diğer anıt, II. Dünya Savaşı sırasında öldürülen Yahudilerin anısına yapılmış olan “Tuna Kıyısındaki Pabuçlar” heykelidir.

25 Aralık 1944’te faşistler tarafından bu noktaya getirilerek kıyıda ayakkabıları çıkarttırıldıktan sonra vurulup öldürülen bu insanların suya düşen cesetlerini nehir sürükleyip götürmüş ve geriye sadece bugün aynı noktada yer alan, kıyıya dizilmiş ayakkabı heykellerinden oluşan “Tuna Kıyısındaki Pabuçlar” anıtı kalmıştır. Doğal olarak sonsuz hüzün veren bir eserdir bu ve doğrusu insanda gün boyu kurduğu güzel hayalleri anımsayacak veya sonraki günlerini keyifle planlayacak hal bırakmaz. O yüzden biz savaşta ölenlere saygı ve sevgimizi gönderdikten sonra “Küçük Prenses”e yakın bir yerlerde soluklanalım ve Budapeşte’de gezip gördüklerinizi gözden geçirmeye burada devam edelim. Bu sefer de yolunuz Peşte’ye doğru düşmüş olduğuna göre, gün boyunca gördükleriniz Buda’da  gördüklerinizden asla geri kalmayan bir zenginliğe sahip olacaktır. Tuna nehrinin iki kıyısından Buda tarafı yüksek tepelerden oluşur; Peşte tarafı ise daha düzlük bir alandır ve bu yakanın en ilginç noktalarından birisi kentin ana damarı gibi kabul edebileceğimiz, Andrassy Caddesidir.  İnsana gerçek anlamda geleneği olan bir büyük Avrupa kentinde olduğunu iyiden iyiye hissettiren Andrassy Caddesi, şehrin ortasında yer alan Kent Parkı (Varosliget) ile yine şehrin nirengi noktalarından birisi olan Erszebet Meydanını birleştirir. 1872’de açılan bu güzel cadde, rejim değişiklikleri boyunca üç kez isim değiştirerek, sonunda ülkenin başbakanlarından birisi olan Andrassy’nin isminde gerçek kimliğine kavuşmuştur. Yalnız güzel, iyi planlanarak yapılmış bir cadde ve kentin birbirinden ünlü dünya markalarını barındıran en lüks alışveriş alanı olduğu için değil, aynı zamanda Budapeşte’nin en ilginç mekanlarından bir kısmı üzerinde  bulunduğu için de ilginçtir. Faşist ve komünist dönemlerin izlerini sergileyen Korku Evi Müzesi; UNESCO Dünya Kültür Mirası Budapeşte metrosunun ince oya gibi bir demir işçiliğiyle süslü duraklarından en güzeli ve Avusturya egemenliği sırasında Habsburg stilinde inşa edilmiş Macar Devlet Opera Binası bu yapılardan bazılarıdır. Bu mekanlardan hepsi kent için özel ve önemli noktalar olmakla birlikte, Opera’da bir akşam geçirmek Budapeşte’ye gelmişken mutlaka yaşanması gereken bir tecrübedir. Temsil öncesinde ve sonrasında Andrassy caddesinde yer alan  restoranlarından birisinde, örneğin Callas veya Muvetsz Cafe’de soluklanmak ve bir yandan o gece sergilenmekte olan eserin değerlendirmesini yaparken, bir yandan da Macar mutfağının klasik yemeklerinin tadına bakmak özellikle tavsiye edilir. Eğer aklınızda illa iyice özel bir mekana gitmek varsa, temsil öncesi Budapeşte’nin en güzel kitapçı dükkanına ve onun içindeki kafeye uğramanızı da öneririm; Alexandra Bookcafe…  Veya daha iyisi, belki Peşte gezintisinin bu bölümünde Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun şaşaalı bir zenginlikle dolu yaşantısının kentteki en güzel mekanlarından birisi olan New York Cafe’de Belle Epoque döneminden edebiyatçıların hayalleriyle buluşmuş ve Opera’da sergilenmekte olan Puccini’nin “Madam Butterfly” operasını birlikte izlemiş olabilirsiniz. New York Cafe 1894’de New York Hayat Sigortası şirketinin genel merkezi olarak yapılan binanın giriş katında hizmete açıldığından beri Budapeşte’nin en gözde mekanlarından birisidir. Kuruluşundan beri aynı yerde kesintisiz hizmet veren kafe bugün de bir otel olarak yenilenen mekanda, New York Palace Boscolo Oteli’nin bir parçası olarak geçmiş günlerin ihtişamına yakışır bir yaşam sürmektedir.  Veya belki de Andrassy caddesindeki gezintinizi bitirmek için caddenin sonundaki Varosliget parkında yer alan Szechenyi Kaplıcalarını, Vajdahunyat Sarayını ve hayvanat bahçesini de gördükten sonra, devlet adamlarının ve sanatçıların uğrak yeri olan ve 1894’den beri bu  parkın içindeki aynı yerinde yaşamını sürdüren ünlü Gundel Restaurant’da yemek yemeyi seçmiş olursunuz. Restoranın Yaser Arafat, Kraliçe Elisabeth ve Papa II. Paul’ü de içeren konuklar listesine katılmış olmak özel olarak hoşunuza gider mi bilmem ama burada yediğiniz gulaşın gönlünüzü hoş tutacağı kesindir. Peşte’nin ortasındaki bu mekanların hepsi Budapeşte’nin kendine özgü ambiyansları olan belli başlı ilgi merkezleridir;  Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ihtişamından yakın geçmişin sıkıntılarına; Osmanlı hükümranlığının tartışılmaz etkilerinden günümüz Avrupa yaşantısının kozmopolit karmaşasına kadar kentin genel kimliğinden birçok önemli iz taşırlar; bu kimliği keyifle yansıtırlar.

