Bilmediğim bir kentin herhangi bir köşesinde minicik bir kahvehanedeyim, yüzümde yumuşak bir güneş… Bazen etrafımda beslenmeyi bekleyen güvercinler, bazen tepemde ürküntü veren arsız martılar. Eğer martılar varsa iyi çünkü ürkünç olmasına ürkünçler ama denizin yakınlarda bir yerlerdeki varlığını muştuluyorlar; madem martılar var; demek ki bir deniz kentindeyim. Burnuma ani bir iyot kokusu çarpabilir yani veya ılık bir meltem saçalarıma değebilir; her an bir balıkçının kendi mütevazi ama lezzeti muazzam sofrasına davet edilebilirim.
Tahta masanın altında kediler var bir de; sabır ve inatla oturduğum sandalyenin bacağına sürtünen. Aç olmadıklarını biliyorum; şımarıklık ediyorlar ama kızamam onlara çünkü madem sokakta kediler var, büyük olasılıkla bir Ortadoğu kentindeyim. Birazdan birileri bana Mezopotamya’dan tarih öncesi bir öykü anlatmaya başlayabilir yani; bu kentin geçmişinden, efsanelerinden, küçücük hayatlarından ve kocaman insanlarından söz edebilir. Hiç tanımadığım insanların maceralarına ortak olabilirim; yaşamı bir kez de onlarla birlikte bu şehrin tarihinde yaşayabilirim.
Başımı kaldırıp karşımdaki yolu taçlandıran eski taş kemere bakıyorum sonra. Ortaçağ’dan kalma minik bir meydandayım sanırım. Yerler paket taşlarıyla kaplı. Köşede, kocaman bir meşe ağacının önünde kaldırıma yerleşmiş sokak müzisyenleri var. Öyleyse galiba Akdeniz’de bir yerlerde olabilirim. Az sonra kıvrak adımlarla yürüyen esmer güzeli bir kadın çalgıcılara katılıp ömrümde gördüğüm en kıvrak dansı yapmaya başlayabilir yani ve belki de birileri çıkıp kahvemin yanına yöredeki aromatik otlardan yapılmış bir minik kadeh likör ve bir tabak üzerinden bal damlayan, kendi tadından çatlamış incir koyabilir.
Sonra işte ben bu şehri de böylece artık “benim” olanların arasına katar, bugünden sonra her gün yeryüzünün dört bir yanından aklıma düşenlerle birlikte buradaki insanlarımı da özlemeyi sürdürürüm. Dünyanın bir başka köşesindeki başka bir kentte, benzer bir mekanda otururken hasretini çektiğim anıların arasına bu kahvehaneyi, burada dinlediğim beni alıp başka dünyalara götüren benzersiz müziği ve varlıklarına bu kadar nasıl ve ne zaman alıştığımın farkına bile varamadığım bu arsız kedileri de katar, masanın üzerinde bir kavanozun içinde duran kurutulmuş lavantalar kadar köşedeki asırlık çeşmenin önünden bana bakmayı ısrarla sürdüren sümüklü oğlan çocuğunu da özlerim. Böylece huzur bulup dinginleşirim ve yine böylece çoğalıp zenginleşirim; belki Lizbon’da, Alfama’da bir minik lokantada; belki Beyrut’ta, Cornishe’te denize kuş bakışı bakan bir nargile kafesinde; belki de Urfa’da Gümrük Han’daki kahve ocağının gürültü ve karmaşasında… Bir bakarsınız Ortaçağdan kalmış minik güney İtalya kentlerinden birisinin piazza’sında bir küçük kahvehanede oturuyor olurum, bir bakarsınız Cunda Adası’ndaki kadim Taş Kahve’nin tahta masalarından birisinde. Roma’da Via Codotti’de tarihi Cafe Greco veya Peloponnes yarımadasında minik kent Leonidion’un çarşısında köy kahvesi; fark etmez… Nasılsa aslolan, Akdeniz güneşinde pırıldayan acı kırmızı sardunya, çingene pembesi begonvil ve türlü renkte zakkumlardan yayılan coşkudur ve bu coşkunun o kentin, içinde rehavete dönük bir huzur ile geleceğe dair sebepsiz bir umudu birlikte taşıyan bilgeliğine nasıl karıştığını algılayabilmektir. Yani gezip gördüğüm, sevip benimsediğim yerlerdeki farklı yaşamları anlayıp özümseyebilmektir; sıradan insanların, başına buyruk sokakların ve kentin müziğinden yansıyan farklı öykülerin yaşamlarını…
İşte bu yüzden seyahat etmeyi hep bir tutkuyla hayal ederim ve sanırım bu yüzden içimde sürekli bilmediğim, tanımadığım yerler için bir özlem taşırım. Yolculuk tutkusunun gerçek anlamı bu özlemdir işte; insan bu özlemin çağrısına cevap vererek kendi kısıtlı yaşam süresini uzattığına inanabilir. Çünkü evet, seyahat etmek bir mutluluktur ve evet, bu mutluluk bir yaşam biçimi haline gelebilir. Üstelik bunun keyfine varmayı bir kez becerirse insan, gittiği her yerde karşısına çıkan yaşamları paylaşmayı, kendine hayalinde gerçek yaşamına paralel yeni hayatlar kurmayı, tanıdığı her yerde yeni insanlar edinip yeni anılar biriktirmeyi, böylece yeryüzündeki günlerini zenginleştirmeyi başarabilir. Kısacası, insanın yolculuk yaptığı her yeni kent, hangi ülkede olursa olsun, yepyeni insanlarla yeni keyifler paylaşmak, yeni mutluluklar tatmak için bir fırsattır ve keyifle kahve içtiği her mekan, ismi ister coffee house olsun isterse kahvehane, onu alıp yepyeni maceralara götürecek bir bahanedir. Üstelik bana sorarsanız, eğer söz konusu kent bir deniz kentiyse, o deniz eğer Akdeniz ise ve hele üstelik ulaştığınız nokta Akdeniz’in Mezopotamya’ya yakın bir yerindeyse duyduğunuz bu özlem de, sonunda tattığınız mutluluk da, yaşadığınız maceranın ardından ömür boyu damağınızda kalan tat da güneşte kendi kendine reçel olmaya bırakılan Akdeniz meyveleri gibi ballanıp şekerlenir.
Güzin Yalın
* Bu yazı daha önce Pulbiber Dergisi’nde yayınlanmıştır.