Çocukluğumun ilk yılları Kadıköy yakasında üç ya da dört katlı, bahçeli bir apartmanda geçti, ancak hem evi hem de bahçemizi hayal meyal hatırlıyorum. Bahçede çiçekler arasında oyunlar oynadığımı, baharda etrafın hoş kokularla bezendiğini, büyüklerimin anlattıklarından hatırlıyor olsam gerek. Yaşantımın sonraki dönemleri kentin bitişik nizamlı sokaklarında, apartman dairelerinde geçti. Bomonti oldukça ilginç bir yerdi, mekân olarak evimiz bir tarafı ile Kurtuluş, Feriköy, Pangaltı ve Harbiye’ye, diğer tarafı ile Şişli, Nişantaşı, Teşvikiye ve Maçka’ya açılırdı. Bomonti hepsine hakim bir yerdeydi sanki, yürüyerek her tarafa erişebilirdik.
Okul yıllarımda Avrupa yakasında şimdi de oturduğum semtlerdeydik. Altmış yetmişli yıllarda apartmanda oturmanın en belirgin özelliği komşuluk ilişkileriydi. Annem babam çalıştıkları için bizlerin komşuluk ilişkileri başkalarına göre daha zayıf olsa da en azından komşularımızla karşılıklı “günaydın, iyi günler, nasılsınız?” gibi kısa cümleler kurulurdu. Biz çocuklar hafta sonları veya şehirde olduğumuz tatil günleri sokakta arkadaşlarımızla basit oyunlar oynardık. Ara sıra birimizin evinde toplanır, odanın birinde yapboz, kızmabirader gibi masabaşı oyunlar veya evcilik türü oyunlarla vakit geçirirdik. Bazen de bizden büyük abla veya ağabeylerimizle çevredeki sinema ve tiyatrolara giderdik. Tiyatroya daha çok akşam saatleri gidildiğinden ebeveynlerin katıldığı olurdu. Sokağa ya da kapının dışına çıktığımızda mahallenin kendine has bir kokusu ve ruhu olduğunu hatırlıyorum. Mahalledeki esnaf, terzi, bakkal, aile doktoru ve diş doktoru ile tanışıklık vardı. Sokakta rastlanıldığında selamlaşılır, alışveriş ederken esnaf ve diğer müşterilerle veya doktora gittiğimizde sohbet edilirdi.
Mahallemizde , şeker bayramı, kurban bayramı gibi yeni yıl, paskalya, bakla horani, pesah da kutlanırdı. Bayramlar ortak bir kültür oluşturmuştu. Yeni yıl öncesi pişen dolmalar, midyeler, favalar ve aşureler fazlaca yapılıp komşularla paylaşılırdı. Bayram tebriklerine gidilip gelinirdi. Mahalemizdeki arkadaşlarımın çoğunun babaları serbest çalışırdı, ekonomik durumları genellikle iyiydi. O devirde televizyon olmadığından günlük haberler radyo, gazete ve dergilerden edinilir ve aramızda paylaşılırdı.
İlişkiler naifti, kırılgan kozmopolit bir mahallede oturuyorduk. Altmışlı yıllarda Kıbrıs olayları patlak vermişti, mahallemiz endişeliydi, geceleri karartma oluyordu. O günlerde herkes camlarını, arabası olanlar farlarını lacivert veya siyah karton ya da krapon kağıtları ile kapamıştı. Farklı dinlerden kişiler uzun süre tedirginlik yaşadılar ve sonrasında büyük bir kısmı göç ettiler.
Çocukluk yıllarımdan, mahallemden unutamadıklarım arasında, sokak aralarında dolaşan ve ahenkli bir çığırışla patates-soğan satan at arabalı satıcılar, yine at koşulmuş teneke arabasıyla ekmek satan yaşlı amca, haftada iki gün gelen seyyar market kamyonu var. Bir de sokak aralarına kadar giren gezici kütüphane, genellikle haftada bir gelirdi ve biz okuyacağımız kitapları seçer onbeş gün içinde okur iade ederdik, ücretli değildi diye hatırlıyorum.