Peşte’de dolaşırken yolunuz mutlaka kentin bu yakasındaki ana meydanlardan birisi olan Varös Marty meydanına da düşecektir. Meydanının sonunda, Avrupa’nın en eski ve en geleneksel pastanelerinden birisi olan Gerbeaud yer alır. Gerbeaud aynı zamanda da keyifli bir çay salonudur. Bizim maalesef hızla yok ettiğimiz Markiz veya İnci gibi pastanelerin tarzında, benzerlerini zamanı belli bir tarihte durdurmayı başarmış, bir tarafıyla çok modernleşirken bir tarafıyla da tarihi ve kültürel mirasını korumayı becermiş bütün dünya kentlerinde gördüğümüz türden bir mekandır. Kırmızı kadife koltuklar, koyu renk masif ahşaptan yapılmış masalar, ışıltılı kristal avizeler ve klasik ağır perdelerle dekore edilmiş; pastaların pirinç kol kenarı olan ahşap vitrinlerde sergilendiği ve sipariş vermek için kalkıp seçiminizi elinizle işaret ettiğiniz, yani biraz anneannemin tüllü şapkasıyla bir köşede oturduğunu hayal edebileceğim türden bir yerdir. Ama bu tanım sakın size küf kokan demode bir yeri düşündürtmesin; Gerbeaud aynı zamanda da gençlerin ve gezginlerin doldurduğu cıvıl cıvıl bir mekandır ve benim Budapeşte’ye her gidişimde mutlaka uğrayıp Varös Marty meydanının karmaşasını izleyerek tatlı bir şeyler yediğim adrestir. Aslında bu yediğim “bir şeylerin” benim damak tadıma çok da uygun olmadığını bilirim çünkü ben Budapeşte’de yemek lezzeti peşine düştüğüm zaman ilk aradığım şey Macar mutfağının çoğunluğu krema ve reçel içeren hamur tatlıları değildir.  Ama yemek lezzeti insanın kafasında çoğu kez mekan lezzetiyle de birleştiği için Budapeşte’ye her gittiğimde, başka bir durumda aklıma bile getirmeyeceğim kallavi tatları yiyebilmek için (ve tabii aslında o güzelim mekanı yine görebilmek ve içerisindeki aristokrat havayla birlikte tarihi ve kentin tüm yaşanmışlıklarını içime tekrar çekebilmek için) ilk soluk aldığım yerlerden biri haline gelmiştir Gerbeaud. Özellikle rejim değişikliğinden sonra ortaya çıkan hızlı yaşam temposu içinde kente her gidişimde mutlaka beni şaşırtacak bir yenilik veya değişiklik bulmuş olsam da, Gerbeaud hep hiç değişmeden kalmıştır. Şehirde bir meydan daha yenilenmiş olur; eskiden beri bildiğim bir restoran menüsüne bir yeni lezzet ekler; yeni bir caz kulübü açılmıştır; bir parkın bir kenarına yeni bir anıt yerleştirilir; kısacası Budapeşte gerçek anlamda yaşayan tüm kentler gibi sürekli değişip gelişir ama Gerbeaud hiç değişmeden hep oradadır ve sunduğu tatlar hep aynıdır ve zaten Avrupa tarihinin son yüzyılı boyunca sürekli aynı yerde aynı şekilde var olmuştur. Böyle bir tutarlılık taşıyan mekanların değerini bilmek gerektiğini düşünürüm hep, hele çok sevdiğim ve yaşadığı devinimi “ya tanıdık yerler de birer birer yok olursa?” diye biraz da kaygıyla izlediğim “bana ait” kentlerden birisinde iseler… Söz konusu mekanları o kente her geri gittiğimde bulacağımı bilmek iyidir; bana güven verip yabancı bir yerde ayağımın yere bastığını hissettirir. Herhangi bir kentin sizi geri çağırmasına yol açan aslında bu tür mekanlardır biraz da ve işte Gereaud da benim için bu yüzden çok kıymetlidir.

