Yapar Benim Kızım!

7 Ekim 2021

Bugün hava enikonu kapalı. Kurşuni bulutlar, sahil yoluna kadar inmişler, etekleri yerlere sürünüyor. Deniz, karşı kıyılar, hepsi görünmez olmuşlar. Sis varmış gibi ama değil. Düpedüz bulutlar… Televizyondaki haberler de bulutlu, birbirinden iç kapayıcı. Pencerenin önündeki çam ağacı belli bir ritimle sağa sola sallanırken, birden telaşlandı, hareketleri sertleşti. Doğudan kopup gelen şiddetli rüzgâr, bulutları önüne kattı, götürüyor. Yavaş yavaş, önce sahil yolu, deniz, ardından karşı kıyılar görünmeye başladılar. Dalgalar ve beyaz köpükler… Yolda belli belirsiz bir ıslaklık var. Demek ki, rüzgârla birlikte atıştırıyor.

Yarım saat sürdü sürmedi, o kurşuni bulutlar, Osmangazi Köprüsü’nü aşıp Hersek’ten ötelere doğru itelendiler, oraları karardı. Onların yerine, yoğun, soğuk beyaz, top top bulutlar ve aralarından görünmeye çabalayan soluk mavi bir gökyüzü kaldı geriye.

Rüzgârdan etkilenmeden, pencerenin önünde, doğanın bu görkemli, başına buyruk gösterisini izlemek güzeldi, hem de en öndeki locadan… Kalkmalıyım, yapmam gerekenler var. Gözüm, dışarda olanlara bakarken, kucağımda öylesine kalıvermiş ellerime takılıyor. Fırsat bu fırsat, onlar da bayağı dinlenmişlerdi işte! Yıllar içinde ne kadar farklılaştılar! Bilmesem, iki ayrı kişiye ait diye düşünebilirim. Sol elim, eski sol elime daha çok benziyor da, sağ elim, enikonu değişerek yaşlanmış! Hak vermek lâzım. Sol el, ömür boyu, biraz aristokrat geçiniyor, her olaya, her duruma atlamıyor, sağa göre sanki hanım evlâdı! Onun kadar yüklenmemiş, yüklenmiyor… Hep yardımcı durumunda kalıyor. Hak yememek gerekir, ilk günden beri, iyi bir ikililer ama sağdaki sorumluluğu üstlenmiş durumda.

Sorumlu sözcüğünden aklıma geldi. Dün, evin önünden, ellerinde dolu torbalar, iki çocuklu bir kadın geçiyordu. Çocuklardan büyüğü, kız olanı, altı-yedi yaşlarında gibi görünüyor. Üç-dört yaşlarındaki erkek, afacan bir şey! Her ne görürse atlıyor. Abla, baş etmeye uğraşıyor zavallı. Doğal sonuç, ufaklık düştü, ağlamaya başladı. Anne paketleri yere koydu, düşeni kaldırdı, azarladı; sonra da ablaya, sert sert, sorumluluk sendeydi, onun nasıl bir çocuk olduğunu bilmiyor musun, dedi.

Sorumluluk sahibi olması gereken altı- yedi yaşlarındaki abla, ne yanıt verdi, duyamadım. Gerektiğinde yüklenirim de, sorumluluk sözcüğü bana pek sevimli gelmez. Eskiden, çocukluğumda mesuliyet denirdi; on ki yaşıma bastığım yılın temmuz ayıydı, başka yılları bilmem ama o yılın temmuzu, yüklenen mesuliyet nedeniyle, benim için otuz değil, en azından altmış çekmiş olmalıydı… Ayın başıydı sanırım, akşam babam işten geldi:

