Bu yıl baharı İrlanda’da karşıladım; bulunduğum zamanın dışında bir yerlerde, bir “zümrüt ada”da yani. Hayal ile gerçeğin, havada her daim mevcut bir buğunun prizmasında yansıyarak birbirine fena halde yakınlaştığı diyarda. Çok eski bir zamandan kalmış efsanelerin, yüreğime değen ince tınılı kırılgan bir müziğin ve neredeyse her zaman sis tabakasıyla örtülü olan gizemli masalların ülkesinde… Bazen uğultulu bir denizin kıyısında, her köşeden karşıma başka bir dünyaya ait iyi yürekli bir devin çıkmasını bekleyerek; bazen inanılmaz derecede huzurlu küçücük kıyı kentlerinde, İrlanda kahvesinin neden pek ünlü olduğunu defalarca yine yeniden keşfederek ve en çok da sanki suluboya bir manzara tablosunun ortasında, çerçeveden usulca içeri kayıp eşsiz tazelikte bir yeşilin egemen olduğu bambaşka bir aleme geçtiğime çok inanarak…
Beni tanıyanların artık ezberlediği şekilde Londra’ya fazlasıyla tutkun olduğum için herkes o yörenin tümünü aynı ölçüde bilirim sanır. Oysa bu doğru değildir. Ben aslında, her halükarda özlemiş olduğum bu güzelim şehri ağız tadıyla yaşamaya olan hevesim yüzünden, Britanya memleketine ayak basınca ilk baştaki niyetim ne olursa olsun sonunda Londra’ya çakılır kalırım. Bu durumda İngiltere’nin sadece diğer bölgelerini değil komşularını da görmem her seferinde “başka bahara” kalır… Doğrusu buna yörenin iklimi de yardımcı olur; birkaç kez Londra’dan Edinburgh için aldığım tren biletini hava koşulları yüzünden yakmışlığım ve yolları sel bastığı veya yağmurdan köprüler yıkıldığı için İskoçya üzerinden İrlanda’ya gitmekten son dakikada böyle mecburen vazgeçmişliğim de vardır! Ama işte bu kez İrlanda ile yıllardır süregelen ve bir türlü yaşanamayan bu macerayı sonlandırmaya karar verdim ve oralara gitmeme engel olan tüm nedenleri baştan geçersiz kılmak için önce iklime razı olarak, sonra da geziye tersinden başlayarak şeytanın bacağını kırmayı başardım. Sonunda, bir türlü görmeye vakit bulamadığım, yakın zamana kadar haber bültenlerine sürekli sorunlarıyla yansıdığı için “anlaşmazlıkların yoksul ve soluk beldesi” olarak düşündüğüm bu ilginç ülkeyi bir uçtan bir uca gezdim… Ve de doğrusu İrlanda’da soğuk ve renksiz, keyifleri kısıtlı, gezginlere ancak yeknesak bir yaşam vaat eden bir ülke ve onun acılı halkını değil zengin bir tarih, eşsiz güzellikte bir doğa, çok etkileyici bir sanat geleneği ve dünyanın en gururlu ve cana yakın insanlarını buldum. Üstelik İrlanda Cumhuriyeti’nin artık benim dünyada olup bitenlerle ilgilenmeye başladığım yaştan beri duyduğum gibi mutsuz bir yer değil tersine hem ekonomik olarak çok gelişmiş hem de insan hakları ve özgürlükler açısından çok ileri bir ülke olduğunu da gözlerimle görmüş oldum.
Aslında belki daha fazla ilerlemeden burada minik bir mola vererek İrlanda ile İngiltere’nin ilişkisini hatırlayıp/açıklayıp netleştirmekte yarar var. Önce, aşikar bir gerçeğin yine de bir tekrarı: İrlanda, herkesin aslında doğrusunu bildiği halde kolayca karıştırdığı gibi Britanya Krallığı’nın bir bölgesi değil; özgür bir ülke. Daha doğrusu, ikiye bölünmüş ve küçük bir bölümü Britanya’ya bağlı kalırken büyük bir parçası da bağımsızlığını ilan etmiş olan bir ada; minicik İrlanda adasında aslında iki ayrı ülke mevcut yani. Kuzey, İskoçya, Galler Bölgesi ve İngiltere ile birlikte Britanya Krallığı’nı oluşturan dört bölgeden birisi; Güney İrlanda ise bağımsız bir cumhuriyet. Söze bu herkesin bildiği gerçeği tekrarlayarak başlıyorum çünkü İrlanda Cumhuriyetinin bugünkü durumunu kazanması da ilerleyen yıllarda muhafaza etmesi de kolay olmadığından bu nokta onlar açısından çok hassas; bağımsız bir ülke olduklarının bilinmemesinden veya Kuzey İrlanda ile karıştırılmaktan hoşlanmıyorlar. İrlanda iç savaşı kırk yaşın üzerindekilerin hafızasında hala net olduğunu düşündüğüm bir olay ama tahmin edebileceğiniz gibi adanın tarihteki mücadelesi bu savaştan çok önce başlıyor. Şu anda ülkeye ait olan topraklar aslında İngiltere’nin çok iyi bildiğimiz sömürgeci ruhunun tarihte ilk kurbanı olan yerler. İrlanda tarihi bir yandan çok gerçek ve çok destansı kahramanlıkların tarihi, bir yandan da en kesin gibi gözüken boyutları bile çoğunlukla tahmin, öykü ve söylencelerle bezeli. Tarihin izinde geriye doğru gidildikçe pek çok şey İrlanda ormanlarına dair efsanelerin sınırları belirsiz müphem görüntüleri gibi biraz tevatür haline dönüşüyor ama genel olarak kabul edilen hatlarıyla bakılacak olursa, İrlandalılar Avrupa’nın efsanevi ırkı Keltlerin soyundan geliyorlar. Aslında MÖ 6000 dolaylarından beri hep adada yaşayan ve toplumlar oluşturan bir takım insanlar olduğu ve bunların da belirli bir gelişmişlik düzeyinde yaşamlar kurduğu biliniyor. Örneğin, ülkedeki ünlü dolmenlerin çoğu bu dönemden kalma. Ama Keltler muhtemelen bu mevcut insan gruplarını da asimile ederek oldukça zengin kültür boyutlarında bir uygarlık kurabilen ilk topluluk. Ardından adaya İrlandalı Keltlerin pagan inançlarını değiştirmek üzere misyonerler gelmiş kara Avrupa’sından ve İrlandalılar Hıristiyan olmuşlar. Sonra ülkeyi sırayla Vikingler ve Normanlar işgal etmişler. Ülkedeki ünlü kale ve şatolar da çoğunlukla bu dönemin ve Normanların eserleri. Keltlerin, yerli halklarla ve kuzeyden gelen İskandinav ırklarıyla karışmasından ortaya bugünkü İrlanda’nın insanları yani “Gael”ler çıkmış. Daha sonra da yanı başlarındaki bu adayı doğal hakları gibi görüp buraya yerleşerek İrlandalıları türlü yöntemlerle Katolikten Protestana döndüren İngilizler çıkmış sahneye ve adadaki istenmeyen varlıkları yüzlerce yıl sürmüş. İngilizler buraya tabii ki ebediyen kalmak niyetiyle teşrif etmişler ve İrlanda halkının arasına bugün de devam eden mezhep ayrılığı nifakını sokmuşlar. Bu yüzden, günümüzde ülkede mevcut olan anlaşmazlık her ne kadar politik tercihler yüzünden gibi gözükse de İrlandalıların asıl derdi din ve mezhep ayrılığı. Güney, Katolik olmaktan vazgeçmezken Kuzey, İngiltere’nin de çoğunluk dini olan Protestanlığa geçmeyi kabul edenlerden oluşuyor. Öykünün bundan sonrası son derece karmaşık bir olaylar silsilesi sonunda İrlanda’nın İngiliz Devletler Topluluğuyla önce resmen birleşmesi ve tabii ardından da hem politik hem ekonomik olarak İngiltere’ye bağımlı hale gelmesi şeklinde gelişmiş. Bu durum nedeniyle İrlanda halkının ödediği bedel ise maalesef savaş, esaret, açlık ve ölüm olmuş uzun yıllar. Sonunda ulaşılan bugünkü özgürlüğü kazanmak kolay olmamış yani.