Varös Marty, kafelerinde ve dükkanlarında çok keyifli saatler geçirebileceğiniz sadece yayalara açık bir alışveriş sokağı olan Vaci Utca ile 1897’de inşa edilen ve Avrupa’nın en özgün pazar yerlerinden birisi olarak kabul edilen Nagyvasarscarnok’a bağlanır. Bu ilginç kapalı pazar, içerisinde satılan yiyecekler ve el sanatları ürünleri kadar, özgün bir yapı olmasıyla da ünlüdür ve buraya yolunuz düştüyse yiyecek stantlardan birisinde ayaküstü bir şeyler atıştırmadan çıkmamanız tavsiye edilir. Vaci Utca üzerinde özellikle önereceğim mekan ise Szamos Gourmet Place adlı bir restorandır. Burası marzipan denilen acıbadem hamurundan yapılmış tatlılarıyla ünlü bir pastane ve bir çikolata imalathanesi olarak başlamıştır hayatına ve bu yüzden sunduğu tüm lezzetler arasında en güzelleri tatlılarıdır.

Nehrin kıyısında içkinizi yudumlayıp keyif yaptığınız sırada güneş batıp yavaş yavaş akşam yemeğini yiyeceğiniz mekanı seçme zamanı gelince, adeta menünün parçalarından birisi haline gelmiş olan Çigan müziği eşliğinde bol paprikalı Macar yemekleri yemek üzere hazırlık yaparsınız. (Bu bol paprika meselesi sizi korkutmasın çünkü Macarlar yemeklerinde sadece tatlı kırmızıbiber kullanırlar.) Yemekte seçtiğiniz tatlar arasında, eğer mevsimiyse herhalde kuşkonmaz bulunur ve sofranıza eşlik etmek için yediklerinize uygun bir Tokay şarabı açtırırsınız mutlaka; sonra da akşam yemeği maceranızı geleneksel bir Macar tatlısı olan kestane püresiyle noktalarsınız. Bir yanda kentin mutfak geleneğinde Türk etkisi, gulaşın aslında “kul aşı” olup olmadığı ve poğaça ile kahvenin nasıl kesinlikle Osmanlıdan kaldığı tartışıladursun, siz aklınız mutlaka hala gün boyu yaşadıklarınızda, yüreğinizde beklemediğiniz kadar keyifli bir kent keşfetmiş olmanın heyecanı, artık yavaş yavaş ertesi günün programını kesinleştirmeye başlarsınız. Eğer Tuna’nın kıyısında Budapeşte maceranızı gözden geçirdiğiniz şu dakikalarda hatırladıklarınız arasında Ferenc Lizst meydanındaki kafelerden birisinde verdiğiniz kahve molası; Nagymezo Utca’da uğradığınız bir pub; “Fashion Street” (Moda Sokağı) da  denilen Deak Ferenc Utca’dan yaptığınız alışveriş; Kahramanlar Meydanı, Parlamento Binası, St.Istvan Bazilikası ve Dohany Utca Sinagogu’na yaptığınız ziyaretler ve Güzel Sanatlar Müzesi veya Lizst Müzesinde gördükleriniz  yoksa, bunları mutlaka ertesi gün için tasarladıklarınızın arasına katacaksınız demektir çünkü bir Budapeşte gezisi asla buraların lezzetine varmadan tamamlanamaz. Peşte’de gözden kaçırmamanız gereken bir başka özgün güzellik de tüm kentte mevcut olduğu halde bu tarafta daha sık rastlayabileceğiniz bazı binaların iç avlularındaki kubbelerdir. Birbirinden hoş dizaynları olan ve üzerini kapladıkları binalarda birbirinden keyifli ortamlar yaratan bu kubbeler, kentteki Türk varlığının hayatın çeşitli boyutlarına yansımış olan etkilerinden birisidir ve bu yüzden dikkatinizi fazlasıyla hak ederler.

