Görüntülenme Sayısı: 41
Mezopotamya’daki kadim bir inanışa göre, ruh bedene gümüş bir kordonla bağlanırmış, ne zaman gümüş kordon koparsa ruh bedenden o zaman ayrılırmış.
Hanedanlığın giyinme odasına gidiverdiğim ikinci yazımda simkeşliğin tarihinden ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki öneminden bahsetmiştim. Peki, bu eşsiz sanatın benim kişisel tarihime katkılarını dinlemek ister misiniz?
Mardin Cumhuriyet Meydanı’nda, yarısı zamana yenik düşüp yıkılmış, yarısı direnen taş evimde geçirdiğim yıllarda gümüş tellerle olan hikâyeme araştırmalar yaparak devam ediyor, elimde “meftül”* olmuş teller, Süryani ustaların kapısını çalıp “Ben bunu nasıl örebilirim? Daha ince ve yumuşak hale nasıl getirebilirim; kopmadan nasıl metrelerce bükebilirim?” gibi sorularla onlardan işin sırlarını öğrenmeye çalışıyordum. Şunu hemen söylememde yarar var: Mardin deyince, 2000’li yıllarda her teknolojiden uzak, terörün yıkımını henüz üzerinden atamamış, en kıymetli halkını göçle kaybetmiş, zanaatkârları ve ustaları dünyanın dört bir yanına dağılmış bir şehirden bahsediyorum. Ama sanatla olan bağlantı kopmamış, dostluk ve yardım kavramları hiç eksilmemişti. Kısa sürede sorularıma karşılık fikirler gelmeye başladı. Benim için İsveç, Almanya, Hollanda aranıyor; Mardin’den oralara göç etmiş ustalardan “tel tarifleri” alınıyordu. Gümüş ve altın tellerle ilgili deneyimlerini bana telkâri sanatı üzerinden anlatıyorlardı. Her fikir kıymetliydi, mutlaka deniyordum.
“Biz eskiden deri meşin ceketler giyer, haddelerden geçirdiğimiz teli dönerek vücudumuza sarıp inceltirdik.” “Telin bembeyaz ve yumuşak olmasını istiyorsan, mangalın közüne bir tencere oturt, içine ispirto koy, teli içine at ve tencerenin kapağını kapatarak akşamdan korun içine göm. Sabah yumuşacık ve tertemiz tel elde edersin.” “Tel tarifleri” havada uçuşuyordu ve ben bu işin sırrını çözmek uğruna hepsini teker teker uyguluyordum.
Teli koparmadan metrelerce bükebilmek, meftül yapmak, için düz arazi arıyordum. Mardin dik yokuş, düz hiçbir yer yok! En sonun da Mardin Stadyumunu maç veya antrenman olmadığı saatlerde kiraladım! Birlikte çalıştığım ÇATOM’lu (Mardin Çok Amaçlı Toplum Merkezi) kadınlarla birlikte stadyum boyunca tel çektik, dilimizde “Bir tel çektim Mardin’den” türküsüyle… Nihayetinde, gümüşü kopmadan bir gerdanlık ya da bileklik örebilecek hale getirdik. Gümüşün hiç kopmadan bütün olarak tel haline gelmesi gerekiyordu çünkü o zamanlar o incelikte teller şimdiki gibi kaynak yapılamıyordu ve düğüm yerleri cilde batıyordu. Bana ortalama bir gerdanlık için dört yüz metre tel gerekiyordu. Bir gram has gümüşten iki bin metre tel elde edebildiğimi işte o zaman öğrendim. İnanılmazdı! Bir gram gümüş, iki kilometre tele karşılık geliyordu!
Bu noktada, böylesine esnek ve uysal olabilen ve bu özellikleri sayesinde simkeşler tarafından rahatça ipekle birlikte dokunabilen gümüş madenine kısaca değinmek isterim.
Simgesi ‘Ag’ olan gümüş (argentum) beyaz, parlak ve değerli bir metalik elementtir. Son derece dövülmeye müsait ve kolayca telleşebilir nitelikte olan gümüş, ısıyı ve elektriği çok iyi iletir. Saf gümüş, tırnakla çizilebilecek derecede yumuşaktır. Gümüşün MÖ 3100 yıllarında Mısırlılar ve MÖ 2500 yıllarında Çinliler ve Persler tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Yunan tarihinde, Atina’da işletilen gümüş madenlerine rastlanır. MÖ 800 yıllarına doğru gümüş, Nil nehri havalisinde para olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Gümüş, tarih boyunca Türkler tarafından da bilinen bir madendir. Değerli bir maden olması, fiziksel ve kimyasal özelliklerinin biz Türkler tarafından bilinmesi, kullanım alanlarının çokluğu gibi birçok nedenle kültürümüzde de önemli bir yer tutmuştur. Yumuşak olduğu için kolay işlenebilmiş ve gerek takı, gerekse ev eşyası olarak sıkça kullanılmıştır.
Halk arasında “Ay Taşı” olarak da anılan gümüş mikrop barındırmaz. Onun bu özelliği çok eskiden beri bilindiği için, tarihte zehirlenme korkusu olanlar sularını gümüş kaplardan içmişlerdir. Gümüş kapta bekletilen su mikrop ve zehirden arınır ve güvenle içilebilir. Tedavi edici özelliğe de sahip olduğu için ayrıca tıpta birçok alanda kullanılmakta, ameliyat aletlerinin birçoğu gümüşten yapılmaktadır. Gümüşün “Cehennem Taşı” denilen bir bileşiğiyse, yara ve yanıkların tedavisinde çok eskiden beri kullanılagelmiştir. Bu bileşik, renginin siyah olması ve yarayı yakıp karartarak tedavi etmesi yüzünden bu ismi almıştır. Gümüşün “Oligo Aktivite” özelliği, yani kendi kendini dezenfekte edebildiği için mikrop barındırmama yeteneği, insan üzerindeki olumsuz elektrik akımlarının ve hatta zararlı olabilecek miktarlardaki radyasyonun yok edilmesini sağlar.
Osmanlı Devleti döneminde gümüş eşya üretimi 16.Yüzyıldan itibaren gelişmeye başlamıştır. Bu devirde Orta Asya, Kafkaslar ve Orta Doğu’dan gelen gümüş ustalarının Kapalıçarşı çevresine yerleşmeleriyle bu bölgedeki gümüş işleme sanatı çok gelişmiştir. 18. Yüzyılda gümüş ustaları Topkapı Sarayı’nın içine girmiş, sarayda üretim yapmışlardır. Bu dönemde yaratılan hat sanatı eserleri, hamamtasları, gümüş kakmalı rahleler, şamdanlar ve vazolar günümüzde müzelerin ve müzayede salonlarının nadide eserleridir. Osmanlı dönemi boyunca devam eden gümüş eşya üretimi 20. Yüzyıl başlarında savaşlar ve İmparatorluğun yıkılması nedeniyle gerileme dönemine girmiştir. Buna rağmen Kapalıçarşı çevresindeki varlığını günümüze kadar sürdürmüştür.
Benim gümüş sayesinde gidiverdiğim yerin öyküsüne dönecek olursak, Mardin’deki çabalarımız sonuç verdi ve nihayet ÇATOM’lu kadınlar ile birlikte ilk koleksiyonumuzu çıkardık. Çok güzel gerdanlıklar, yaka çiçekleri, bileklikler yaptık ve Mardin Müzesi’nde yerel kıyafetlerle ilk ve son defa bir “takı defilesi” gerçekleştirdik. Ama doğrusu, ürettiğimiz sadece takılar veya objeler değil aynı zamanda da kadim bir sanatın unutulmaya yüz tutmak üzereyken canlandırmayı başardığımız ruhuydu…
Sultan Acar
* “Meftül” kelimesi “bükülmüş, eğrilmiş, fitil olmuş” anlamına gelir ve kuyumculukta “bükülüp tel haline getirilmiş” madenleri anlatır.