İrlanda başka birçok ülkeyle kıyaslanınca minicik ve tarihi kısacık gibi görünse de tüm bu istila, savaş ve dönüşüm hikayeleri oldukça uzun ve doğrusu biraz da iç karartıcı. Bu yüzden ben burayı anlatmaya aklımda daha çok yer eden aydınlık boyutlarıyla başlamak niyetindeyim. Sözü önce bu “zümrüt” ülkenin gönlümün ne zamandır ilk kez tamamen dinlenmesine yol açan özelliklerine getirip olağanüstü güzel doğasından ve zengin kültüründen bahsetmek istiyorum. Bir yanda işin çok da keyifli hayal kısmı; İrlanda’nın tarih öncesi masalları, meşhur büyülü puslu havası, efsanelerde yaşayan doğaüstü kahramanları, ormanda yolunuzu kaybederseniz sisin içinden belirip size yardım edecek olan iyi huylu perileri… Ve diğer tarafta bu hayalden hiç de daha az büyülü olmayan gerçekler; İrlanda kırlarının oldum olası duyduğumuz duru pastoral güzelliği, aralarına çit çekilmemiş birbirinden sadece toprak yükseltileriyle ayrılmış oldukları için göz alabildiğine kesintisiz uzanan zümrüt renkli tarlalar ve otlaklar; bu otlaklarda otlayan sürüler. Yeşilliklerin arasında minicik taş kulübeler, kiremit damlı evler… Sanki herkes ve her şey dingin ve huzurlu. İnsanlar, İrlanda’nın büyük kentlerindeyken mecburen hissettiğiniz, bu ülkenin geçmişinin yarattığı yorgunluktan da bugünün yaşattığı gururdan da haberdar değil gibiler buralarda. Dünyanın tamamının zaten bu kırlar gibi olması gerekirmiş, yeryüzündeki en doğal ve hatta tek mevcut yaşam biçimi buradakiymiş ve ben de zaten asırlardır buradan başka bir yerde yaşamamışım gibi hissetmeme neden olan bir garip doğallık ve huzur var havada; ne kadar hasret olduğumu kavuşunca anladığım bir huzur. Meşhur İrlanda çayırları uzaktan benek benek gözüken koyun ve inek sürüleriyle dolu. Tertemiz bakımlı, besili, sakin ve sanki mutlu hayvanlar göz alabildiğine uzanan ve bana sevinçten dans etmeyi ilham eden parlak, canlı ve taze bir yemyeşilin üzerine serilmiş. Sanki bir el yüksekten avucunu açıp içine sakladığı sürüleri aşağıya serpivermiş gibi. Koyunlar envai çeşit. Aslında inekler de öyle; bizim buralarda görmeye alışkın olduğumuzdan çok daha fazla renkliler; beyaz, siyah/beyaz desenli, taba, siyah, kahverengi… Koyunlar arasında kısacık kuyruklu yüzleri tavşana ve eşeğe benzeyenler var; kara kafalı ve bol tüylü olanları benim en çok hoşuma gidenler. Hayvanların hiçbirisi sanki başka yerlerdeki gibi pis değil; şanslılar ve sanki bunun farkındalar. Tezek kokan ahırlara/ağıllara kapatılmak yerine sürekli yemyeşil çayırların ortasında yatar gibiler. Sanki yağmur algıladıkları bir şey değilmiş veya onları da bizim ıslatmıyormuş gibi; hava ne halde olursa olsun adeta aynı pozda oturup/yatıp duruyorlar veya otlamaya devam ediyorlar.
“Büyülü güzellik diye bize ineklerle koyunları anlattığının farkında mısın?” dediğinizi duyar gibiyim ama onlar buradaki yaşamın önemli bir parçası ve sizi alıp götüren o meşhur güzelliklerin de adeta sahibi. Anlattığım tüm çayırlar onları beslemek için; dolayısıyla gördüğünüz bütün resimler onların varlığıyla tamamlanıyor. Üstelik buralarda ekonomi de büyük ölçüde bu sevimli hayvancıklara ve onların ürettiklerine dayalı. Yani İrlanda’da çok önemli bu koyunlarla inekler! Ve üstelik evet, İrlanda böyle bir yer işte; gerçekten de insan bu adanın kırlarında dolaşırken sonradan kendisini de şaşırtacak bir biçimde o hayata yakınlaşıp akışı içinde kayboluyor ve başka bir zamanda başka bir coğrafyadan geri bakınca hiç şüphesiz kendi kendisine şaşacağı kadar farklı şeyleri önemser hale geliyor. Üstelik, göz alabildiğine yemyeşil dalgalanan arpa tarlalarının, dünyaca makbul İngiliz çimi bahçelerin ve meşhur yabani İrlanda otu çayırlarının gönlümü çalması tamam da son kalan aklımı da becerikli ve sevimli çoban köpekleri “border colie”lerin almasına ne demeli?!
Bu güzelim kırlarda dolaşırken yolum İrlanda’nın birbirinden ilginç ve bildiğim her şeyden farklı birçok noktasına ulaşıyor. Kırlardan deniz kıyılarına, sonra tekrar iç kesimlere geçerek kimi zaman sözünü ettiğim yeşilliğin, kimi zaman yalçın kayalıkları dövüp duran vahşi bir denize metrelerce yukarıdan baktığım ürkütücü uçurumların, kimi zaman da başka bir devirden kalma demode yaşlıları andıran birbirinden sevimli minicik eski zaman kentlerinin tadına bakarak bu ilginç ülkenin bugüne kadar geciktirdiğim keyfini sürüyorum. Gezip gördüğüm yerlerin özelliklerine göre de bazen durağan ve huzurlu bir taşra yaşamının sıradan bir parçası bazen de ürkünç bir kabusu andıran bir geçmiş zaman efsanesinin hayalimdeki kahramanı olarak değişik maceralar yaşayıp tazeleniyorum. Önce güneyde İrlanda Cumhuriyetinde geziyorum; sonra kuzeye geçip Kuzey İrlanda kıyılarında. Güneyden özellikle aklımda kalanların pek çoğu Kerry Halkası (Ring of Kerry) denilen güzergahtaki mola yerleri. Her yıl keçileri için fuarlar düzenleyen köyler de görüyorum burada, sahip olduğu tek kiliseye dinle hiçbir ilişkisi olmayan özgürlük kahramanlarının adını veren kentler de. Deniz kenarındaki ıssız balıkçı barınaklarının yanı başına Charlie Chaplin’in heykelini dikmiş olan kasabalar da var, kulübeden az farklı ev ve lokantaların yanına Muckross House gibi malikaneleri oturtmuş kasabalar da. Kerry Halkası’nı kat ederken en çok da “İrlandalı Kız” (Ryan’s Daughter) filminin çekildiği Dingle Körfezi ve kasabasından etkileniyorum. Hem hayalde sevdiğim bir dekorun gerçekte karşıma çıktığını görmek çok hoş bir duygu olduğu hem de artık çok eskilerde kalan bu filmin mekanında bulunmak alıp beni geçmişe taşıdığı için… O filmde takvim yapraklarındaki resimler gibi önümden geçen güzelim manzaraların içindeyim şimdi… Kerry Halkası’ndan sonra yoluma, Ortaçağ efsanelerindeki ürkünç gece sahnelerinin ve denizde kaybolmuş gemicilere dair öykülerin ilham kaynağı gibi görünen ünlü Moher Kayalıklarına doğru devam ediyorum; ardından da her şeyden çok kilisesinin bahçesindeki mezarlıkta yer alan onlarca “İrlanda Haçı” biçiminde mezar taşıyla ünlü Cashel kentine doğru… Her ikisi de başka bir yerde karşıma çıksa sıradan bulacağım ama bu coğrafyada rastlayınca çevrelerini saran öykülerle ve arkalarındaki fondan hiç eksik olmayan yağmur bulutlarıyla bambaşka bir gerçekliğe bürünerek kalbimi fetheden yerler…