Eğer Budapeşte’deki konukluğunuzun o ana kadarki bölümünde Tuna’da bir gezinti yapmamışsanız, önünüzdeki günler için yapılan planda mutlaka her şeyden önce bu bulunur. Öte yandan, eğer tekneyle bir gezinti yaptınızsa, zaten şehrin iki yakasındaki farklı güzellikleri karşıdan da seyrederek bir kez daha içinize sindirmişsiniz demektir. Tekne geziniz güneşli bir güne rastladıysa, solgun Orta Avrupa güneşinin altında kendinizi soğuk kış günleri için bir miktar sıcaklık depolamak niyetiyle tembel tembel kaldırıma serilip sonbaharın tadını çıkaran bir kedi gibi doygun ve mutlu hissetmişsinizdir ve yaşlı kıtanın ortasından böylece ağır ağır akıp giderken keyifle üzerinden kaymakta olduğunuz Tuna nehrinin hikayesini dinlemişsinizdir. Osmanlı tarihinin kahramanlık öykülerindeki ünlü mekanlardan birisi olarak hepimizin çocukluğundan beri hiç değilse bir türküyle kulağında yer etmiş olan Tuna, Almanya’daki Kara Ormanlar’dan çıkar ve Avrupa’nın ikinci büyük nehridir. Orta Avrupa’yı boydan boya kat ederek toplam on ülkeden geçtikten sonra Romanya’dan Karadeniz’e dökülür ve bu yolculuğu sırasında yolu, aralarında dört adet başkent de bulunan (Viyana, Budapeşte, Bratislava, Belgrat) doksandan fazla kente düşer. Budapeşte’nin insana daha ilk görüşte içinde yaşanılası bir kent olduğu izlenimi vermesi çoğunluk Tuna’nın sayesindedir. Nehir kenarında yer alan kentlerin genellikle yaşamın ilk kurulduğu kıyısındaki hayatları daha gelişmiş olur; bir kıyı daha yerleşik bir alandır, daha sanat etkinliklerine uygun ve ticarete açık bir hale gelmiştir; diğer kıyı biraz daha sessiz sakin kendi halindedir. Bu durum asla o kıyının da çok güzel ve yaşanılası olmasına engel değildir ama sanki yaşamın damarı biraz daha “karşı kıyıda” atar; heyecanlar o tarafta yaşanır, keyifli şeyler karşıda gerçekleşir. Gelin görün ki,  Budapeşte’de durum böyle değildir… Kent aslında bir nehrin bir kıyısında kurulup sonradan diğer tarafa da taşmış tek bir kent olmadığı, iki yakada ayrı ayrı kurulmuş iki farklı şehrin bir araya gelmesiyle oluştuğu için her iki taraftaki hayat da aynı karmaşık zenginliğe, aynı oranda renkli detaylara ve benzer bir yaşam temposuna sahiptir. Başlangıçta Tuna nehrinin sol tarafında yani batıda Buda (ve hatta bir de aslında burada ilk kurulan kent olan Obuda) ve karşı kıyıda yani doğuda da Peşte vardır. Zaman içerisinde her üçü de büyüyüp kabına sığamaz hale gelince, Buda, Obuda ve Peşte kentleri 1873’de birleşip Budapeşte kentini oluştururlar. Ve bu kentler  “Buda-Peşte” haline geldikten sonra da birleşmeden önce sahip oldukları nitelikleri ve sürdürdükleri yaşam tarzını devam ettirirler. Geçmişte Peşte kenti bir ticaret merkezi, Buda kenti ise daha çok bir yerleşim alanı kimliğindedir; Buda ile Peşte birleşip Budapeşte haline gelince de, kentin sol yakasında kalan Peşte yine daha fazla işyerlerinin ve alışveriş alanlarının olduğu bir iş yöresi, sağ tarafındaki Buda da yine daha ziyade bir tarih ve kültür alanı, bir sosyal yerleşim bölgesi olarak kalmıştır.