Kurtuluş’tan Pangaltı’ya inen ana cadde pazarları hariç çok hareketliydi, manavların ve balıkçıların olduğu yerlerde özellikle akşam saatlerinde tepeden sarkan çıplak ampullerin ışıkları beni hüzünlendirirdi. Sanki o sarı ışıklar bastıran akşam karanlığında yalnızlık duygumu arttırırdı. Balıkçıların kapılarında bir köşede camekan içinde o yıllarda bol olan torik balığından yapılma lakerda ve kırmızı soğan demeti dururdu.
Bakkalımız Mösyö Serkis’in küçücük, sokak arasındaki dükkanında envai çeşit şeyler bulunurdu. Özellikle kenarları teneke, önü camdan olan kırmızı renkli iri bisküvi kutuları çok çarpıcıydı, bisküvi tartılarak kese kağıdında satılırdı. Kutunun kapağının açılmasıyla adeta pandoranın sandığı açılırdı ve hala burnumda olan o bisküvinin kendine has vanilya kokusu küçücük dükkanı sarmalardı. Nedense bende hep bir şevkat duygusu uyanırdı, herhalde yemeğe dair olmasıyla ilgiliydi. Üst katlarda oturanlar arasında Mösyö Serkis’e seslenip, sepet sarkıtarak alışveriş yapanlar vardı. Sepetin aşağı boş olarak indirilip yukarı dolu çıkması bana bir oyun gibi gelirdi, seyrederken çok eğlenirdim. Sokaktan geçen turşucunun beyaz emaye kovasındaki turşulardan almamız veya turşu suyu içmemiz yasaktı. Ben bu yasağı bazen delerdim, ama Kurtuluş Caddesi’ndeki “Pelit” Turşucusu’ndan arada bir eve turşu alındığında annem turşu suyu içmeme izin verirdi. Yaz aylarında dondurmacı iki tekerlekli beyaz tahta arabasıyla geçerdi, çilekli, vişneli, kaymaklı ve çikolatalı dondurmaları küllahta ya da minik tahta kaşıklarını sakladığım karton kaplarda satardı. Aynı şekilde minik yuvarlak çikolataların yaldızlı kaplarını da düzeltip defter veya kitap arasına istiflerdim, bu biriktirme tutkum ilerdeki yaşantımda oldukça işime yaramıştır.
Kazım Orbay Caddesi’nde altı katlı binaların arasında sıkışıp kalmış tek katlı nalbant dükkanı yarattığı tezatla insanı şaşırtırdı. Seksenli yılların sonuna kadar direndi, son zamanlarında at arabalarıyla satış yapan tek tük kalmış esnafın önüne yanaştığını hatırlarım.
Mahallemizin pasajları adeta mini birer AVM gibiydi, eğer alışveriş yapacaksak mutlaka buralara uğrardık. Kurtuluş Caddesi’nden alt sokaklara geçmemizi sağlayan Feriköy Pasajı’nda hem ayakkabı hem de terlik satan Mösyö Albert vardı. Özellikle pembe veya kırmızı rugan, kurdeleli terlik ve ayakkabılarını pek beğenirdim. Aynı pasajda yakın zamana kadar yaşayan saatçimiz müthiş de bir tamirciydi. Pasajın önemli simalarından biri de gazete bayisiydi. Dükkanının önü alt alta mandallarla tutturulmuş dergilerle doluydu. Lacivert bask beresi ve yine lacivert önlüğü ile yerli ve çeşitli yabancı dillerdeki gazete ve dergileri satardı, dükkanın içine en fazla bir kişi girebilirdi, küçük penceresinden alışveriş yapılırdı. Teşvikiye’deki, yılların gazete, dergi ve tekel bayisi Alaaddin’in bile tarihe karıştığı günümüzde böyle bir dükkanın varlığını artık hayal bile edemem.
Feriköy Pasajı’ndan Bozkurt Caddesi’ne çıktığınızda karşınıza kuru fasulyanın, kuru baklanın, patates soğanın en kalitelisini satan, kibar sahipleriyle “Ender Bakliyatçısı” çıkardı. Kapandığında yerine açılan perdeci de yakınlarda kapandı. Şimdi orada sayısız kafelerden biri var.