İrlanda’da Ketlerden ve onlardan önceki zamanlardan kalanların hepsi birbirinden ilginç, çoğu da insana şöyle bir durup yeryüzündeki yerini düşünmeyi ilham ettiren, kendinden büyük ve güçlü ama ne olduğunu tam bilmediği bir şeye karşı muazzam bir hayranlık ve saygı duymasına neden olan cinsten. Ama şimdi geri bakınca fark ediyorum ki, orada gördüğüm gezdiğim bir sürü ilginç tarihi yer arasında en çok etkilendiğim dolmenler olmuş. “Dolmen” biliyorsunuz aralıklı olarak yan yana dikey dizilmiş birkaç büyük yassı taşla bunların üstüne yatay olarak yerleştirilmiş yine büyük ve yassı taşlardan oluşan ve genellikle mezar olarak kullanılmış tarih öncesi yapılara verilen isim. Öğrencilik yıllarından bu kelimenin hep megalit, menhir, kromçek, tümülüs ve höyük gibi yakın anlamda ve kültür olarak ilintili başka birkaç sözcükle bir arada kullanıldığını hatırlarsınız, eminim. Britanya Adaları dünyada bu ilginç yapıların en çok bulunduğu bölge. Genelde İngiltere’deki Stonhedge’i bilmeyen yoktur diye düşünüyorum. İrlanda’da da Neolitik çağdan yani zamanımızdan altı bin yıl öncesinden, yani Keltler’den önceki dönemden kalan bu yapılardan epey miktarda var. Aslında tam olarak ne için yapıldıkları hala meçhul ama mezar oldukları kesin. Ayrıca etraflarında bir kült oluşarak zaman içerisinde birer tapınağa dönüşmüş olmaları büyük olasılık. İrlanda’da gördüğüm dolmenler arasında beni en çok etkileyen Pulnabrone Dolmeni. Binlerce yıldır durup durduğu yerde taşlarından biri çökünce, onarım için yapılan bir kazıyla altında on beş yirmi kişinin kemikleri ve öbür dünyada kullanmaları için yanlarına gömülmüş olan baltalar, seramik kaplar ve kolyeler bulunmuş. Bu durum buranın bir mezar olduğunda hiçbir şüphe bırakmıyor ama Pulnabrone’ın esrarı devam ediyor çünkü burası bir toplu mezar ve bunun anlamının tam olarak ne olduğunu izah edecek o döneme ait tarihi bilgi mevcut değil. Dolayısıyla Pulnabrone’da gömülü olanlar topluca kurban mı edildi, bir savaşta mı öldü, bir salgın mı vardı yoksa ayrı ayrı ölüp farklı zamanlarda mı buraya gömüldüler söylemek mümkün değil. İskeletlerden birisi bir çocuğa ait olduğu için de buranın zamanla onun ölüsü etrafında oluşan bir tapınak alanına dönüştüğü tahmin ediliyor ama bu sadece batılıların “eğitimli tahmin” dediği türden bir tahmin. İlginç olan, Pulnabrone’ın yapıldığı tarih; karbon testine göre MÖ 3800 yılında yapılmış gibi görünüyor. Yani ünlü Stonehedge’den bin beş yüz yıl önce! Dolmenin çevresi, arasından çimenler fışkıran kocaman beyaz yassı taşlarla dolu; sanki bunlarla döşenmiş gibi. Biraz başka bir gezegendeymişsiniz duygusu veren sırt ürpertici bir ortamı var yani. Çeşitli çarpık şekillere sahip olan ve binlerce yıl ötesinden gelmiş oldukları bakar bakmaz anlaşılan bu taşların üzerinde yürürken aklıma birden Göbeklitepe düşüyor. Tabii Pulnabrone’ın geçmişi Göbeklitepe kadar haşmetli değil çünkü en az dört bin yıl daha genç ve o denli çok sayıda öyle incelikle işlenmiş görüntü yok burada ama ne olursa olsun bu taşlara bastığınız zaman tam altı bin yılın üzerinde duruyorsunuz. Bu belki Türkiyeli birisi için neredeyse sıradan bir durum ama kabul etmek gerek ki bizim oralardan başka dünyanın çok az yerinde böyle bir tarihin üzerinde durmak mümkün. Bu yüzden Pulnabrone’da, tıpkı Göbeklitepe’de olduğu gibi, sadece insanlığın, toplumların, ülkelerin, uygarlıkların değil yeryüzünün kendisinin, insanlar var olmadan çok öncesinden beri mevcut olan tarihin üzerinde gezer gibi hissediyorsunuz kendinizi. Burada ben de bir yandan tarihin ve akıp giden zamanın karşısındaki küçüklüğümü ve önemsizliğimi ama bir yandan da o muhteşem düzenin bir parçası olarak evrendeki önemimi aynı anda hissediyorum.
Bu duygu Carrowmore’da da yakamı bırakmıyor. Sligo’ya, Nobel sahibi ünlü İrlandalı şair William Butler Yeats’in doğduğu kente giderken uğruyoruz bu megalitik mezarlığa. Carrowmore İrlanda’daki dört adet “geçit mezarlığı”ndan (passage tomb complex) birisi. Pulnabrone ile aşağı yukarı aynı dönemden ama ondan farklı olarak tek değil birçok mezarın bir arada olduğu bir alan; muhtemelen zaman içerisinde bir tapınma noktasına dönüşmüş. Sözü geçen bu alan, mezarların hepsini birden görmenize izin vermeyecek kadar geniş. Mezar odalarında hem yakılmış bazı cesetlerin küllerine hem de eşyalarıyla birlikte gömülmüş ölülerin kemiklerine rastlanmış. Bu da farklı zamanlarda farklı uygarlıkların birbirinin yaptığı yapıları temel olarak kullanarak veya üzerlerine yenilerini ekleyerek büyük olasılıkla hep aynı “kutsal” alanı tapınak olarak kullanmaya devam ettiklerini gösteriyor. Az sonra Sligo’da, Yeats’in yürüdüğü sokaklarda yürürken ve amcasının yaptırdığı kilisedeki mezarının başında şiirlerinden birisini anımsarken İrlanda’ya geldiğimden beri peşimi bırakmayan zaman kayması duygusunu bir kez daha yaşıyorum. Yakın tarihin önemli bir isminin ayak izlerini süreyim derken ta neolitik çağa geri gittim ve şimdi tekrar yakın zamanlardayım. Ama bu küçücük kentte zaman zaten durmuş gibi; size sadece hangi zamanda durduğunu keşfetmek kalıyor. Bu yüzden de yaşadığım bu yanılsama çok doğal bir şey gibi geliyor bana. Sanki zaman sürekli bir ileri bir geri gidip geliyor ve bu yüzden de hiç ilerlemiyor. Ve ben her saniye farklı düzlemlerde akıp giderek yanımdan yöremden geçen zamanı irkilerek algılıyorum ama bir yandan da bu illüzyonu son derece normal karşılıyorum. Bu durum, buraya geldiğimden beri kafamın arkasında bana bir şeyler anımsatmaya çalışan dürtüyü yeniden harekete geçiriyor. Sanki ben şu an bulunduğum bu yerleri ve bana yaşattıkları bu duyguyu bir yerden tanıyorum ama nereden? Sonra birden anlıyorum; ben İrlanda’yı bu yönüyle dünyanın iklim ve karakter olarak buradan en farklı olan bölgesine, Mezopotamya’ya benzetiyorum. Tabii ki aslında buralarda kapıldığım o tarih öncesiyle iç içe olma duygusuna alışkınım çünkü Doğu Akdeniz’den, medeniyetin beşiğinden geliyorum ve daha önce aynı duyguyu uyandıran onlarca yer gördüm! İrlandalılar da tıpkı biz Mezopotamyalılar gibi uygarlıkların topraklarında doğduğunu düşünüyorlar ve her ikimiz de günümüzde hala tarih yazan çekişmeler yaşamaktan kurtulamıyoruz. İşin ilginci ikimiz de haklıyız; uygarlık her iki toprakta da doğdu. Ve daha kim bilir hangi topraklarda… İnsanların renkleri, boyları ve huyları farklıydı ama ihtiyaçları aynıydı çünkü. İrlanda’da kendimi bir biçimde sürekli Mezopotamya’yı düşünürken, kıyaslama yapıp dünyanın bu çok farklı noktalarındaki iki bölgeyi birbirine benzetirken bulmamın nedeni her iki bölge tarihinin de geriye doğru izlenebildiği derinlik ve her iki bölge insanın da ait olduğu coğrafya için duyduğu yoğun kıvanç. Pek çok sayıda ve pek eski uygarlığa ev sahibi oldukları için, asırlardır biriktirdikleri yaşam bilgeliği sayesinde aynı güçte mitler yarattıkları için ve tabii tüm bu özelliklerinden dolayı aynı oranda hem isyan hem tevekkül ile dolu oldukları için tıpkı birbirlerine benziyorlar; birinde kadınların esmer tenini yakıp kavuran güneş, diğerinde çocukların soluk benzini sürekli ıslatan yağmurundan çok farklı olsa da…
