Gidivermelerin en keyifli araçlarından biri müzik. Kimi zaman bir konser uğruna uzak mesafeler aşılır ve insanların arasına karışıp, müziğe eşlik edebileceğiniz bir bütünün parçası olmak gündelik hayatın gürültüsünü dindirir. Kimi zaman da dünyanın diğer sesleri kulaklıklarla susturulur. Dinleyiciler için nefes alınacak bir alan oluşturan müzik, sanatçılar için de aynı alanı açıyor. Müzik gruplarının ve müzisyenlerin son yıllarda şarkılarına sızdırdığı gündelik hayata dair hikayeler, şehre dair tespitler bu kaçışın bir parçası haline geliyor. Hayatın yoğun sıkıntısı başkalarıyla paylaşılıp küçük zerrelere bölünüp gücünden yoksun bırakılıyor.
Günümüzü domine eden, yönlendiren ne varsa müziğin üretim, dağıtım ve tüketim şekillerine de bulaşıyor. Kapağı, kutusuyla cd, plak vb. ürünleri alanlar artık yalnızca koleksiyonerler. İnternet üzerinden müzik dinlemeyi sağlayan programlar ya da yüzlercesi hafıza kartlarına yüklenen şarkılar… ‘Walkman’le başlayan müziği yanımızda taşıma halleri hiç olmadığı kadar kolay ve ulaşılabilir. Diğer yandan kaliteli müzik kayıtları alabilmek de son derece kolay. Sound City, Abbey Road gibi efsanevi stüdyolar artık belgesellerin konusu. Rolling Stones’un 70’lerde kullandıkları mobil stüdyoları ise artık hoş bir anı. Hala donanımı iyi kayıt stüdyolarına ihtiyaç duyuluyor ama kayıtlar artık çok daha kontrol edilebilir ve manipüle edilmeye açık. Diğer yandan ‘temiz’ ses kaydı almak eskisi kadar çok ekipman ya da alan gerektirmiyor daha da önemlisi ulaşılabilir fiyatlara sahip.
Bu süreçlerin müziğin dinleyiciye ulaşma ya da üretilme hallerine de etki ettiği söylenebilir. Örneğin bağımsız albüm yapmak kolaylaşıyor, sonra bunu kitlelere duyurma kısmı da ana akım medyaya bağlı kalınmadan, özgürce yapılabilir hale geliyor. Eş zamanlı olarak dünyanın dört bir yanından farklı türlerde müzikleri takip edebiliyor olmanın güncel müzikle gerçek zamanlı bir etkileşim sağladığı da söylenebilir.
Üstelik kullanılan müzik uygulamaları, şehrinize ve sevdiğiniz müzik türüne göre etkinlik, konser önerisinde bulunuyor. Söz konusu etkinliğe bilet alabilmeniz için de sizi gereken sayfaya yönlendiriyor. Listelerinizi insanlarla paylaşıp, internet üzerinden arkadaşlarınızla plan yapabiliyor, ne zaman neyi dinlediğinizi paylaşabiliyorsunuz.
Gelinen noktada ise müzik akımlarının tek tek öne çıkmasından çok eş derecede önemli olduğu söylenebilir. Dünyayı kasıp kavuran, on yıllara isim veren (country, caz, punk, metal vb.) müzik akımlarından çok müzisyenlerin kendi kitlelerinin oluştuğu ve müziğin türünden bağımsız öne çıktıkları bir yapıdan söz edilebilir. Müziğin hala belli bir alt kültür oluşturduğu ya da bir alt kültürü temsil ettiği de doğru. Ne var ki dinleyicilerin kıyafet kodları, diğer gruplarla çatışmaları, ana akımla ilişkileri eskisi kadar belirgin değil… Kısacası bireylerin kendilerini temsil etme yöntemlerinden biri haline gelen müzik akımları, kıyafet kodlarında, gündelik hayatta eskisi kadar gözlemlenebilir değil. Aynı dönem içinde birbirinden farklı müzik türleri bir arada yer alıp eşit derecede öne çıkabiliyor. Hebdige gibi alt kültür üzerine çalışmış akademisyenler ise müziği, akımların müdahillerini sosyal sınıflar üzerinden tanımlayıp yapılandırıyordu. Belki de günümüzde teknoloji sayesinde sınıflar arası kodlar da geçirgen bir hale geldi ve müzik sınıf bilincinden bağımsız bir temsiliyet hali sunar oldu. Peki ya şimdi tüketim şekilleri ya da şehrin dayattığı pratiklerin gölgesinde müzik İstanbul’da kendine nasıl bir yer buluyor?