Kurtuluş Caddesi’nden Son Durağa doğru ilerleyip sağa Baruthane Caddesi’ne saparken hemen sağ köşede, vitrininde çiroz balıkların ipe dizili olarak asılı durduğu rum bakkal vardı. Kaliteli peynirlerinin ve mezelerinin yanı sıra tarama yapmak için sarı yağlı kağıtlara sarılı balık yumurtaları satardı. Rum ve Ermeni mezecileri ile tanınmış bir mahalledeydik, yılbaşı sofraları onlar sayesinde topiksiz, patlıcan salatasız, taramasız, arnavut ciğersiz ve lakerdasız geçmezdi. Mezeci dükkanlarına girdiğimizde pastırma çemeni ile dolmanın birbirine karışmış kokusu beni hep büyülemiştir, nedense hâlâ mezecilere girdiğimde sanki çok eskilerde yaşıyor hissine kapılırım.
Ergenekon Caddesi’nden Pangaltı’ya inerken sağda eski bir ahşap evin girişinde mutfak eşyaları, masa örtüleri ve rengarenk kareli kumaş peçeteler, kumaş mendiller ile basit sefer tasları satan Garo sonradan Kurtuluş Caddesi’ne taşındı. Garo’nun önünden her geçtiğimde o sıralar okuduğum çizgi roman dergilerinden Tina’daki, benzer kumaş mendil ve peçeteleri satan dükkanı hatırlardım, herhalde Tina ile kendimi özdeşleştirmekteydim.
Baruthane Caddesi’ne saptığınızda hemen sağda kırtasiyeci “Kapik” vardı, onda her tür kırtasiye ve ders kitapları bulunurdu. Okullar açıldığında küçücük dükkanının önünde kuyruklar olurdu. Hemen yanında standart ekmek dışında çeşitli lüks ekmekler satan ilk dükkan olan “Galeri Un” çok popülerdi. Aşağıya doğru ilerlediğinizde “Üstün” ve “Emek” Pastaneleri sizi karşılardı. Solda ise çok zaman önce göçüp giden iğneci Sukiyas vardı, evlere iğneye giderdi. Aile doktorları Dikran ve Minas Beyler bu semtin sakinleri için tanıdık simalardı. Caddenin sonu sizi artık pek adını duymadığımız ama bir zamanların etkin spor kulübü Feriköy’ün lokaline ve sahasına ulaştırırdı. Kulübün bir de açık hava sineması vardı, tıpkı Bomonti tarafında Sıracevizler Caddesi’nde, “Kervan” sineması’nın apartmanın terasındaki yazlık kısmı gibi. Sıcak yaz aylarında ailecek bu açık hava sinemalarına Türk filmleri izlemeye gittiğimizi hatırlarım.
Kurtuluş Caddesi’nden Pangaltı’ya giderken sağa saptığınızda Şahan Amca’nın işlettiği sağ taraftaki “Şahane” Pastanesi’nin ay çöreği, Abidei Hürriyet Caddesi üzerindeki “Nil” ya da Madamın Pastanesi’nin ıspanaklı minik börekleri, Kazım Orbay Caddesi’ndeki “Uğur” Pastanesi’nin kestaneli pastası ve kıtırları, Rumeli Caddesi girişindeki Pelit’in frambuazlı pastası çocukluk ve gençlik yıllarımın unutulmaz lezzetleri arasındaydı. Ayrıca yine Rumeli Caddesinde okuluma yakın olduğundan okul günleri oturup su böreği veya sosisli sandviçler yediğimiz, eski adıyla “Ömür” olup sonra “Kapris” adını alan Pastane günümüzün kafeleri gibiydi. Sonra Şakayık Sokağı’nın girişine taşındı ardından da kapandı.
Osmanbey’den Rumeli Caddesi’ne girdiğinizde solda “Opera” Plakevi vardı, vitrininde masmavi borusuyla güzel bir gramofon sergilenirdi. Biraz daha aşağıya yürüdüğünüzde solda gömlekleriyle ünlü, ilk konfeksiyon mağazalarından “Titiz” vardı. Yine solda, köşede “Rio” Pastanesi, sağda ise içli köftesiyle ünlü “Kahramanmaraş” göze çarpardı. Akkavak Sokak girişinde, şimdilerde “Michelin” yıldızlarına sahip, önünde kuyruklar oluşan döner, lahmacun mekânı meşhur “Tatbak” o zaman da vardı.