Kırsal yaşamın anlatılmaz cazibesi… Bunca içinde dolaştıktan sonra fark ediyorum ki İrlanda kırlarının benim için şaşırtıcı olan tarafı, aslında taşraya ve kır yaşantısına hiç heves etmediğim halde bu çayırlarda gezerken hissettiğim ait olma, bütünlenme duygusu. Kır hayatına dair sevmeyeceğim tüm noktalar görünmeyen bir el tarafından bir tülle örtülüp yumuşatılmış gibi sanki. Normalde bu tür yaşam tarzında itici bulduğum her şey nasıl olmuşsa olmuş burada görünmez hale gelmiş. Biliyorum, tekrar olacak ama bu şaşırtıcı durumun en önemli sebebi, hiçbir şeylere benzemeyip ancak “İrlanda yeşili” diye tanımlanabilen o çok özel renk. Çimen yeşili gibi ama daha açık tonda ve parlak; sanki içerisine limon sarıları da var ama bu sarılar onu solgunlaştırmıyor, aksine inanılmaz derecede canlandırıyor. Bir yandan da tüm canlılığına rağmen benzer yeşillikteki başka coğrafyalarla, örneğin yağmur ormanları veya Güneydoğu Asya’nın pirinç tarlalarıyla karşılaştırılınca çok daha dingin, çok daha güvenilir ve sakin. Aslında buraya gelmeden bu yeşillik söz konusu olduğunda, “beni etkiler mi! Karadeniz’in yemyeşil doğasında yaşamış, tropik ormanların vahşi yeşilini görmüşüm ben!” diye düşünmüştüm; ama itiraf edeyim, böyle bir sonsuz dinginlik meğer beni her halükarda etkilermiş! Meğer ben daha önce hiç böyle büsbütün bir yeşilin içinde olmamışım, adeta yeşil bir denizde yüzerek yol almamışım! Saatlerce bir yemyeşilliğin içinden akıp gidiyorum, santimetrekare kahverengi veya siyah toprak görmemecesine. Okyanusta bir gemi nasıl suyun üzerinden sonsuz bir mavinin içinde kayarsa, otobüsümüz de İrlanda kırlarının arasından böyle bir yeşillik içinde kayarak gidiyor. . Açık denizde, en yakın karadan millerce uzaktayken sadece sınırsız bir mavilikle çevreli olmak gibi bu yeşilin ortasında olmak. İnsan bir süre sonra hep aynı noktada durduğunu zannetmeye başlıyor; yeşillik öyle tüm ve kesintisiz. Zaten ben de artık yeşilin kaç farklı tonunun iç içe geçip el ele tuttuğunu ayırt etmeye çalışmaktan vazgeçiyorum. Çayırlar sanki birisi eline bir fırça alıp onları özellikle hiç boş nokta bırakmamaya özen göstererek bu renge boyamış gibi; öylesine pürüzsüz ve kesintisiz. İkinci günden sonra çevreme her bakışta ruhumun biraz daha dinlenip dinginleştiğini, beynimin ve kalbimin beni zaman zaman yoran hızının burada yavaşlayıp normale döndüğünü fark ediyorum. Hal böyle olunca, er veya geç nasılsa geleceğini düşünüp durduğum için korkarak beklediğim yağmur bile beni üzmüyor. Tersine, sebep olduğu bu nemli ve puslu havanın sadece çevremdeki eşsiz yeşilliğin değil aynı zamanda meşhur İrlanda peri masallarının da “olmazsa olmazı” olduğunu şimdi artık biliyorum ve yağmur yağmaya başladığı zaman kızıp sinirlenmek veya hayal kırıklığına uğramak yerine beklentime kavuşmuş gibi mutlu oluyorum. Sisli ormanlarda beyaz atlı şövalyelerle işbirliği yaparak narin prensesleri insanüstü yaratıklardan koruyan pericikler; yoğunlaşan su damlalarının, aniden minik kanatlarını titreterek uçuşan iyi huylu bir ejderhaya dönüşmesi ve buna benzer daha birçok İrlanda öyküsünün tuzu biberi hatta nedeni bu ıslaklık; artık biliyorum. Çığlıkları rüzgarın uğultusuna karışan uğursuz gece kuşlarının gerçek kimliğine dair öyküler başka bir iklimde bu denli gerçek, bu denli keskin ve bu denli etkileyici olabilir mi? Burası Türkiye’den daha soğuk ve bu mevsimdeki Akdeniz’den daha ıslak ama bunlar sözünü ettiğim, etrafımda görüp içinde yüzdüğüm yeşilliğin de sebebi olduğu için artık başımın üstünde yerleri var doğrusu! Küçükken özellikle kötü ışıkta fazla okuyup gözlerimizi yorarsak bir süre yeşile bakmamızı öğütlerdi annem. İrlanda’da çevremi saran uçsuz bucaksız, kesintisiz, beneksiz, lekesiz inanılmaz parlaklıktaki yeşilden gözlerimi alamadan bakarken bu geliyor aklıma ve o yeşilin sadece gözlerimi değil içime akıp tüm bedenimi ve ruhumu da dinlendirdiğini hissediyorum. Bunun karşılığında birazcık ıslanmak nedir ki? Üstelik de yeşil ıslanınca, sanki bir ton daha açılıyor ve pırıl pırıl parlıyor, güneşin yokluğuna rağmen. Artık kendimi sanki bani sonradan da uzun süre dinlendirecek kadar yeşilliği gözlerime ve ruhuma depolamış gibi hissediyorum.
İrlanda’da kentler dışındaki son durak noktam Kuzey’de; vapurla İskoçya’ya ait adalardan birisine geçmeden hemen önce, Antrim Kıyısında karşıma çıkıyor Giant’s Causeway. Buraya kadar anlattığım insan yapısı tarihi kalıntılardan farklı olarak, bu bir doğa harikası. Antik çağda meydana gelmiş bir volkanik patlama sonucunda oluşan kırk bin adet birbirine bağlı bazalt kolondan meydana geliyor. Karşıdan bakıldığında kat kat, insan yapısı merdivenler gibi de görünen bu siyahi kolonlar belirli bir açıdan sanki yarısı denize gömülmüş dev bir orgun borularıymış gibi de duruyor; o denli simetrik ve muntazamlar. Ve insana sanki kulağına çarpan dalgaların sesi bu orga aitmiş ve birazdan akordu tamamlanınca bu yaşlı enstrüman ilahi bir müzik çalmaya başlayacakmış gibi geliyor. İrlandalılar, tahmin edebileceğiniz gibi boş durmayıp doğanın yarattığı bu tarihi kalıntıya da bir insan dokunuşu eklemişler ve hemen bu olağanüstü oluşumla ilgili bir efsane yaratmışlar. Çeşitli biçimleri bulunan ve kimin anlattığına bağlı olarak sonu değişen bu öyküye göre, Giant’s Causeway İrlandalı ve İskoç iki devin asırlar süren kavgası yüzünden inşa edilip sonunda onlardan bir tanesi tarafından yıkılmış bir yolun kalıntılarından oluşuyor ve zaten ismini de bu efsaneden alıyor. Bu yüzden de çevredeki kayaların arasında İrlandalı devin eşyalarına benzetilmiş olanlarını arayıp bulmak ayrı bir keyif sayılıyor. Bu öykü, efsanelerin nasıl yaratıldığına canlı bir kanıt gibi çünkü gerçekten de, Giant’s Causeway’in suda kalan kısmı İskoçya’ya doğru yapılmış ve sonra nedense denizde kalan kısmı yıkılmış eski bir yola da çok benziyor.