Tuna nehrinin Budapeşte’ye verdiği en önemli keyiflerden birisi de üzerindeki adalardan gelir. Csepel, bu adaların en büyüğü ve kentte tarihi yerleşimin ilk gerçekleştiği yerlerden birisidir; Margit Adası ise üzerinde yer alan dinlenme ve spor alanlarıyla önemlidir. Ortaçağ’daki adı “Tavşanlar Adası” olan iki buçuk kilometre uzunluğundaki bu ada, iki adet UNESCO dünya kültür mirası barındırır; Müzik Çeşmesi ve Su Kulesi. Ayrıca çimle kaplı dinlenme alanları, kitap okumak veya klasik müzik dinlemek için ayrılmış köşeler ve Japon Bahçesi ile de insanı dinlendirip huzur veren, vaktin nasıl geçtiğini anlamayacağınız nadir kent mekanlarındandır  Margit. Tuna’da yapacağınız gezinin son aşaması nehrin üzerindeki köprüler olmalıdır mutlaka. Toplam dokuz adet köprüsü sayesinde bir “köprüler kenti” olarak da bilinen Budapeşte’nin en önemli lezzetlerinden birinden mahrum kalmamış olursunuz böylece. Köprülerin bulundukları kentlere farklı bir güzellik kattığı ve çoğu zaman işlevlerinden çok estetik görünüşleriyle gündeme geldiği bir gerçek, üzerlerinden yürüyerek geçmekse altlarından akan nehri tam olarak görebilmek için tek çaredir. Bu durum Budapeşte’de de farklı değildir doğal olarak. Dokuz köprünün dokuzunun da çok zarif olduğunu söylemek doğru olmaz ama üzerindeki aslan heykelleriyle Zincirli Köprüyü (Szechenyi Lanchid),  klasik kallavi metal görüntüsüyle Özgürlük Köprüsünü (Szabadság Hid) ve beyaz rengi ve zarif çizgisiyle Erszebet Köprüsünü karşıdan seyretmesi veya nehrin bir kıyısından diğerine yürüyerek geçmek için kullanması çok keyiflidir.