Bir diğer ilginç mekân ise Halaskargazi Caddesindeki, yurt dışından gelen ufak süs eşyaları, aksesuarlar ve parfümler satan dükkanların olduğu “Pilavcı” Pasajı’ydı. Yanında şimdilerde otopark olan çevrenin en büyüğü “Site” Sineması vardı, balkonluydu, geniş kapasitesine rağmen hafta sonu seanslarına bilet bulmak bayağı zordu. Girişinde ise unlu mamüller satan “Konyalı” vardı. Oraya en çok üzeri pudra şekerli, içi reçelli pomçik almaya giderdim. Hemen yanında da gençlik yıllarıma kadar varlığını sürdüren o dönemin ünlü kitabevlerinden “Sander” vardı. Benim gibi kitap kurtları için çok önemli bir mekândı. Haftalığımı alır almaz koşarak kitap almaya giderdim, bazen de hiç almadan raflardaki kitapları merakla incelerdim. “Sander” tüm günümü geçirebileceğim iki kapısı olan geniş ve ferah bir mekândı. “Sander”in karşısındaki, bir kat merdivenle çıkılan kaset ve plakçı “Pepo” o dönemin revaçta yerlerindendi. “Bookstore”, “Deniz”, “Üçgen” ve “Akademi” Kitabevleri de aynı semtin birbirine yakın, yürüme mesafelerindeki kitapçılarıydı.
Kurtuluş Caddesi’nin Baruthane Caddesi’yle kesiştiği noktada, rum bakkalın tam çapraz köşesinde bir pasaj içerisinden ulaşılan, şimdi yerinde yeller esen “Yeni Atlas” Sineması vardı. Çoğunlukla ev hanımları ya çocukları ya da torunları ile matine seanslarında Türk filmleri izlemeye giderlerdi. Ne yazık ki bu sinema, sinema mekânlarının televizyonun ortaya çıkışıyla inişe geçmeye başladığı sıralarda açıldığından çok kısa ömürlü oldu. Kurtuluş Caddesi’nin Halaskargazi Caddesi’ne kavuştuğu noktada solda “Yordan” Muhallebicisi tıklım tıklım olurdu. Tam karşıda ise şimdilerde lüks bir AVM olan “İnci” Sineması sizi karşılardı. Ahşap koltukları ve localarıyla yine yerli filmlerin gösterildiği tarihi bir mekândı, seksenli yılların sonuna kadar dayanabildi. “İnci” Sineması’nın önünde “Hacı İsmail Hakkı” Şekerlemeci dükkanı başlı başına bir tarihti: Sıra sıra pirinç kapaklı büyük cam kavanozlarda rengarenk akide şekerleri, mermer bir küpte boza satılırdı. Sinemanın önünden Harbiye’ye doğru biraz ilerlediğinizde “İzi Rosenthal” Plakevi kırkbeşlik ve otuzüçlük plak tutkunlarının uğrak yeriydi. Plakçının karşısında ise oldukça harap görünümüyle macera filmleri oynatan “Tan” Sineması ve yanında sosislisiyle ünlü Haylayf kafeteryası vardı. “Tan” Sineması’nı geçince sağdan merdivenlerle Dolapdere’ye inilirdi. Merdivenlerin başında seksen ve doksanlı yıllarda “Première”, “Studio”, “Cahier du Cinéma” gibi sinema dergilerinin eski sayılarıyla çeşitli eski çizgi romanlar satan seyyar bir sahaf dururdu. Biraz yürüyerek Harbiye’ye ulaştığınız sırada vitrininde doldurulmuş bir kuzu sergilenen “Gaskonyalı” Toma Lokantası vardı.
Halaskargazi Caddesi’nden bu kez ters yöne, Şişli’ye doğru epey ilerlediğinizde sağda diğerlerine göre sonradan açılan şimdilerde kültür merkezi olan “Kent” Sineması’nda ve Harbiye’den Nişantaşı’na Vali Konağı Caddesi’nden ilerlerken sol koldaki, geniş lobisi ve büyüleyici mimarisiyle güzelim “Konak” Sineması’nda en yeni yabancı filmler oynardı. Ne yazık ki “Konak” Sineması uzun yıllardır kapalı duruyor. Ortaokul ve lise yıllarımda yakın çevredeki bu sinemalara ağabeyim, kuzenlerim veya arkadaşlarımla gitme iznim vardı.
Lise yıllarımda tiyatro benim için önem kazanmaya başladı. “Dostlar” Tiyatrosu’nun pek çok oyununu uzun yıllar önce terk ettiği, Samanyolu Sokak’taki “Ümit” Sineması’nda seyretmişimdir. “Kenter” Tiyatrosu da Harbiye’de bize çok yakındı ama nedense oraya ailecek bilet alınıp gidilirdi. Günümüzde ne yazık ki “Kenter” Tiyatrosu akibeti meçhul olarak kapalı duruyor.
Yetmişli yıllara gelindiğinde giyim kuşam alışverişi Taksim, Beyoğlu’ndan bizim tarafa kaymaya, yeni yeni mağazalar açılmaya başlamıştı. “Neyir” Halaskargazi Caddesi’nde bir köşe başındaydı. Kadın, erkek ve çocuklar için, kışın yünlü, yazın merserize her tür dokuma giysileri ile ünlüydü. Nişantaşı’na doğru ara sokakta ise Tahsin Hoca’dan ithal angora kazaklar alınıp naylon ambalajları ile buzdolabında saklanırdı, böylece tüyleri dökülmezdi. Mahallemizdeki “Mini Tuhafiye” ise biraz giyim kuşam, biraz tuhafiye, biraz kırtasiye ve biraz da oyuncak satan bize en yakın mekândı. Osmanbey’deki yılların “Bursa Pazarı”nda adeta bir kaleidoskopa bakar gibi baktığım renkli düğmeler, makaralar, çantalar, danteller, alt alta sıralanmış renk renk kumaş topları beni hayaller alemine götürürdü. Şu anda Pangaltı’daki “İnci” Sineması’nın yerini alan lüks alışveriş merkezinin arka sokağında birbirinin kopyası sıra sıra iki katlı eski evlerin olduğu yerde (hâlâ o evler duruyor ama hepsi kafe veya konfeksiyoncu dükkanlarına dönüştüler) annemin terzisi vardı. Oraya gittiğimizde bu evlerin hem yıpranmış cepheleri, hem de bu evlerde hayalimde canlandırdığım yaşantılar çok ilgimi çekerdi. Özellikle terzinin içindeki kumaş kokuları bana hep eskimişlik hissi uyandırırdı. Üst katta prova odası vardı, yukarı çıkan ahşap merdivenin ceviz işli trabzanı beni eski devirlere götürürdü. Benzer duyguyu ayakkabıcı dükkanlarında da hissederdim, tıpkı tuhafiyecilerde olduğu gibi ayakkabıların kutuların içinde olması merakımı kamçılardı. Psikoloji mesleğini merak yüzünden seçmiş olabilirim, özellikle psikoterapi kapalı kutuları açıp onları yeniden düzenlemek gibidir, ruhsal aygıttaki gizli köşeleri bulmak ve onarmak üzerinedir.
Edebiyatta mahalle denildiğinde, bu Ocak ayında kaybettiğimiz ve kaybı ile yaşamımda bir dönemin daha bittiğini hissettiğim sevgili Selim İleri ilk aklıma gelen yazarlardandır. Pek çok eserinde uzun yıllar bu mahallelerde yaşamasının da etkisi ile Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı ve Maçka’yı anlatmıştır, Bazı radyo programlarında da semtimizin eski evleri ve tarihi üzerine konuşmalarını dikkatle dinlemişimdir. Yine yakınlarda kaybettiğimiz Mario Levi’nin “Madam Floridis Bir Daha Dönmeyebilir” romanı da semtimizi nostaljik biçimde yansıtmıştır. Yaklaşık onbeş yıl önce Avrupa Kültür Başkenti adı altında pek çok yazar İstanbul’un semtlerini kaleme aldılar. Hande Öğüt “Bomonti’den Harbiye’ye”, Hıfzı Topuz “Nişantaşı Anıları” ve Saadet Arıkan “Saklı Bahçeler Bir Şişli Esintisi” adlı eserleriyle kendi anılarını ve mahallelerin/semtlerin özelliklerini bizlere aktardılar.
Ahmet Muhip Dranas’ın “Fahriye Abla” şiirinde (Bahçende akasyalar açardı baharla,/ Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla) mahalle ve komşuluk ilişkileri ne hoş yansıtılmaktadır. Daha sonra filmi de Yavuz Turgul tarafından sinemaya taşınmış, başrolünde Müjde Ar oynamıştı. “Bir Küçük Ev” isimli şiirinde Nahit Ulvi Akgün “Bir küçük ev beyaz badanalı/ Duvarına tırmanmış asma dalı/ Kalakalmış yenileri arasında/ Güneşini çalmış yoz yapılar/ Çoluk çocuk belediye parkında/ Yıkyapçı onu da yıkar yakında/ Dizilir loş odalar dar kapılar/ Sanırsın kutu içinde kutular.” diyerek kentin hızlı dönüşümüne, çarpık kentleşmeye atıfta bulunur.
Muhsin Kut’un tabloları bize sokak aralarında yaşanmışlıklara dair pek çok ipucu vermektedir. Kadir Akorak da tablolarında İstanbul’un mahallelerini, tramvaylarını, insanlarını ve yaşantılarını yansıtmıştır. Eskilere gittiğimizde Hoca Ali Rıza Bey’in yaptığı tablolar bizi İstanbul’un çok daha önceki yıllarına götürmektedir. Bize İstanbul’u çektiği siyah beyaz fotoğraflarda en güzel anlatan kişi dünyaca ünlü fotoğraf sanatçımız Ara Güler’dir. Yokuşlu, arnavut kaldırımlı, ahşap evleriyle daracık sokaklarda çekçek arabalı sebzecisi, askısıyla yaşlı yoğurtçusu, evine ekmek götüren çocuğuyla onun fotoğrafları beni çok etkilemiştir. Eski yapıların henüz yok olmadığı yıllardır o yıllar. Hele akşam saatlerinde iskeleden sanki kayarak sessizce ayrılan boğaz vapurunun görüntüsü hüzün doludur.
Atilla Özdemiroğlu bestesi ile Özdemir Erdoğan’ın sesinden “Fahriye Abla” şiiri mahalle yaşamını müziğe taşımıştır. Timur Selçuk’un “Sen Neredesin” parçası çocukluğumdan beri nedense bana hep mahalleyi hatırlatır. “Lüküs Hayat” operetinin bir zamanlar Hazım Körmükçü’nün seslendirdiği o ünlü bölümünde yeni apartmanlarıyla kente katılan Şişli’yi, ülkenin modernleşme çabalarını ne güzel anlatmıştır Nazım Hikmet.
Benim gibi hem neredeyse altmış küsur yıldır aynı mahallede yaşamışsanız hem de mahallenizin günden güne nasıl değiştiğini biraz da içiniz burkularak izlemişseniz, İstanbul’un en kozmopolit mahallelerinden birinde yaşamanın hoşluğunu ve hüznünü birlikte hissedersiniz. Mahallelerde büyümenin hazzını duvarlar ya da tel örgülerle çevrili, kapısı bekçili yeni moda sitelere asla değişmem. Ara sokaklarının gizemiyle, kimseye rastlamadan kaybolacağın, sürprizlerle karşılaşacağın mekân ve sokaklarıyla, son yıllarda artan kalabalıklardan sıkılsam da günün her saatindeki canlılığı ve kendine has kültürü ile mahallemin bendeki yeri her zaman çok özeldir. Her ne kadar erozyona uğrasa da, yıkılan bir iki katlı binalarının yerlerine altı yedi katlı binalar yapılmış olsa da eski renklerini kıyısından köşesinden bana her zaman belli eder.
Füsun Aygölü