Bu kadar keyifli kır gezisinden sonra isterseniz biraz İrlanda’nın kentlerine de gidelim. Aslında doğası ve kırsal yaşamıyla bu kadar ünlenmiş bir ülkede kentlerden fazla bir şey beklemeyip İrlanda’yı görmenin bu kısmını atlamaya niyetlenebilirsiniz ama bilin ki eğer öyle bir şey yaparsanız çok yanılmış olursunuz çünkü İrlanda’nın kentleri çok güzel. Hele Dublin… Dublin’i size nasıl anlatsam? Kentin kendisine özgü büyüsünü? Çünkü tabii yeryüzünde ve hele Avrupa’da Dublin’e benzeyen ama ondan daha büyük, daha canlı, daha eski, daha kalabalık, daha daha bir sürü şey olan çok kent var. Ama Dublin çok özel… Bir kere, “Dublinli” olmak pek az başka bir kentte görülecek kadar bir ulusal kimlik ve gurur kaynağı insanları için. Bunu tanışıp sohbet ettiğiniz her Dublinli ile bir kez daha anlayabilirsiniz. Sonra Dublinli olmak demek, dünyaca ünlü birçok ilginç ismin de hemşerisi olmak demek… Bu söylediklerimi gerçekten hissedebilmek için Dublin’e gitmeden James Joyce’un “Dublinliler” (The Dubliners) adlı kitabını okuyup önce bu çok sıradan ama nasılsa çok da ilginç Dublinlilerle tanışmanızı öneririm. Çünkü o zaman oraya gittiğinizde tanıdıklarınızla karşılaşmış; eski arkadaşlarınızı yeniden bulmuş gibi olacaksınız. Joyce’un, melankoli ile karışmış keskin gözlem yeteneği ve büyük anlatım becerisiyle insanı sarıp sarmalamaması, sözü geçen insanları ve yerleri merak ettirmemesi çok zor. Aslında doğrusu, bencileyin bir edebiyat ve kent yaşamı delisinin keyiften aklını kaçırması bile işten değil Dublin’de çünkü bu minicik ve yaşam dolu kentin parklarında edebiyatçıların izleri, sokaklarında da yaşamın ta kendisi var sanki. Beklediğim makus kaderlerine dayanabilmek için neredeyse alkolik olmuş, günün erken saatlerinden itibaren içmekte olan mutsuz ve sarsak İrlandalılar nerede? Aksine mutlu, kendinden memnun, gelecekten umutlu ve gururlu bir takım insanlar kentin haklı olarak büyük bir üne sahip pub’larında ve barlarında iş çıkışı keyif yapıyorlar.
Güzel bir kent Dublin, kişilikli ve de her taşında, her meydanında, her ağacında anlatılacak bir öykü, bir edebi kişiliğin hayatı, bir önemli müzisyenin çocukluğu gizli… Sonra, dünyanın başka hiçbir yerinde bulamayacağınız bir müze var Dublin’de: Yazarlar Müzesi, benim kentteki favori mekanlarımdan… Edebiyat, İrlanda kültürünün önemli bir geleneği. Tam dört adet Nobel ödülü almış edebiyatçı yetiştirmiş İrlanda; William Butler Yeats, George Bernard Shaw, Sammuel Beckett ve Seamus Heaney. Ama ülkede yetişen ünlü yazarlar bununla bitmiyor. Guliver’in maceralarıyla tanıdığımız Jonathan Swift, gerek zamanına göre aykırı yaşamı gerekse unutulmaz tiyatro oyunlarıyla ünlü Oscar Wilde, dünya edebiyatına ait “tüm zamanların en iyi eserleri” sıralamalarında her zaman mevcut olan ölümsüz eseri “Ulyssess” ile James Joyce ve bunlar kadar aşina olmadığımız daha onlarca ünlü yazar ve şair… İrlandalılar hem çok yetenekli oldukları hem de yaşamlarında tarih boyu bir sanatla ifade etmek ve böylece içselleştirerek daha kolay tahammül etmek zorunda kaldıkları birçok acı yaşandığı için gerçekten şaşırtıcı ölçüde sanatçı bir millet. Bu zaten bizim bugün bildiğimiz şekliyle yazılı edebiyatın yaratılmasından çok önce var olan sözlü edebiyat ürünlerinden, masallarından, efsanelerinden de belli. Öte yandan, İrlanda’nın “şöhretler galerisi” sadece edebiyatçılar değil birçok dünyaca ünlü müzisyen ve ressamla da dolu; ilk aklıma gelen dünyanın en pahalı ressamlarından birisi olarak da bilinen Francis Bacon. Müzisyenler ise sayılmakla bitecek gibi değil ama aslında galiba ruhen tüm İrlandalılar müzisyen. Herkes bir enstrüman çalıyor veya en azından keyifle şarkı söylüyor. Doğduklarından beri gıdalarının arasında müzik de var sanki. Bu özelliklerini, yetenekleri ve gelenekleri kadar sürekli siyasal ve sosyal çalkantılar yaşamış olmalarına da borçlular. Zaten baskın olan müzik türü halk ezgilerinden ilham alan şarkılar ve melodiler. Müzik aslında tüm ezilip sömürülmüş toplumlar için bir umut kaynağı; Amerikalı zencilerden sonra buna en iyi örnek de sanırım İrlandalılar. Tarih boyunca mücadele etmek zorunda kaldıkları için kendilerini en fazla müzik ve dansla avutup öyle ifade etmişler. Düşünsenize, en önemli ulusal sembollerinden birisi Keltlerin çaldığı türden bir arp. Kelt müziği daha sonra hafifçe dönüşerek bugün İrlanda müziği denilen yumuşak ve sakin tınılı, çok dinlendirici müziği haline gelmiş ve arp da İrlanda’nın bölgesel bayraklarının üzerinde bir sembol olarak kalmaya devam etmiş. Ellerinde arplarıyla sokaklarda dolaşarak çalıp söylemeyi günümüzde de sürdüren geleneksel saz şairleri (bard) bile hala mevcut. Ama İrlandalılar müziğin sadece bu alanında ünlü değiller; hatta asıl şöhretleri rock ve pop müzikte. Bu alanda dünyaca ünlü bir sürü İrlandalı sanatçı var; Sinead O’Connor, Bob Geldorf, Enya ilk aklıma gelenler. Bir de İrlanda asıllı müzisyenleri, örneğin Bing Crosby, Elvis Presley ve Frank Sinatra’yı bu listeye eklerseniz tablo daha net bir şekilde ortaya çıkıyor.
Öte yandan, Yazarlar Müzesi tabii ki Dublin’in tek cazibe noktası değil. Eğer yolunuz düşerse Dublin’e ve benim ayak izlerimi takip etmek isterseniz, James Joyce’un sevgili karısı ve ilham perisi Nora’nın temizlikçi olarak çalıştığı Finn’s Hotel’e bir uğramalısınız mutlaka. Kolay değil, Joyce ölümsüz eseri “Ulyssess”in tüm hikayesini bir güne sığdırmış ve bu günü de karısıyla burada ilk buluştuğu güne rastlatmış! Sonra bence bu sanat turunu sürdürmeli ve Gate Theatre’a kadar uzanıp akşam bir Oscar Wilde oyunu izlemek için biletlerinizi almalısınız. Tiyatro ile ilişkiniz ne olursa olsun bu büyük yazarı doğduğu kentte, kendi evine birkaç yüz metre uzaklıktaki bu iki yüz elli yıllık tiyatroda izlemek eşsiz bir keyif çünkü. Sonra tabii mutlaka D’Olier Street sokağına uzanarak bir zamanların dokumacılık mahallesi olan bu çok sevimli ve canlı sokaktaki rengarenk evler arasında keyfinize uygun bir kahvehane bulup bir kahve molası vermelisiniz. Dublin’e yapılan hiçbir gezi St.Patrick Katedralini görmeden tamam sayılamayacağı için ne yapıp edip yolunuzu bir de buraya düşürmeniz gerek. St. Patrick 5. Yüzyılda İrlandalıları Hıristiyanlığa döndüren rahip ve müritlerine bu dinin “baba, oğul ve kutsal güç” üçlemesini bir yoncanın üç yaprağına benzeterek izah edip üç yapraklı yoncanın bugün İrlanda’nın diğer milli sembolü haline gelmesine sebep olmuş. Adına inşa edilen katedralin üzerine anlatılan tüm öykülerin sohbeti sayfalar sürer; buna yerimiz yok. Ama içinde dünyadaki tek “poposu açık İsa” tasvirinin bulunduğu vitraydan söz etmeden ve İrlanda’ya geldiğinde Hendel’in Messiah’sını çaldığı orgun bazı borularının şimdi bu katedraldeki büyük orga monte edilmiş olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Dublin’de yeterli vaktiniz varsa tabii ki Trinity