Simkeşlik yolculuğumda, gümüşü ipekle buluşturmam daha sonraki tarihlere denk gelir. Eksilmeyen bir merak ve inançla izlediğim yolda gümüşü, onun tel halini ve bu halinden yaratılabilecek güzellikleri iyice anladıktan sonra, öyküme kaldığım yerden devam ederken sıra şimdi ipeğe geldi.
İpeği gümüş ile birleştirmem belki tamamen tesadüf belki de akıl yürütmekle gerçekleşti, bunca zaman sonra hala karar verebilmiş değilim. 2005 yılında “Hatay Medeniyetler Buluşması”na gittiğimde Antakya’nın ünlü ipek çarşılarını gezerken karşıma çıkan ham ipekler aklıma düşürdü sevdamın bu kısmını ilk kez. Ve maceranın devamı, “Acaba gümüş telleri ipekle bükebilir miyim, nasıl bir doku çıkar ortaya?” sorularına cevap aramamla başladı. Böylece hiç farkında olmadan aslında benden yüzyıllar önce de sorulup cevaplanmış bir sorunun peşine takılmış oldum.
Bulduğum yanıtlar ve o yanıtların gösterdiği doğrultuda yaptığım çalışmalar çok geçmeden meyvelerini vermeye başladı, ortaya çok güzel sonuçlar çıktı. Kısa sürede Osmanlı simkeş ustalarının izinde ürünler üretmeye başladım. İpek-gümüş karışımından ilk yaptığım çalışma bir şal takıydı ve daha yapar yapmaz Almanya’ya satıldı. Bu beğeni, yıllardır kah bilerek kah bilmeyerek peşinden gitmiş olduğum hayalin nihayet gerçekleşmesi, beni çok cesaretlendirdi. Ve böylece yepyeni bir “gidivermek” başladı hayatımda. Ankara’ya, evime döndüm; kısa sürede küçük bir atölye kurdum; İstanbul ile zaten var olan bağlarımı güçlendirdim ve ürünlerimi sergileyebileceğim uluslararası fuarları takibe başladım. Böylece simkeşlik yolunda, yarattığım güzellikleri başkalarıyla da paylaşacağım yeni bir evreye girmiş oldum.
İpek… Bu noktada doğanın bu eşsiz ürününe biraz daha yakından bakmakta yarar var zira hanedanların vazgeçemediği o eşsiz dokuyu, yani simkeşliğin olmazsa olmazı ipeği de gümüş kadar anlatmadan geçmek istemiyorum. Çünkü ipek kutsal kitaba göre de Tanrı’nın insanlara verdiği en önemli armağanlardan birisidir. (“Artık Allah ……….. onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir. Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir.” – İnsan Suresi 11-12)
İpek, hayvansal kaynaklı, yumuşak, parlak ve dayanıklı bir liftir. Kolaylıkla boya tuttuğu için üretilirken daha da güzelleştirilebilir. Bu özellikleriyle ipek, liflerin kraliçesi olarak bilinir ve tarihte bir dönem altından daha değerli sayılmıştır. İpekli kumaşlar formunu iyi korur ve az kırışır. Bu özellik saf ve boyanmış ipekler için geçerlidir. Büyük oranda ağırlaştırıcı madde içeren ve kesik elyaftan dokunmuş kumaşlar daha az esnektir.
İpekböceği bir tırtıldır ve söz konusu lifi aslında kendine koza örmek için üretir. İnsanlar işte bu liften iplik yaparlar ve kumaş dokurlar. Bu işlem için yani kozadan ipek elde edebilmek için genellikle ipek böceklerinin kozanın içerisindeyken öldürülmesi metodu uygulanır. Bana göre bu yöntem ipekböceklerinin kıyımı anlamına geldiği için ben çok daha az uygulanan bir başka metotla elde edilen ipeği kullanmayı tercih ederim. Israrla belirtmeliyim ki ben takılarımda “Barış İpeği” yani ipek böceği özgürce uçtuktan sonra geride kalan kozadan elde edilen ipek iplikleri kullanırım ve bu minicik yaratıkların yaşam hakkına saygı gösterilmesi ve doğanın dengesinin korunması açısından bunu çok gerekli bulurum.
İpek böceğinin ağzından salgılanan “serisin” maddesi tipik bir zamk özelliğindedir. Bu yüzden, ipekböceği uçtuktan sonra geride kalan kozanın içerisindeki ipeğin çekilebilmesi için serisin maddesinin yumuşatılması gerekir. 50-60 derecelik sıcak suda serisin yumuşar. Serisini yumuşatılmış kozalara fırça gibi bir araçla dokunulduğunda ipek tellerinin uçları tutulabilir. Bu şekilde tutulan ipek lifleri bir çıkrığa sarılır. İpekler çileler haline getirilir, sabunlu suda kaynatılarak pişirme işlemi yapılır. Pişirme işleminden sonra, serisin eridiğinden ipek lifleri ağırlıklarının yüzde 20-30’unu yitirir. İpeğe ağırlığını kazandırmak ve döküm vermek amacıyla çeşitli işlemler uygulanır ve ancak bunlar tamamlandıktan sonra ipek kullanıma sunulur. Böylece elde edilen ipeğe ham ipek denilmektedir.
İpek bilinen en sağlam doğal ipliktir. Çekilebilen lif uzunluğu ortalama sekiz yüz ila bin iki yüz metre arasındadır. İpek lifinin yün liflerine göre kopma dayanımı yüksektir, koparılmaksızın yüzde 10-30oranında gerilebilir. Ancak yüne göre esneme miktarı düşüktür. İpek ayrıca yüksek sıcaklığa karşı hassastır ve yüksek oranda nem çekme özelliği gösterir. Kristalizasyonu nedeniyle ortalama yüzde 30 düzeyinde nem çekebilir. İpek lifleri tam su çektiklerinde enine yüzde 15-20, boyuna da yüzde 1-2 şişme gösterirler.