“Okullar tatil olduğuna göre, bu ay evin bütçesini idare etmek senin,” dedi, masanın üstüne bir tomar para koydu. “Evin günlük alış verişleri, elektrik, su, havagazı faturaları, hatta annenin ojesini bile sen düşüneceksin… Yeterince büyüdün, hesap kitap biliyorsun, bu ay bizi idare et, bakalım.” Annem, pes perdeden itiraz edecek oldu. Belki aralarında, kaş göz işaretleri bile geçmiştir de ben şaşkınlıktan fark etmemişimdir…

Babam, meşhur, “Yaparrr benim kızım”larından birini bastırdı. “Yapar”ın sonundaki “r” bir değil, beş değil, on “r” gücünde sanki… Gel de, “yapamam” de! Bana o kadar mı güvenirdi, yoksa kendince bir yöntemle eğitmeye mi çalışıyordu, bilemem ama bütün çocukluk ve yetişme yıllarımda, ben bu “yapar benim kızımları” sırtımda taşıdım durdum. Babamın bu oldubittisiyle başıma ne geldiğinin henüz farkında değildim. Bana anlatıldığına göre, şöyle bir tepki göstermişim:

“Ben mi? Her şeyi mi?”

Manavımız, doğu illerinden birindendi. Ne alacağımı bilmiyorum ya, her gidişimde sebzelere, meyvelere uzun uzun bakıyorum. Bana yardımcı olmaya çalışıyor. Kendi yöresinin aksanıyla, “anağa (annene) şunu vereyim, bunu vereyim” diye önerilerde bulunuyor. Sıra hesabı ödemeye gelince, uzanıp tezgâhtan bir kese kâğıdı alıyor, üzerine, tek tek aldıklarımı alt alta yazıp topluyor, şu kadar tuttu, diye bana söylüyor. Buraya kadarı iyi, hoş da, ne yazık ki, ben eski yazı rakamları bilmiyorum, o romen rakamlarını bilmiyor… Mesuliyet sahibi biri olarak alıp verdiğimin hesabını tutmalıyım. Evde babamın çocukluğundan kalma bir Tarih-i Umumi’si var, sayfaların köşelerinde de kaçıncı sayfa olduğunu belirten rakamlar… Kaç rakam ezberleyeceğim ki… O iş kolay. Artık manav amca hesap yaparken, bildiğimi belirtmek için ben de yüksek sesle toplamaya katılıyorum.

Yarabbi! Bir evin her gün, her hafta, bir ay boyunca, ne kadar çok harcaması olurmuş… Ben bile, Çocuk Haftası, Doğan Kardeş ve Binbir Roman alıyorum. Gideri azaltmak için birinden vaz geçsem mi acaba? O da olmaz ki! Aboneyim!

Sık sık anneme soruyorum, makyaj malzemeleri bitti mi ya da kuaföre, Aslan Abi’ye gidecek mi diye… Sanki her gün makyaj yapıyormuş veya kuaföre gidiyormuş gibi. Babam, annemi bakımlı sever! Benim yüzümden aralarında bir sorun çıksın istemem. Kim bilir, o ikisi içlerinden benim bu hallerime ne kadar gülüyorlardı?

Neyse ki kahvaltılıkları babam Eminönü’nden getiriyordu. Onun parasını ayırmış olmalı, diye düşünüyordum. Çocukluk, saflık…

Tek bildiğim et türü kıyma. Oysaki, annem tas kebabı yapıyor, külbastı pişiriyor… Sorunca da evde vardı deyip geçiştiriyor! Hiç üstelemiyorum, çok işime geliyor! Moliere’in Harpagon’u gibiyim. O altınlarını sayıyor, ben elimde kalan paraları. Ya idare edemez de, evi, ayın ortasında yarı yolda bırakırsam, diye aklım başımdan gidiyor. Zaten pek dışa dönük biri sayılmazdım, şahtım, şahbaz olmuştum, herhalde!

Deneyden alınan sonuçtan babam memnun kalmış mıydı, bilmiyorum ama o temmuzun ardından gelen ağustos, benim ağustoslarımın en güzeliydi, kuş gibi hafiflemiştim.

Doğal olarak ilerleyen yıllarla, geçmişi, o geçmişin üzerimde bıraktığı etkileri, yaşıtlarımla kendimi düşünüyorum. Farklılıklar seziyorum.

Tek çocuktum, kardeşim yoktu. Olsun. Yeğenlerim, kuzenlerim var, teyzem var, her biri benden on- on iki yaş büyükler. Tuhaf bir uyum içinde, onlar benden sıkılmıyorlar, ben de kendimi onların içinde yabancı hissetmiyorum. Bir araya geldiğimizde bir aksaklık yaşanmıyor. Halamın eşi, koskocaman eniştem, okuldan dönüş saatimi biliyor, beni balkonda bekliyor, “Hadi bir el bezik oynayalım da eve öyle git,” diyor. Çocuk muyum, büyük müyüm, bilmiyorum. Yuvarlanıp gidiyoruz işte…

Evlendiğimde, doğal olarak yaşım nedeniyle, aile terazisinin hafif kefesinde ben, ağır gelen kefesinde eşim olması gerekirken, bizdeki durum tersine! Onun çocuksu karakterini benim ağırbaşlılığım dengeliyor. Böylece yıllar yılı aynı hizayı tutturuyoruz. Yadırgamıyoruz da. Çünkü yola çıkarken öyle çıkmışız.

Ailenin bireylerini derinden sarsacak, üzecek bir olay olduğunda, konuşulurken, duyuyorum, “O bile ağladı,” deniyor, benim için. Yani, herkes istediği kadar ağlayabilir, bu acıya yürekler dayanmaz. Geriye onaylamak için imza, mühür filan gerekmez! “O bile güldü!” dendi mi, bundan komik bir olay olabilir mi?

Yıllar yılı böyle sürüp giden bir ağırbaşlılık, belki artık beni yoruyor olabilir, çünkü dalmış, ciddi ciddi yazarken, sanki biri elime “pat” diye vurmuşçasına, birden ortalığı bulandırıveriyorum.  Yazdıklarımı okurken, böyle yaptığım yerlerle karşılaştığımda, hiç aldırmıyorum, düzeltmiyorum. Konuşurken de böyle durumlar oluyor. Gerçi yaşıtlarımla güzel güzel anlaşıyorum; yaşıma yaraşır bir şekilde, ağrılarımızdan, tansiyonumuzdan, kolesterolümüzden, kalp yetmezliğimizden filan bahsediyoruz. Doktorlarımızın söylediklerini birbirimize naklediyoruz da, gençlerle beraber olunca biraz dengesiz davranıyorum, sanırım. Koyuyoruz dünya kazanını ortaya, ellerimizde birer kepçe, hababam karıştırıyoruz, işin tuhafı, ne onlar beni yadırgıyor, ne ben onları… Hatta geçen hafta kelime oyunu oynadık, bilgi yarışması bile yaptık. Yani onların deyişiyle söyleyeyim: Sıkıntı yok! Bazen kaptırıp gidiyorlar, “hop hop hop” ben sizinle aynı yaşta değilim, diye uyarıyorum.

Yaşadığım o kısa deneyimin ve daha nicelerinin gerçekten, yaşam biçimim ve kişiliğimin oluşmasında etkileri var mıydı, ben konunun uzmanı değilim, hiç bilemem elbette. Bugün her yaştan, her konumdan pek çok sevdiğim, dostum, tanıdığım olması, sandığım kadar da tatsız tuzsuz, içine kapanık, gülmeyi unutmuş biri olmadığını düşündürüyor bana… Ama yine de sorulsa, her çocuk çocukluğunu doya sıya yaşamalı derim. Geriye dönüp baktığında, yüzünde o günlerden kalmış gülümsemeler belirmeli derim. Yaptıklarını hatırladığında, hoşgörüyle, “çocukluk işte!” diyebilmeli, derim.

Ayla Özberk

 

Yukarı