College’i ve kütüphanesini görmeyi deneyeceksiniz ve bir ara bir yolunu bulup kentin göbeğinde bütün sevimliliğiyle hala balık satmaya çalışan Molly Malone heykeline bakmaya gideceksiniz. Ama benim önerim, tüm bunların yerine O’Connell caddesi boyunca yürüyerek Liffey nehrine ulaşmanız ve nehrin üzerindeki köprülerden birisinden karşıya geçip Temple Bar bölgesine uzanmanız. Hava yavaş yavaş kararmaya başladığında, Dame Street sokağına da bir göz atıp İrlanda’nın bu dünyaca ünlü çok meşhur barına yerleşebilirsiniz. Temple Bar üzerinde bulunduğu sokak, dış görünüşü, iç dekorasyonu ve sıcak atmosferiyle her bakımdan çok ilginç ve keyifli. Oturacak bir masa bulmanız zor olabilir çünkü günün hemen her saati dolu ama muazzam barın önünde içkinizi yudumlayabilecek bir boşluk nasılsa bulursunuz. İçkinizin single malt İrlanda viskisi mi yoksa üzeri krema gibi bir parmak köpüklü çok özel siyah bira mı olduğuna bağlı olarak, gözünüzün önünde sabah ziyaret ettiğiniz Guinness bira fabrikası/müzesi veya bir gün önce gezdiğiniz Jameson damıtımevi olur şüphesiz. İngilizlerin üretimine kısıtlamalar getirmesi yüzünden İskoç viskisi kadar meşhur olamayan viskilerinin dünyanın en iyi viskisi olduğunu iddia ediyor İrlandalılar ama bence asıl ilginç olan içkileri Guinness Bira. İrlanda çayırlarında yetişen arpa ve İrlanda kırlarının lezzetli suları, bu biranın tadının sırrı. 1759’da kurulmuş olan fabrika hala kavrulmuş arpadan yapıldığı için esmer renkli olan rakipsiz Guinness birasını üretmeye devam ediyor. Bu içkiye bira denmeli mi bilmiyorum çünkü biranın kaba tadı bunda katiyen yok. Sanki açık renk biralardan daha tatlı veya bana bardaklara doldurulup içilişinin özel merasiminden ötürü böyle geliyor. İpek gibi köpüğü dudaklarımı gıdıklayan, damağımda kadife gibi bir dokunuş yaratan bu esmer bira, üzerine içtiğim Irish coffelerle birlikte, gezi boyunca aldığım kiloların en büyük müsebbibi olarak kayıtlarıma geçmiş bulunuyor! Dublin’den ayrılırken aklımda şu düşünce var: Gördüklerimin zenginliği Dublin’in boyu bosu hakkında yanlış bir izlenim vermemeli. Aslında kent bazı ölçeklere göre o kadar küçük ki, hayatı boyunca Dublin’de yaşayarak, bir başka büyük şehri bile görmeden o güzelim edebiyat eserlerini yaratan veya o ciddi boyutta önemli mücadeleleri yürüten, benim gözümde “kocaman” olmuş insanların tüm yaşamlarını bu daracık sınırlar içinde geçirdiğini fark edince bir tuhaf oluyorum. Kendi küçücük kentinin dışına çıkmadan kocaman dünyanın tümünü etkileyebilmek… Çok şaşırtıcı ve hayranlık uyandırıcı, değil mi?
Belfast’a gelince… Büyük Britanya’nın bir parçası olduğu için daha canlı ve zengin zannediyorsanız bu kenti, yanılıyorsunuz. Dublin ünlü “büyük açlığın” kurbanı ama Belfast’tan asla daha fakir ve renksiz değil. Aksine, Katolik/Protestan çekişmesinin en önemli merkezi olarak iç savaştan çok büyük yara alan Belfast hala oldukça renksiz bir kent Dublin’e göre. Yine de Kuzey İrlanda’nın Kraliçe Victoria tarafından yaratılmış olan başkenti, pek çok keyifli yönleri de olan güzel bir kent olarak kalıyor aklımda. Bir nehrin kıyısına kurulmuş tüm kentler gibi sudan gelen güzellikleri var bir kere. Sonra bahtsız gemi Titanic’in yapıldığı tersane burada olduğu için bu konuya ayrılmış özel bir mahalleye ve ilginç Titanic anıtlarına sahip Belfast. Özellikle yeni açılan ve modern mimarinin çok iyi bir örneğini oluşturan Titanic gemisi biçimindeki Titanic Müzesi çok etkileyici. Zaten insan o tersanede ve limanda dolaşıp geminin büyük hevesle inşa edildiği yeri görünce ve büyük bir gurur içinde, umut ve neşe dolu yolcularıyla birlikte ölüme doğru demir alışını bu kadar yakından hayal edince, elinde olmadan içi ürperip bir tuhaf oluyor. Zaman duruyor bir an ve “acaba?” diyor aklım “birisi son anda koşarak limana gelse ve ‘durun! Sakın hareket etmeyin!’ diye haykırsa, kimse onu dinler miydi?” Cevabı sanki biliyorum; bir yandan hayalimde limanda kalanlara güverteden dantelli eldivenlerini sallayarak veda edenleri ve geminin son kontrollerini bitirip halatları toplayanları izlerken bir yandan da sanki gözümün bir ucuyla, “kendisi o gemide olamadığı için felaket haberleri uyduran kıskanç bir meczup” gibi kolundan tutulup hızla oradan uzaklaştırılan bu bahtsız kahini görüyorum…
Evet Belfast böyle… Çok güzel müzeleri, ilginç bir limanı ve keyifli pub’ları var. (Aslında beni yargılamayacağınıza söz verirseniz söyleyeceğim bir özelliği daha var: Ünlü “İrlanda keteni”nin ilk üretildiği sanayi kenti, bu ketenlerin anavatanı Belfast ve ben de bu kumaşın aşığı olduğum için bu gerçek, onun benim gönlümde özel bir yere yerleşmesine fazlasıyla yetiyor!) Ama anlattıklarımın hepsinden önemlisi, Belfast beklediğim gibi tamamen Protestan bir kent değil; tersine nüfus hemen hemen eşit sayıda Katolik ve Protestan’dan oluşuyor ve bu durum onu benim gözümde çok ilginç bir hale getiriyor çünkü bu yüzden iç savaşın asıl merkezi hep Belfast olmuş, çatışmalar İngiltere ve İrlanda Cumhuriyeti’ne buradan yayılmış. Şehir, savaş bittiği halde hala resmen olmasa da fiilen iki bölüme ayrılmış durumda ve tabii bu özeliğiyle hem çok irkiltici hem de çok ilginç. Bir caddenin sağ tarafı Protestan, sol tarafı Katolik mahallelerinin sınırı. Doğal olarak, savaş sırasında en kıyasıya mücadele buralarda gerçekleşmiş. Kısa süre önce böyle bir savaşın yer aldığı, insanların öldüğü, korktuğu, ağlayıp umutlandığı bir yerde bulunmak çok garip ve ürkütücü bir duygu. Farkında olmadan orada bulunduğu her saniye tarihin geri döneceğinden korkarak bakıyor çevresine insan. Yolda yürürken, sık sık arkama dönüp ne olduğunu bilemediğim bir şeyi kontrol ettiğimi fark ediyorum. Sanırım ansızın önümde bir bomba patlamasını veya bir çatıdan bir keskin nişancının ateş etmeye başlamasını bekliyorum ürkerek… Daha da beteri, birisinin aniden önüme çıkıp hangi tarafı seçtiğimi, hangi gruba ait olduğumu sormasından, beni bu konuda tercih yapmaya zorlamasından korkuyorum. Üstelik Belfast’ta bu geçekleri bir an bile unutmak hala çok zor çünkü kent iç savaşın ve ayrımın öyküsünü anlatan devasa duvar resimleriyle dolu. İçlerinde en ünlüsü, hapishanede öncülüğünü yaptığı açlık grevi sırasında ölen meşhur direnişçi Bobby Sands’in resmi. Kentte yaşanan anlaşmazlıklara genel bir isim verip “The Troubles” (“sorunlar” veya “belalar”) diyor Belfastlılar. Ve başta Shankhill Caddesi olmak üzere kentin tamamını gezince insanın aklına kazınan savaş, hapis, ölüm, çatışma, bomba, açlık grevi gibi acıların hayalini silmeye ne bir metre yana yatmış haliyle dünyanın en ilginç saat kulelerinden birisi olan Albert Tower, ne St. George’s Market’da sokak çalgıcıları eşliğinde sabah kahvaltısı, ne de Great Victoria Steet’de keyifle gezinti yapmak yetmiyor; insanın soluğu İrlanda’nın en meşhur barlarından birisi olan Crown Bar’da alması gerekiyor!