Gelin, bu noktada tarihin kaderini değiştiren İpek Yolu’nu da kısaca anmadan geçmeyelim.
Bilindiği gibi, tarihte doğudan batıya doğru gelişen ticaret için daha önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bir yol güzergahından yararlanılmış ve yoğun bir şekilde pek çok değerli maddenin (başta ipek olmak üzere porselen, kâğıt, baharat ve değerli taşların) Asya’dan Avrupa’ya taşınmasına imkan sağlayan binlerce kilometre uzunluğundaki bu kervan yolları zaman içinde “İpek Yolu” olarak adlandırılmıştır. İpek Yolu kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlar ve bu iki kıtayı birbirine bağlayan bir ticaret yolu olmasının ötesinde, 2000 yıldan beri bölgede yaşayan kültürlerin, dinlerin, ırkların da izlerini bir arada tutarak olağanüstü bir tarihsel ve kültürel zenginlik sunar. Böyle üzerinden yüzlerce değerli maddenin taşındığı bir yola, onca değerli mal arasından ipeğin adının verilmesi ve bu ismin asırlardır tüm dünya tarafından benimsenmesi de tüm dünyanın gözünde ipeğin sahip olduğu değeri ve onun her kültürden insanı etkisi altına alan büyüsünü gösteren ilginç bir göstergedir.
Tekrar bu eşsiz malzemenin simkeşlik alanındaki macerasına dönecek olursak, gümüş/altın tel ile ipek ipliğin ilk buluşmaları, Osmanlı devri saray kumaşlarında ipek iplikle beraber kullanılan gümüş ve altın veya alaşımlı gümüş telden desenler yapılmasıyla başlar. Dokumalardaki kıymetli madeni tel kullanımı Osmanlı saray kumaşlarının özelliğidir.
Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde işlemeler, saray ve saray dışı (ev, çarşı, ordu, tekke, okul) olmak üzere geniş bir tabana oturmaktaydı. Böylece saray, ev, çarşı etkileşerek girift eş değerde bir zincirin halkaları gibi birbirini tamamlıyordu. İşleme sanatı belli bir zümrenin değil herkesin yarar sağladığı, estetik haz duyduğu bir sanat dalı olarak uygulanıyordu. Klasik Dönemde evlerde yaygın eğitim biçiminde süren işleme öğretiminde geleneksel yol izleniyor büyükler bildikleri teknikleri gençlere öğretiyordu. Bu arada evden eve giderek işleme teknikleri öğreten ustalar vardı. “Aşina Kadınlar” olarak isimlendirilen bu hanımların işlevi Batılılaşma Dönemi’nde de devam etmiştir.
Ancak 1850’li yıllardan sonra Fransa’da ortaya çıkıp dünyaya yayılan ve ipekböceklerinin genetiğinin bozulmasına neden olan Pebrin hastalığı ve Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Avrupa piyasalarına gelen ucuz Çin ve Japon ipekleri nedeniyle yurdumuzda ipekböcekçiliği gerilemiştir.
1900’lü yılların başında, ipek üretiminin bu şekilde darbe almasıyla da paralel olarak, çökmekte olan bir İmparatorluğun zorlukları ve yıkılan bir Hanedanlığın kaygıları arasında simkeşlik sanatı da ne yazık ki kısa sürede tarihin tozlu sayfalarına gömüldü.
Böylece, o yıllardan sonra ülkemizde simkeşlik icra eden, ipek ile gümüşü (ve/veya altını) birleştiren sanatçılar ve ustalar kalmadı, bu kadim sanat neredeyse tamamen yok oldu. Simkeşlik geçmişe karışıp bir sır haline geldi. Ta ki yıllar yıllar sonra, benim neredeyse bir içgüdüyle ulaştığım farkındalıkla, Mardin’de taş bir atölyenin içinde, loş sarı ışığın altında gümüş telle ipeğin yeniden buluşup birbirine sarılarak “meftun” olmasını sağladığım ana kadar. Uzun süredir ayrı kalmış bu aşıkları birleştirip elimde iki kutsalı bir araya getiren dokuyu seyrederken geçmişin geleceğe, geleceğin geçmişe gittiğini hissettiğim o büyülü ana kadar… Yüz yirmi yıldır unutulmuş bir sanatın benim haberim bile olmadan bir biçimde ruhumla buluştuğunu fark ettiğim zamana kadar saklandı- bu sır. Bu sırrı çözmek bana kısmet mi oldu yoksa ulaştığım noktaya vardıktan sonra bunu böyle mi hayal ettim bilmiyorum ama ruhuma bağlanan bir gümüş kordonun peşinden sürüklediğimi ve muhteşem bir geçmişin desteğiyle geleceğe doğru gittiğimi biliyorum.
Evet, adı unutulmuş, ihtişamı unutulmuş bir sanata, bir hanedanlık saray masalına gidivermemin öyküsü kısaca böyle… Ben bu sanatın anımsanmasını sağladığım için mutluyum. Ben yoluma çıkan bir güzelliği herkesin ansıması için elimden geleni büyük bir keyifle yapıyorum. Dileğim o ki; ne yaparsanız yapın, yaptığınız şey ruhunuza simkeşliğin bana sağladığı manevi tatmin kadar katkı sağlasın…
Bana gelince… Şimdi ne mi yapıyorum? Sanırım artık geleceğe gidiyorum, günümüzün şartlarına ve beğenisine uyarlayarak bu sanatı geliştiriyorum ve bu sayede hayallerime gidiyorum.
Sultan Acar