İstanbul’un tozundan, kalabalığından, kargaşasından, trafiğinden ya da nadiren sakin, güzel yerlerinden yükselen sesler var bir süredir. Ana akım karşısında duran ve dinleyicisi, izleyicisi ya da takipçisi eksik olmayan gruplar veya müzisyenler bunlar. Şehrin hikayelerini anlatıyor olmaları esas. Müzikal olarak birbirinden farklı türlere göz kırpsalar da alternatif İstanbul hikayeleri anlatıyorlar. Geçtiğimiz yıllar içinde İstanbul’un alternatif sesleri daha fazla duyulur oldu. Nerede ne zaman başladı derseniz herkesin keşfi, fark edişi kendine. İnternette denk gelinen, radyodan duyulan ya da arkadaş tavsiyesine uyulup öğrenilen şarkılar arasında herkese göre bir şeyler var.
Halimden Konan Anlar, bu isimler arasında ilk duyduklarımdan. Şarkı sözleri ise kendilerinden önce yazılmış şarkılardan biraz daha farklı. Gündelik hayata dair çok daha fazla şey var anlatılanlarda, kullandıkları dil de gündelik hayatı bire bir yansıtıyor. Hikayelerinin ana karakterleri şehirde (çoğunlukla İstanbul’da) yaşayan biri. Şarkı sözlerinde neredeyse ana karakter kadar canlı bir arka plan var. Şarkıların gündelik hayatı da içeren sözleri mevcut halleri de hikayeye dahil ediyor.
Halimden Konan Anlar’ın ‘Bıktım Bye’ adlı şarkısı bu duruma örnek gösterilebilir, “Sen orda kal Hale / Allah aşkına peşimden gelme/ Bebek taklidini de al giderken/ Metrobüse koş / Kalabalığa yakış / Nasıl böyle yapış yapış…
Halimden Konan Anlar ve Büyük Ev Ablukada’nın açtığı yolu Yüz Yüzeyken Konuşuruz, Adamlar, Yok Öyle Kararlı Şeyler, Kaç Canım Kalmış, Son Feci Bisiklet, Bubituzak, Jakuzi gibi gruplar takip ediyor. Daha önce belirttiğim gibi zaman zaman müziksel alt yapı olarak birbirlerinden farklı olsalar da hikaye anlatma geleneğini bozmuyor bu gruplar. Bir de solo olarak hikaye anlatımına katılan müzisyenler var. Gaye Su Akyol, Nil İpek, Yasemin Mori, Can Güngör ve Kalben gibi birçok isim bu gruba dahil edilebilir.
Spotify’ın benzer müzikleri bir araya topladığı listeler arasında adı geçen gruplar ve müzisyenler ‘Üçüncü Yeniler’ olarak adlandırılıyor. Ne var ki bahsi geçen isimler için müzik türü açısından bir bütünlük yok ya da edebiyatta adı geçen İkinci Yeniler’le bir bağları ya da birlik durumları yok.
Şarkılarda anlatılan hikayeler çoğu zaman aşk acısı, ayrılık, varoluş sancıları gibi daha kişisel konulara işaret ediyor olsa da hikayelerin şehirde geçtiği ve bu şehrin çoğunlukla İstanbul olduğu aşikar. Zaman zaman da açıkça İstanbul’da yaşıyor olmanın getirdiği durumlardan dem vurulabiliyor; “Seni kaybetmek Beylikdüzü’nde yaşamak gibi” sözleri Yüz Yüzeyken Konuşuruz’a ait. Aşk acısı ve İstanbul trafiğinin varoluşlarına alışmaktan başka çare yok.
Öyle ya da böyle bu gruplar ve sanatçılar sayesinde müziğin oluşturduğu kaçış alanı İstanbul için somutlaşıyor ve paylaşılabilir hale geliyor. Öncelerde az kişi tarafından bilinip takip edilen bu müzisyenler şimdilerde her mevsimde gerçekleşen farklı festivallerin ana sahnelerinde kendilerine yer buluyorlar. Gündelik hayatı anlatan, kimi zaman şehirden kimi zaman sevgiliden ya da bıkkınlıktan dem vuran öyküler binlerce kişi tarafından özümseniyor. ‘En çirkini güzellerin’(Büyük Ev Ablukada) seviliyor, ‘Pazar ve Ertesi’ (Son Feci Bisiklet) çekiliyor ve ‘Kendi Evimizde Deplasmanda’ (Yüz Yüzeyken Konuşuruz) hissetmeye devam ediyoruz.
Bir bakıma kent kendi hikayesini, içinde bulunduğu çağa uygun bir şekilde yeniden yazıyor. Günün müziği artık kendinden öncekileri de içeren, geniş sınırlara sahip melez bir varlık. İyi kötü, eski yeni ne varsa burada birleşip bugünün hikayesini anlatıyor.
Güniz Anıl