Günlerden bir gün yeni bir mahalleye taşındım ve dünyayı duyuşum değişti. Bakışımı da etkilemiştir muhakkak ama bu bir duyma, dinleme ve kentin sesleriyle hemhal olma hikâyesi.
İstanbul’un sessiz sakin bir mahallesinden, epey gürültülü ve hareketli bir mahallesine taşındığımda ilk aklıma gelen, bu mahallede asla uyuyamayacağımı düşünmek oldu. Yirmi dört saat yaşayan, sokakların evlerin uzantısı olduğu, kentin ötekilerinin bir arada yaşadığı ve biraz da dışa kapalı bir mahalleydi burası. Öyle ki, bahse konu taşınacağım evi bulana dek mahalle sınırlarından içeri adımımı bile atmamıştım İstanbul’da yaşadığım altı yıl boyunca. Tarlabaşına taşındıktan sonraysa gerçek anlamıyla başka bir dünyaya açıldı kapılar.
İlk zamanlarda gürültü patırtı diye duymazdan geldiğim ve rahatsız olduğum sesler, dinlemeye başladıktan sonra birer ipucuna dönüştü. Mahalleyle başlayan süreç, kentin tüm seslerine kulak kabartamama yol açtı. Yaşadığım kentin seslerini dikkate aldıkça, kent ve sakinlerinin görünenden farklı hikâyeleriyle rastlaşmalarım da arttı. Gündelik hayatın rutininde kulaklarımı tıkadığım, duymazdan geldiğim, hatta çoğunlukla kulaklıklarımı takıp kaçtığım sesleri dinlemeye başlamak, kent yapbozunun eksik kalan parçalarını çekip çıkarmak gibiydi.
O sıralar Kadir Has Üniversitesi’nde, İletişim Bilimleri programında devam ettiğim yüksek lisans için tez konusu ararken yaşadığım bu karşılaşmadan etkilenip akademik olarak da ses dünyasına kulaklarımı açmaya karar verdim. Seslerin dünyasına girdikçe de aslında ne kadar görme odaklı bir hayat sürdüğümüzü fark ettim. Öyle ya, duyduğumuza değil gördüğümüze inanmalı, gittiğimiz yerlerde yediğimiz içtiğimizi bırakıp gördüklerimizi anlatmalı, ya da derdimizi anlatmak istediğimizde görsellere başvurmalıydık. Duyma edimi görmeye nazaran edilgen ve irrasyonel görüldüğü içindir belki de. Ne de olsa göz kapaklarımız emrimize amade ve onları istediğimiz an kapatıp açıp, gözlerimizi farklı yönlere çevirebiliriz. Halbuki işitme de, eğer fiziksel bir engel yoksa, aynı süreçlerle işler. Neyi dinleyeceğimizi, neyi duymak istediğimizi seçebiliriz. Göz kapaklarımız gibi doğal kulak kapaklarımız olmasa da, zihnimizin içinde duyma sürecimize müdahale edebiliyoruz. Yoksa böylesi işitsel uyaran (ya da gürültü) dolu bir dünyada hayatta kalmamız pek kolay olmazdı sanırım. İçine daldığım ses çalışmaları alanı (sound studies) ve kenti dinlerken duyduklarım da bu yönleri işaret ediyordu. Bu yüzden, o günlerden beri kentlerin sesleri hala çok cezbedici.
Ankara Üniversitesi’nde doktora yapmak ve çalışmak için Ankara’ya taşındığımda bambaşka bir ses evreniyle karşılaştım. O yüzden, bu sefer de Ankara’nın seslerinin peşine düştüm ve çalışmalarımı bu yönde şekillendirdim. Her kentin nasıl kendine ait görsel simgeleri varsa, sessel simgeleri de oluyor çünkü. Örneğin, İstanbul için bu seslerden bazıları vapur düdükleri, martılar ve simitçiler. Sesi ve mekânı birbirinden ayırdığımızda yapbozun bazı parçalarının kaybolması bu yüzden.