Vazgeçemediğim, beni sürekli geri çağıran kentlerden birisi olan Budapeşte, aslında benzeri birçok Orta Avrupa kenti gibi “nasılsa gidilir, sonraya kalsın” diye ihmal edip keyiflerini ziyan ettiğimiz yerlerden olabilir kolayca; oysa insana tüm diğer zevklerinin yanında beklenmedik bir rahatlık da veren kolay ve becerikli küçük/büyük kentlerdendir. Hani bazı yerler fazla bir iddiaları olmadan mutlu ederler sizi; başkalarına göre daha sade ve huzurludurlar; oldukları şekilde iyi gelirler insana. Aslında Budapeşte’nin de başka bazı Avrupa kentleri kadar çok uzun kalıp fazla keşfedilecek bir tarafı yoktur belki. Burası daha ziyade sahip olduğunuzun tadını çıkartıp elinizdekini dolu dolu yaşamaktan mutlu olunacak bir şehirdir. Küçük güzellikleri, gözünüze çarpan benzerlikleri, beklenmedik keyifleri ve tanıdık lezzetleri bulup çıkartmanın şehri… Bu yüzden de Budapeşte’ye kısa bir yolculuk benim gezi planlarım arasında her zaman mevcuttur. Hem belli mi olur, belki Budapeşte’ye bir kezden fazla giderseniz, kentte daha önce tüm yaşadıklarınıza ilaveten Karolyi sokağındaki Central Kavehaz’da tipik bir tarihi Orta Avrupa kahvehanesinin tadını çıkartarak; vaktiniz varsa, yarım gününüzü ayırıp kentin hemen dışındaki minicik Sentendre kentine giderek; şehri sadece avlularına ve kubbelerine dikkat etmek için bir baştan bir başa tekrar yürüyerek; Rakoczi’yi ve Türkiye’ye sığınan diğer Macar asilzadelerini düşünmek için koşturmanıza beş dakika ara verip soluklanarak; kentin herhangi bir noktasında yanınızda konuşulanların tek kelimesini anlamadığınız halde duyduklarınızı hiç yadırgamayıp kulağınıza gelen sesleri neredeyse Türkçe zannederek; akşamları otelde çocukluğunuzun en keyifli öykülerinden birisini,  Ferenc Molnar’ın  “Pal Sokağı Çocukları”nı bir kez daha okuyarak da mutlu olursunuz…  İster benim önerilerim doğrultusunda gezin Budapeşte’yi, isterseniz kentin bugüne dek uğranmamış hiç bilinmeyen köşelerinde kendi Budapeşte’nizi yaratın,  unutmamanınız gereken bir şey vardır ama; eğer tüm bu gezintiler sırasında bira içecek olursanız, sakın bardak tokuşturmaya kalkışmayın; bilin ki, 1849’daki ayaklanmada Avusturyalılar on üç tane Macar generalini asıp altında bira tokuşturduklarından beri Macarlar birayı bardak tokuşturmadan içerler.

Ben bazen kimse görüp fark etmeden, kimseye özellikle belli etmeden bir kentle aşk yaşayabilirim. Orada olmam yeterlidir. Özel bir coşku veya sevinç görmezsiniz ama ben mutluyumdur; kenti sonsuz bir keyifle yudumluyorumdur. Tuna’nın kıyısında böyle bir akşamüstü hayal edin… Güneş birazdan karşı kıyıda, Buda’da kalenin ardından yok olacak ve Szechenyi Köprüsünün ışıkları nehrin üzerinde önce soluk ve sonra giderek ışıldayan birer aydınlık olarak ortaya çıkacak. Huzur… Ben bu şehri seviyorum. Burada yeni anılar biriktirmeyi seviyorum; eskilerinin yerine geçebilen özel anılar. Kulağımda Mavi Tuna’nın nameleri, aklım başka hiçbir nehir kentinin ilham etmeyeceği kadar karmaşık hayallerde, ruhum gerçekte hiçbir zaman yapmadığım bir valsin ritmine kapılmış Tuna’nın üzerinden kayıp gidiyorum.  Bu işi Nazım’dan daha iyi yapacak halim olmadığına göre, sevgili kentimin eşsiz güzellik kaynağına, onun “Tuna Üstüne Söylenmiştir” dizeleriyle selam yollamak en iyisi; biraz hüzünlü, çokça özlemli ve çok ama çok gerçek… “Gökte bulut yok/Söğütler yağmurlu/Tuna’ya rastladım/Akıyor çamurlu çamurlu/Hey Hikmet’in oğlu, Hikmet’in oğlu!/Tuna’nın suyu olaydın/Karaorman’dan geleydin/Karadeniz’e döküleydin/ Mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin/Geçeydin Boğaziçi’nden /Başında İstanbul havası/Çarpaydın Kadıköy İskelesi’ne/Çarpaydın, çırpınaydın/Vapura binerken Memet’le anası…” Tuna gerçekte mavi bir nehir değilmiş; ne zararı var, olmasın… Mesele ondan maviymiş gibi etkilenip “akmam” diyen durağanlığından bile bir keyif yaratabilmekte. Bu dizeleri her okuyuşta aklıma düşen bir soru sonra: Acaba yeryüzündeki bunca kent arasından Budapeşte’yi bu denli cazip kılan şey aslında uzaktan da olsa İstanbul’a benzerliği mi?

Güzin Yalın

 

Bu yazı daha önce Cazkolik.com’da Yayınlanmıştır.

 

 

 

 

Yukarı