TREN / GAR

25 Haziran 2021

Trenler beni hem heyecanlandırır hem de hüzünlendirir. Çocukluğumda, İstanbul’da “karşı taraf”ta oturduğumuzdan mıdır bilemiyorum, trene çok daha fazla binerdik. Aslında o zamanlar banliyö trenleri bende coşku yaratırdı; herhalde kısa süreli misafirliğe gittiğimiz ve bu günlük gezmelerde ziyaret ettiğimiz kuzenlerle oyun oynamak heyecanla içimi ısıttığı için. Oysa İstanbul-Ankara gibi uzun yolculuklarda, hele gece treni ile gidiyorsanız, kalabalıklarla birlikte de olsanız, yalnızlık duygusu sizi sarmalar. Tren hızla giderken camdan ışıkları yansıyan evlere baktığınızda evrende herkesin ne kadar birbirinden farklı olduğunu, yaşanan bilmediğiniz pek çok başka hayatların varlığını ve bunların yarattığı belirsizliği algılamak içinizdeki yalnızlık duygusunu arttırır. Hele gecenin karanlığında trenin tıkırtısı ve ara sıra duyulan düdüğü bende hep garip ve hüzünlü duygular yaratır.

Tren garlarına gelince… Bence doğal olarak her gar biraz da ayrılıkların mekânıdır. Fransız müziğinin çok beğendiğim şarkıcılarından Henri Tachan, “Une gare” (Gar) adlı şarkısında kendisini terk eden sevgilisinin peşinden dönüşü olmayan aşkların mekânı gara gelir; birbirini ezen, engelleyen kalabalıkların arasında koşuşturur, bağırır; sonunda onu acı dolu iki valizin ortasında yün fularından tanır. Trenin alıp götürmesine ramak kala onu ellerinden yakalar ve şarkı “Gel evimize dönelim hemen… Yürüyerek…” diye biter.

Garlarda bir kenarda duran yük vagonlarının, seyrettiğim filmlerin katkısıyla da olsa gerek, II. Dünya Savaşı’nın Nazi toplama kamplarını, o derin acıları çağrıştırıp beni ürperttiği de olur.

Sözünü ettiğim filmlerden beni en çok etkilemiş olanı, Pierre Granier-Deferre’in bir Georges Simenon romanından uyarladığı 1973 yapımı “Le Train” filmi, 1940 Mayısında, Almanların Fransa’yı işgale başladığı günlerde, trenle güneye kaçmaya çalışan Julien (Jean Louis Trintignant) ile Alman yahudisi Anna (Romy Schneider) arasında yük vagonunda yaşanan aşkı anlatır.

Garların vaz geçilmez bir başka özelliği olan lokantaları ise hem hüzünlü hem de sunumları nedeni ile çok caziptir. Mesela, yıllar önce Sirkeci Garı’nın lokantasında yan masada yemek yiyen Kosova Prizrenli bir grubun kutlamalarına katılıp eğlendiğimiz bir Pazar akşamüstünü unutamam. Hem Pazar gününün o ertesi gününe hazırlık ve haftaya başlama sıkıntısı yok olmuştu hem de Balkanların bağrından çıkıp gelmiş insanların coşkusu sıcacık bir ortam yaratmıştı.

Unutamadığım bir başka tren garı lokanta anısı da Haydarpaşa Garı’ndaki lokantadan kalmadır. Dışarda kar yağarken, trenin kalkmasına bir saat kala güzel tadımlık mezeler ve içli Türk müziği eşliğinde hoş vakit geçirip sonra bu keyfi trenin restoranında uzattığım bir akşamın zevki hep aklımdadır. Zaten tren yolculuklarında en çok restoran vagonunu ve burada geçirdiğim zamanları sevmişimdir. Telaş içinde yemek yiyenlerin yaptığı sohbetlerden gelen ve trenin ritmik tıkırtısına karışan sesler sanki trenlerde içimi saran hüznü biraz dağıtır. Ayrıca havaya yayılan yemek kokuları bu ambiyansı daha da güzelleştirir ve işte o zaman da içimdeki trenlere dair coşkulu ve şefkat dolu duygular ortaya çıkar. Bu ikilem ile güzel hayallere dalarım. Çocukluk ve ilk gençliğimde Ankara-İstanbul tren yolculuklarımda çevreyle ilgilenerek, yolculuk yapan genç üniversitelilerin sohbetlerini dinleyerek veya flört etmelerini izleyerek yaşadığım inanılmaz merak ve heyecanı anımsarım.

Haydarpaşa Garı’nın keyiflerini ansımışken, kapı girişindeki vitraylarından da söz etmeden olmaz. Güneş batarken günün son ışık oyunlarının bu camlardan yansımasını seyretmenin de bana hep kaleydoskopları çağrıştırıp sanki onlarla oynuyormuşum duygusu yaşattığını hiç unutamam. Ayrıca saati de hep çocukluk anılarımda düşlerimi süsleyen nesneler arasında olmuştur.

Böylesine duygu yüklü mekanlar olarak trenler elbette sanatın hemen tüm dallarına ilham vermiştir. Sinema yönetmenleri ve müzisyenlere ilaveten, ressamlar da bu etkileyici konuyu eserlerine taşımışlardır. Örneğin Claude Monet, ilk sanayi devriminin yarattığı değişimlerin tanığı olarak klasik konularını bir kenara bırakmış ve Paris’teki Saint Lazare Garı’nın günün farklı saatlerinde farklı noktalardan on iki tablosunu yapmıştır. Monet, empresyonistlerin üçüncü sergisinde büyük ilgi topladığı bu tablolarla, bu mekâna ilişkin izlenimlerin tek bir tabloyla ifade edilemeyeceğini, bunların günün akışı içerisinde farklılıklar göstereceğini söyler gibidir. René Magritte’in bir şömineden buharlar saçarak çıkan ve havada duran lokomotifi resmettiği gerçeküstücü “Bıçaklanmış Süre” adlı tablosu ise farklı bir açıdan çok çarpıcıdır.

Edebiyata gelince… Gerek trenler gerekse garlar bu sanat dalında da nedense sanki hep kavuşmanın değil de ayrılıkların ve hüzünlerin sembolü gibidirler. Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri” adlı şiirinde, “…… Biz eskiden seninle / İstasyonları dolaşırdık bir bir / O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar / Nazilli kokardı / Ve yağmurda ıslandıkça Edirne postası / Kil gibi ince İstanbul yağmuru altında / Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen…” der. Haydar Ergülen ise, “Tünel” adlı şiirini “Nasılsa kendi karanlığınızdan / bir gün siz de geçersiniz / çıkar karşınıza bir avuç kül / ve söndü sönecek ateşiniz” diye bitirir.

Yaşantımızdaki renkler olarak yorumlayabileceğim ikilemli duyguların bizde yarattığı haz sanki bana en çok trenler sayesinde yaşanabilirmiş gibi geliyor. Trenlerin yarattığı hüznü en iyi hissettiren şair de Orhan Veli olsa gerektir: “…Bir tren sesi duymaya göreyim, / İki gözüm, / İki çeşme”.

Füsun Aygölü

Yukarı