Dublin ve Belfast dışındaki İrlanda kentlerini ayrı ayrı anlatmaya gerek var mı, bilmiyorum. Güneyde Galway, Killarny ve Kilkenny, kuzeyde de Derry (veya buraya taşınıp yerleştirilen Londralılar yüzünden Londonderry) nispeten büyük ama bizim ölçülerimizde irice birer kasaba boyutunda olan şehirler. Ama benim aklımda bunlardan çok minicik, köy kıvamındaki kıyı kentleri kalıyor. Rengarenk ama aynı zamanda tuhaf biçimde sakin ve pastel, birbirine çok benzeyen şehirler. Bunların çoğu balıkçı kentleri sanki ve sanki hepsinde deniz kıyısına iner inmez karşıma, balığa çıkmış olan kocalarının saatler evvel ansızın patlayan fırtınadan sağ salim dönmesi için endişe içinde dua ederek bekleyen geçen yüzyıl kadınları çıkacakmış gibi geliyor bana; zaman sanki oralarda belirsiz bir yerlerde duraklamış gibi… Hemen hepsi bir ana cadde üzerine karşılıklı dizilmiş dükkanlardan oluşan bir “kent merkezi”ne sahip bu kentlerin. Bu çarşı bölgeleri bana nedense küçük Amerikan kasabalarını hatırlatıyor. Hani trenin sadece geçerken yavaşlayıp istasyonda durmak zahmetine bile katlanmadan geçip gittiği kasabalar. Ama gel gör ki benzerlik burada bitiyor çünkü İrlanda kentleri küçücük boyutlarına ve daha ilk görüşte dışarıdan bakınca bile açıkça belli olan taşra yaşantılarına rağmen hiç de sözünü ettiğim Amerikan kasabaları gibi sevimsiz ve klostrofobik değiller. Aksine, evlerin rengarenk boyalı olmasından mıdır yoksa tüm pencerelerde mevcut olan bu mevsim şıkır şıkır açmış petunyalar ve mor salkımlardan mı bilmem, insana gülümseyen bir halleri var bu kentlerin. Bazılarında evlerin ön yüzleri ve kapıları, içlerinde yüzyıllardır yer alan hayatı tasvir eden resimlerle süslü. Bazıları da çarşılarındaki kumaş örtülü masalar üzerinde İngiliz porselenleriyle çay servisi yapan minicik çay ve pasta “salonları”, kapılarında kırmızı beyaz çizgili lambaları olan eski usul berber dükkanları, mahalle kasapları ve dördüncü nesildir aynı dükkanda çalışmakta olduklarını vitrindeki tabelayla ilan eden terzi veya sütçü aileleriyle gerçekten içinde yaşadığımız zamana henüz hiç uğramamış gibiler. Bu duygularımı yüksek sesle dile getirince yol arkadaşım bana içlerinden geçerken dinginliğine vurulduğumuz bu kentlerin mutluluk ve huzur saçma durumunun, hepsinde eksiksiz mevcut olan İrlanda pub’larıyla çok yakından ilgisi olduğunu hatırlatıyor gülümseyerek ve sanırım Guinness, yok Talisker, yok hayır irish coffee derken galiba ben de ona hak vermeye başlıyorum! Ama durun, tam anlamıyla şeytana uyup yanımda oturan İrlandalılarla birlikte ünlü “İrlanda içki şarkıları”ndan (Irish drinking songs) birisini söylemeye başlamadan, henüz aklım başımdayken yani, size İrlanda’nın minik kıyı kentlerinin bana yaşattığı duyguyu en iyi tanımlayan şeyi de söyleyeyim… Bu kentlerin hemen hepsinde insan kendini yazdığı kitabı bitirmek için çok ihtiyaç duyduğu huzur ve sükunu bulmak için bir ücra taşra kasabasında inzivaya çekilmiş bir yazar gibi hissediyor. Bu duygu inanılmaz ölçüde keyifli, hatta eğlenceli ama biz kitap yazmadığımıza göre isterseniz gelin huzur ve sükuna boş verip bir yandan içkilerimizi yudumlarken bir yandan da çevremizdeki güler yüzlü İrlandalılarla sohbet edelim. (“Public house”, yani “halka açık mesken” sözünün kısaltılmışı olan pub kelimesinin anlamına bayıldığımı da bu vesileyle belirteyim. Meyhane, bar ve benzeri içki içilen yerlerden hiçbirisinin anlamı bu kadar açıkça davetkar olmadığı için!) Hem belli mi olur, bakarsınız sonsuz rutubetli bir ülkede yaşadıkları için bükülmüş olan romatizmalı sırtları yüzünden gözünüze bin yaşında gibi görünen bir takım İrlandalılar kalkıp dans etmeye de başlarlar. Kendilerini bildiklerinden beri hep çok içmiş olmaktan yüzleri kıpkırmızı olur ama enerjileri sizi şaşırtır, nefes nefese kalıp onların keyifle sürdürdükleri dansın ritmine uymakta zorlanırsınız… Meşhur Amerikan “tap dance”ının ağababası olan ve dünyada “Riverdance” gösterisiyle ünlenen İrlanda halk dansını yapmaktadırlar çünkü.
Ülkenin bu keyifli yanları ne denli hoş olursa olsun, İrlanda’dan söz edip de tarihinin savaşlara eş oranda acılı geçen bir döneminden 1845-1852 yılları arasında yaşanan ve bir milyon civarı İrlandalının açlıktan ölmesine neden olan meşhur “patates kıtlığı”ndan bahsetmemek olmaz. İrlanda’nın temel olarak İngiltere’ye ekonomik yönden bağımlı olduğu için yaşadığı bu felakette nüfusu %20-25 oranında azalmış. Tüm Avrupa’daki patates tarlalarına gelen bir hastalık yüzünden yalnız İrlandalıların bu kadar çaresizce telef olmasının nedeni, İngilizlerin adada diğer ürünlerin üretimini kontrol ederek İrlanda’nın patatesten başka şey tüketmez hale gelmesini sağlamış ve üstelik de bunu özelikle İrlanda’nın Katolik bölgelerinde yapmış olması. Bu durum İrlanda’nın nüfus özelliklerini ve sosyal gerçeklerini değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda da İngilizlere karşı güçlü bir direnişin ve milliyetçi hareketin başlamasına yol açmış. “Eh, zavallı İrlandalılar isyan etmesin de kim etsin!” diyeceğim ama birçoğunuzun “birazcık geç kalmadılar mı, pardon?” dediğini de duyar gibiyim. Doğrusu ben de bu soruyu soranlardanım aslında. Buna benzer bir durum dünyanın bu taraflarında olsa çok daha çabuk ve çok daha güçlü bir tepkiyle karşılaşır, hiç kuşkusuz. Kuzeyin insanları herhalde çok daha soğukkanlı, sabırlı ve dolayısıyla da yavaş oluyorlar diye düşünüyorum. Bu kadar çaresizlik ve haksızlık karşısında tevekkül hangi koşulda olursa olsun insan onuruna yakışan bir şey değil diye düşünüyorum. Ama belki de yanlış ve saçma düşünüyorum çünkü iklimi, zengin yiyecek kaynakları ve güzelim gelenekleri sayesinde hiçbir zaman hiç kimsenin bu denli sert bir açlık sınırına gelmediği bir ülkenin insanı olarak çok farklı koşullara göğüs germek zorunda kalmış başkalarını eleştirmem de doğru değil…
Uzun sözün kısası, büyük açlık sayesinde ortaya çıkan hoşnutsuzluk giderek artıp yayılarak sonunda 1916 yılında İrlandalıların İngiltere’den ayrılma isteğini ortaya koyan bir resmi isyana, ünlü Paskalya Ayaklanması’na dönüşmüş. İsyan kısa sürede hüsranla ve çoğunluğu olayla ilgisi bile olmayan on beş kişinin idamıyla sonuçlanmış gerçi ama ok yaydan çıkmış bir kere. Bu tarihten sonra bağımsızlık hayalinin tohumları yeşermeye başlamış ve kısa süre sonra İrlanda’nın İngiltere’den kopmasını sağlayacak olan IRA yani İrlanda Cumhuriyet Ordusu kurulmuş. Bugün Dublin’de Paskalya Ayaklanmasının anısına yapılmış olan “Ansıma Bahçesi” (Garden of Remeberence) adlı anıta yolunuz düşerse, sadece ayaklanma sonucunda burada idam edilenlerin değil 1832 Paris Haziran İsyanında aynı biçimde ölenlerin, 1953 isyanında Berlin’de katledilen inşaat işçilerinin veya 1970’lerde yirmi beş yaşında darağacına gitmeyi göze almış olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ruhunun da çevrenizde dolaştığını duyar gibi oluyorsunuz. Bu kadar haklı ve nahif hareketler sonucu yaşamını kaybeden böyle inançlı ve böylesine kararlı insanlar, nereden ve kim olurlarsa olsunlar yüreğime aynı şekilde dokunuyorlar. O kadar gerçek ve o kadar tanıdıklar ki… William Butler Yeats’in “Paskalya, 1916” adlı şiirinde dediği gibi “Onlara günün sonunda rastlamışlığım var/Canlı yüzlerle karşıma çıktıklarında/Tezgahlardan veya masalardan kalkıp/Gri on sekizinci yüzyıl evlerinin arasından/bir baş sallamasıyla geçmişliğim var/veya anlamsız kibar sözlerle/veya oyalanıp bir süre/onlara anlamsız kibar sözler söylemişliğim ….”