Gündelik hayatımızda fark etmesek de sesler bizi yönlendiriyor ve yerimizi işaretliyor. Arkamızdan gelen arabanın motor sesi biraz daha kenara çekilmemize neden oluyor örneğin, ya da iki sokak öteden gelen canlı müzik sesi, o sokağa götürebiliyor bizi. Bazen de yer-yön ipuçlarındansa, mekânın kimliğine dair fikirlerimizi seslerden alıyoruz. Kadın seslerinin duyulmaz olduğu bir yerde olmak, sokaklarında çeşitli dillerin konuşulduğu, ya da hoşlanmadığımız bir müzik türünün çaldığı yerlerde olmak, bulunduğumuz mekâna dair veriler sunuyor ve davranışlarımızı yönlendiriyor. Dahası, yalnızca kişisel dünyamızda değil, toplumsal hayatımızda da sesler birçok ipucu sunabiliyor.
Bulunduğumuz yerde – okul, mahalle, ülke, organizasyon vb. olabilir- kimlerin sesinin daha çok çıktığı, kimlerin sesinin susturulmaya çalışıldığı, kimlerin duymazdan gelindiği o yerin iktidar ve denetim ilişkilerine dair kuvvetli veriler sunar. Bu yüzden sesin varlığı kadar, yokluğu da önemli bir işaret. Bunun yanında, çeşitli mercilerce belirlenmiş görsel sınırların, söz konusu ses olduğunda işlemediğine de şahit olabiliyoruz. Çünkü ses tel örgülerden, duvarlardan, eşiklerden, kapılardan sızabilir. Susturulmaya çalışılan sesler birbirine değebilir, üstüne üstlük bir karşı koyuş kompozisyonu bile oluşturabilir. Tüm bu anlam parçalarına ulaşabilmek için aslında sadece dinlemek yeterli.
Yaşadığımız kentler çoğu zaman gürültülü, tekinsiz ve kimi zaman da sıkıcı. Bu yüzden de zaman zaman, haklı bir biçimde, başka yerlere kaçıp gidivermek istiyoruz. Gittiğimiz yerlerde kentin seslerine daha bir dikkat kesiliyoruz belki, mutlaka görülmesi gereken bilmem kaç yerden fırsat bulabilirsek tabii. Farklı diller, değişik müzikler, tonu değişik ambulans ya da polis arabası sesleri daha bir duyulur oluyor. Yine de yaşadığımız yere dönünce fotoğraflara bakıyoruz, kartpostalları asıyoruz ve kent simgesi magnetleri dolabımıza asıyoruz. Görsel hafızamızı böylece korumaya alıyoruz. Oysa sesin de belleğimizdeki yeri hayli çok. Yıllardır dinlemediğimiz bir şarkıyı aniden radyoda ya da çalma listesinde duyunca, zihnimiz bizi belli bir zamana ve mekâna gönderiveriyor. Sesin zihnimizdeki dokunuşu o anımızı etkiliyor, bizi dönüştürüyor. Bir müziksevere, hayranı olduğu bir grubun konserini anlattırırsanız, bu dönüşümü kendi gözlerinizle de görebilirsiniz. Bu yüzden yaşadığımız yerlerde de zaman zaman (çünkü bunu sürekli yapmak çok yorucu olabiliyor) kulaklarımızı kentin seslerine açmak ve dikkatle dinlemek, kent mekânlarıyla olan ilişkimizi de değiştirip dönüştürebilir.
Kanadalı araştırmacı ve besteci Hildegard Westerkamp’in ses yürüyüşü (soundwalk) yöntemi kente kulak vermek için iyi bir deneme olabilir. Westerkamp ses yürüyüşünü amacı dinleme olan her türlü gezinti olarak tanımlıyor. Yapılacak tek şey yürüdüğünüz rotadaki sespeyzajına (soundscape) kulak vermek. Eğer biraz daha eğlence isterseniz çeşitli sınırlar belirlenebilir; örneğin sadece dükkânlardan dışarı taşan müziklere, insanların kendi aralarındaki konuşmalara, doğa seslerine ya da trafik gürültüsü ritmini bozan seslere dikkat edilebilir. Böylelikle yaşadığımız kentleri daha iyi tanıyıp, kimbilir, belki de severiz. Belki de duyduklarımız hoşumuza gitmez, o yerlerden gitmeye karar veririz. Her halükarda kentin seslerini dinlemek, kakofoninin ardında yatan muhtemel sürprizlere açık olmak demek. İyi dinlemeler!
Mehtap Çağlar