İrlanda’nın bölünmesi aslında hiç de doğal bir durum olmadığı için, tahmin edilebileceği gibi, bugün kültürel anlamda ülkenin bütünlüğü pek de etkilenmiş görünmüyor. İç savaş bittiğinden beri gündelik yaşamın iki ülkede birbirinden çok farklı olmadığı kesin. Bu konuda iki taraf da son derece uzlaşmaz olduğu halde sanki ikisi de diğerinin imana gelip birleşme önermesini bekliyor, bunun olmayacağını bile bile. İrlanda Cumhuriyeti’nin tavrı, galip ve egemen bir ülkenin kendine güvenen affedici ve hükümran davranışı gibi sanki; onlar adanın Kuzeydeki minik parçasını İngiltere’nin bir bölümü gibi düşünmeye hala alışmış değiller. Sanki Güney İrlanda’nın kafasında Kuzey, hata yapmış ve bir gün gerçekleri görüp aslına dönecek yaramaz bir çocuk gibi. Hatta İrlanda Cumhuriyetinde yaşayanlar Kuzey İrlandalıları ayrı bir ülkenin insanı olarak görmeyip onlara İngiliz pasaportlarına ilaveten İrlanda pasaportu da veriyorlar. Buna karşılık, Kuzeyliler Güneylilere karşı çok daha eleştirel yaklaşıyorlar; Katolik oldukları ve bağımsızlığı seçtikleri için onlara hala kızgın gibiler. Ama bu söylediklerim sizi yanıltmasın; İrlanda adasında herhangi bir siyasi birleşme çok zor çünkü altını çizerek tekrarlamakta fayda var: Sorun siyasi olmaktan çok din ayrımı ile ilgili.
Şimdi yazmayı deneyince fark ediyorum ki İrlanda ile ilgili anlatılacaklar ondan daha ilginç görünen çok daha büyük birçok başka ülkeden kat kat fazla. Kültürü, günlük gerçekleri, tarihi çok derin ve zengin. O yüzden, aktaramadıklarımı keşfetmeyi size bırakıp minik bir tavsiye ile yetinmek niyetindeyim: Hava koşulları veya ülkenin küçüklüğü sizi şüpheye düşürmesin; İrlanda çok gidilip görülesi bir yer. Bazı yerlerde hayalini bile kuramadığı bir yere beklenmedik bir şekilde ulaştığı için mutlu olur insan, bazı yerlerde de uzun zamandır hayalini kurduğu bir yere nihayet gelebildiği için. Derin bir nefes alıp “iyi ki buradayım” der ve içine akan dinginliğin veya enerjinin tadını çıkartır. Bu öyle çok sık gerçekleşen bir şey değildir ve olduğu zaman kıymetini bilmek gerekir. İrlanda benim için işte böyle bir yer oldu. Hayal ile gerçek arasında kolayca gidip gelmemi sağladı; bir tarafta Guliver’in Lilliput evleri ve masal bahçeleri, diğer yanda özgürlük savaşının kahramanları vardı. Bu da bana, bu seyahati yaparak böyle bir huzuru yerinde aramayı herkese tavsiye etmek isteyecek kadar iyi geldi…
Bu öneriyi hemen yerine getirmeniz zorsa eğer gelin şimdilik sizinle söylediklerimi canlandıracak, sizi oralara gitmeden İrlanda’ya taşıyacak bir oyun oynayalım: Bir an gözlerinizi kapatıp şu söylediklerimi hayal edin: Bir karanlık bataklıktasınız ve etrafa çöken sisin yoğunluğu yüzünden zamanın gece mi gündüz mü olduğunu tam kestiremiyorsunuz. Her şey ve her yer koyu bir grinin tonlarında. Bataklık ince ince tütüyor; genzinizde sevimsiz bir kükürt kokusu. Arada bir üzerinizden çığlık atarak kargalar geçiyor. (…ki bu diyarlarda sayıları pek çoktur ve Kelt inancında uğursuz kabul edilirler.) Birazdan karga çığlıklarına puhu kuşlarının uğursuz feryatları da karışıyor. Çevrenizdeki grilik o denli yoğunlaştı ki, güneşin bu ülkeye hiç uğramadığına yemin edebilirsiniz. Güç bela yürüyerek geldiğiniz noktada sislerin arasından birden karşınıza yüzlerce yıllık bir kalenin yıkıntıları çıkıyor. Önünüzü tam göremiyorsunuz ama hissediyorsunuz; ürkünç bir uçurumun tepesindesiniz. Az önce farkında olmadan bataklık alandan çıkmış olmalısınız. Aşağıda kudurmuş gibi kayaları döven deniz ve ölmüş gemicilerin sanki yüzlerce yıldır dalgaların sesine karışan çığlıkları. Ansızın uzaktan yaklaşmakta olan uğultulu bir rüzgarın sesi çarpıyor kulağınıza ve yüzünüz aydınlanıyor sevinçle. Artık biliyorsunuz ki birazdan bu uğursuz gece kuşlarının çığlıkları dinecek çünkü yaklaşmakta olan rüzgar üzerinize çöreklenmiş olan sis tabakasını dağıtıp sizi tekrar gün ışığına kavuşturacak. İşte tam bu noktada görüyorsunuz fark edilmeden kaçışmaya çalışan mum kanatlı perileri… İsterseniz bu masala birden bire sislerin arasından beliren, kuzey dillerinden birindeki adını asla doğru telaffuz edemeyeceğiniz, uzun boylu, uzun saçlı, geniş omuzlu bir yarı-tanrı kahraman da ekleyebilirsiniz… Ama bence yapmayın; yeter. Sadece şunu bilin; bir İrlanda efsanesinin içindeydiniz ve bu çizdiğim tablonun yarısı masalsa, yarısı da bu diyarların Ortaçağ yaşantısıydı.
Açın gözlerinizi şimdi; yüzünüzü gün ışığına dönün ve saçlarınızda dolaşan rüzgarı içinize çekin. Sonra eğilip gözlerinizi kamaştıran yeşilliğe dokunun ve koyunların boynunda çıngırdayan çan seslerini takip edin. İşte şimdi de İrlanda gerçeğindesiniz; kendinizi ortasında bulduğunuz yeşillik İrlanda’nın bugünkü gerçeği… Tertemiz, yemyeşil, parlak ve canlı ve köşeyi dönünce içeri girip keyif yapacağınız bir pub’a sadece birkaç adım mesafede… Hem belli mi olur belki de o pub’ın en kuytu köşesinde, karanlık bir masada sizi bir tanıdık bekler. Siz ona yaklaşıp gülümsersiniz; o miyop gözleriyle tam göremeden size bakar ve mutsuz bir yüzle içmekte olduğu beyaz şarabından bir yudum daha alır. Siz kendinize bir duble halis İrlandalı single malt viski ısmarlarsınız ve “hoş geldin James” dersiniz, “demek sonunda İsviçre’den döndün…” Sonra o size Finnegan’ın son durumundan söz eder, siz de ona Gate Theatre’da geçen akşam gördüğünüz oyunu anlatırsınız. Ve sonra ikiniz de susarsınız ve masadaki bardakların içinden tüm İrlanda geçer…
Güzin Yalın
Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır.