ADALAR

30 Mayıs 2022

Adalarla ilgili sayısız anılarım var çünkü çocukluğumdan başlayarak, ilk gençliğimden orta yaşlılığıma kadar yaşamımda hep adalar oldu. Adada yaşamak veya adaya gitmek kavramları oldukça farklıdır yani bir adaya turist olarak gitmek ya da günü birlik yakınımdaki bir adayı ziyaret etmek apayrı şeylerdir.

Gördüğüm adaların en büyüğü Girit’e gidişimiz,  Marmaris üzerinden deniz otobüsüyle Rodos’a oradan da vapurla olmuş ve orada yaklaşık on gün geçirmiştik. Rodos oldukça turistik bir adaydı, Girit ise pek turistik sayılmazdı. Haziran ayında oldukça sıcak ve tarihi çok eskilere dayanan bir adadaydık. Türkiye’den içinde birçok bilim insanının olduğu bir grupla gitmiş, bizim Resmo dediğimiz Rethymno kentinde kalmıştık. Bu tarihi kentin çarşısında danteller satan bir kadının Türk olduğumu öğrendiğinde heyecanlanarak, “Annem Sökeli mübadildir, şimdi öğle uykusunda, iki saat sonra tekrar geçer misiniz buradan, sizi görürse çok sevinir,” dediğini unutamam. Yine çarşı içinde akşam yemeği yediğimiz lokantanın sahibi Türk olduğumuzu öğrenince, Burgazada’dan gelme olduğunu, lokantanın oymalı ahşap kapısını da oradan nasıl getirdiğini anlatmıştı. Girit’te belki de bu nedenle hep hüzünlü duygular ve bir şeyleri eksik yaşamışım gibi hissettim. Özellikle Heraklion kenti yakınlarında Minoan uygarlığının kalıntılarını gezerken bu kadar eski bir kültüre hala tanıklık edebilmek bana fantastik bir yerdeymişim hissini yaşatmıştı. O çağın uygar insanlarından geriye yalnızca taşlar kalmıştı. Yaşamımızda bazen çok önemsizmişiz, bir nokta kadar değere sahipmişiz, her şeyin gelip geçici olduğu duygularını yaşarız, bu kalıntıları gezerken bu duygular içimden bir yerlerden ortaya çıkıverdi. Tarihin oldukça eski bir dönemini ve kültürel mirasını dünyanın başka bir yerinden gelip paylaşmak müthiş bir duyguydu.

Girit’ten gittiğimiz Santorini (Yunancada Thera) adasının ise çok turistik olmasına rağmen sihirli bir havası vardı. Aslında binlerce yıl önce patlayıp çökmüş devasa bir yanardağın su yüzünde kalan krateri olan Santorini adası, filmlerdeki ve fotoğraflardaki kadar güzel, pırıl pırıl boyanmış evleri, denize oldukça dik inen yamaçları, o yamaçlara tırmanmakta kullanılan eşekleri, kömür kaplı kumsallarıyla göz alıyorsa da özellikle Pirgos’ta evlerde yaşayan hiç kimse yoktu, yani canlı bir fotoğraf seyrediyor gibiydik ve bu bende ikilemli duygular yarattı. Gittiğim yeni yerlerde yöre halkı ile konuşmak, o yerin kültürel özellikleri hakkında bilgi almak hoşuma gider, anı biriktirmemi sağlar.

Girit’e gittikten sonra Yunan adaları ilginç gelmeye başladı ve bir sonraki seyahatim Çeşme’den kırk dakika süren, küçük bir taka ile geçtiğimiz Sakız (Chios) adasınaydı. Bizi limanda Osmanlıdan kalma savaş topunun karşılaması ise oldukça ilginçti. Sakız, bir yanda ilginç ihtişamlı evleriyle, armatörlerin villalarıyla ve mücevher montürlerinin yapıldığı dünyanın sayılı kuyumcularıyla oldukça lüks, diğer yanda ise adanın arka kısımlarında kalan, Türklerden kalma eski ve harap evlerde yaşayan yoksul azınlıklarıyla tezatların çarpıcı şekilde gözlendiği bir ada. Adaya indiğimiz gün çarşıda ilk girdiğimiz müzik plakları satan dükkânın adı “Gonya” (Köşe) idi.  Dükkân sahibi orta yaşlı kadıncağız üzgün olduğunu, Yunanistan’ın ünlü sinema oyuncusu Aliki Vuyuklaki’nin o gün öldüğünü gözleri dolarak söylemişti. Biz de bir zamanlar Türkiye’de de filmlerinin oynadığını hatırlayarak, üzüntüsünü paylaştık.

Ada, yalnızlık ve hüznün en yoğun hissedildiği yerlerdendir, içinizde kanat çırpan kelebeklerin heyecanı da olsa, size coşkuyla birlikte hüznü de hissettirir. Size coşkulu kalabalıklar içinde yapayalnız, kimsesiz olmayı da yaşatabilir. Yani adaların tadı daima buruktur. Bunu en çok geçmişte yıllarca gittiğim Cunda Adası’nda hissetmişimdir. Cundalılar köklerinden koparılmış dağ çiçekleri gibidir. Cunda adası mübadele ile gelen Giritli ve Midillili göçmenlerin adasıdır. Aslında Osmanlının bir döneminde Rum metropolü olan ve otonomi kazanmış bir yerken Cumhuriyet döneminde hem çok yakın bir Ege adasından hem de çok uzak bir Akdeniz adasından göç eden mübadillerin toprağı olmuştur. Özellikle Girit geleneklerinin sürdüğü bu adaya Ayvalık’tan kalkan minik motorlarla yanaşmak, eski Rum evlerinin arasında dolaşırken şimdilerde artık neredeyse hiç kalmayan yaşlı Giritli hanımların ana dillerinde konuşup kapı önlerinde şık ve minik kadehlerle likörlerini ve kahvelerini içmeleri, lokumlarını yemeleri yıllar öncesinden aklımda kalan fotoğraflar arasında daima yerlerini koruyacaktır. Cunda adası dostlukların da biriktirildiği bir adadır.  Bana adayı doksanlı yıllarda sevdiren gazeteci arkadaşım sevgili Tanju ve onun sayesinde tanıştığım küçük yaşında Girit’ten göç etmiş, şimdi kaybettiğimiz Ali Bey ile Cunda’nın tarihi mekânlarında olduğu kadar ıssız kırsal mekânlarında da yaptığımız geziler, Ali Bey’in ada tarihiyle ve kendi yaşamıyla ilgili anlattıkları,  bana hüzünden tat almayı öğretmiştir. Kocaman bir adadan minicik bir adaya gelişi, yaşam koşullarının her yönüyle değişmesi ve doğduğu toprağını, evini bırakması, güvenli alanını terk etmesi duygusal olarak çok zor olsa gerekti. Bu duygularla baş etmeye çalışmak için kuşaklar arasında kültürel ve duygusal aktarımlar da çok önemli.

Cunda geceleri muhteşemdi, hafif bir meltem eşliğinde bir yanda masanızdaki nefis mezelerle, papalinalarla diğer yanda kurulmuş dostluklarla oluşan tatlı sohbetlerle çakırkeyif olmak sınırlı yaz günlerinin unutulmaz anılarıdır. Yıllar önce seyrettiğim, Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği 1991 yapımı “Suyun Öte Yanı” filmi de, filmin bir bölümünün geçtiği pansiyonda daha sonra kalmış olmamın da etkisiyle olsa gerek, benim buralarla olan derin bağlarımı güçlendirmişti. Ne yazık ki, yaklaşık son on yıldır Cunda adası benim hayallerimde eski haliyle yaşıyor çünkü günümüzde çok kalabalıklaştı ve çok turistik oldu. En son Midilli Adası’ndan dönüşte uğradığımda bambaşka bir ada olmuştu, hem gelen insanlar çok değişmişti hem de yerli halkın yaklaşımı turistik bir havaya bürünmüştü.

Midilli ise bize çok yakın mesafede ama kültürel olarak çok farklı, sakin bir ada, adeta her yeri keşfedilmeyi bekleyen bir kıta. Hâlâ otantik halini korumaya çalışan sıcacık Egelilerin adası. Merkezden biraz uzakta bir akşamüstü tesadüfen katıldığım bir köy düğünü beni çok etkilemişti, minik bir sahil köyünde, küçücük kilisede en şık kıyafetleri ile bir avuç insanın mutluluğunun arasına katılmak çok hoşuma gitmişti. Midilli’nin merkezinde, Osmanlı döneminden, bin sekiz yüzlerin ortalarından kalma Ermiş adlı lokantanın garsonu İgnasio ile tanışmak, ondan Midilli’nin nefis mezelerini ve balıklarını tatmak anılarımdaki yerlerini daima koruyacaktır. Nobel ödüllü şair Odysseas Elytis’in dedesinin köyü Geras’da, öğle sıcağında gezdiğim, müzeye dönüştürülmüş, şairin atalarının işlettiği zeytinyağı fabrikası ve ortadaki tarihi sarnıç, köyün hâlâ çalışan yazlık sineması,  ardından Mantamados köyünde seramikçi Anna Foti ile sohbet ve adanın en kuzeyindeki Molivos’dan karşıdaki Assos’a bakmak ne hoş duygular yaşatmıştı. Midilli’de yaşadığım en güçlü duygu, bize çok yakın duran bu insanların neden yıllarca bizden bu kadar uzak kaldıklarıyla ilgiliydi.

İlk gençliğimde iki kez gittiğim Marmara Adası da oldukça ilginç denizi ve tarihi özellikleri olan bir adaydı, ancak benim babamı kaybettiğim bir zamanda gitmiş olmam nedeniyle ada ile ilgili anılarımda yalnızlık ve kaybetmenin verdiği çaresizlik duyguları ağır basar.

İstanbul’un Prens adaları da ayrı bir âlemdir. Çocukluğumdaki Büyükada ve Burgazada’nın anılarımda ayrı bir yeri vardır. Adaya gitme hazırlığı bile içimdeki coşkuyu arttıran ben ve ada ikilisini oluşturan kavramlardı. Son on yılın ilk yedi yılında Büyükada’nın Heybeliada’yı tam karşıdan gören bir yerinde yazları geçirdiğimiz ev ise, o sıralar artık oldukça yaşlanmış olan ve kısa süre önce kaybettiğimiz ebeveynlerimizin son yıllarında onlarla birlikte olmanın verdiği huzurla, anılarımda hüzünlü yerini almıştır. Büyükada’ya gelişim, çok yakın dostum Lale ile uzun ev arayışlarımız ve onun büyük çabaları ile oldu. Adada geçirdiğim günler hüzünlü de olsa biraz da coşku doluydu. Bu birbirine zıt duygularla geçen zamanda özellikle ada sofraları kurmak, arada arkadaşlarla havuza gitmek ve geceleri uzun sohbetler edip, fayton sesleri ve güzel mezeler eşliğinde zaman geçirmek beni çok mutlu ediyordu. Hele sabahları erkenden iskeleye kadar yürüyüp kahvaltılık kurabiyeler ve çörekler alıp ada özellikle günü birlikçi turistler tarafından istila edilmeden bir an evvel evime kavuşmak çok önemliydi. Bayram veya tatil günleri adayı günü birlik ziyaret eden kişilerin sınırsızlığı ile adadan kısa bir sürede kaçtık. Ama Büyükada’nın o güzel konak ve yalılarının tarihini araştırmak, ada ile ilgili kültürel bilgiler edinmek ve çocukluğumdaki adanın ne kadar sakin olduğunu anımsamak bile adada bir süreliğine de olsa yaşamaya değdi. Hafta içi ve ilkyaz günlerinde ya da baharlarda özellikle geceleri adalarda sessizlik hâkimdir, size huzur duygusu yaşatır, izole olmanız hayaller kurmanızı sağlar. Özellikle yağmur ve fırtına olduğunda bir anda karşınızdaki adanın gözden kaybolduğunu fark eder ve anakaraya ulaşmanızın mümkün olmadığı duygusunu yaşadığınızda biraz tedirgin olabilirsiniz. Adanın korularında yürüyüş yapmak, Martı’da veya Eskibağ’da, bana adayı sevdirenlerden Tülay ile bir nefes alıp tepedeki Aya Yorgi’ye aşağıdan bakmak günün güzel geçmesini sağlar. Tepeye, Aya Yorgi’ye çıkmak ve orada güneşi batırmak ya da dolunayda hafif çakırkeyif orada sessizliği tadarak eve kadar yürümek de unutamayacağım anılarım arasında kalacaklar. Ada benim için Değirmenaltı’nda geçirdiğim güzel zamanları, arkadaşlarım ve ebeveynlerimle yediğim balıkları hep hatırlatacaktır. Diğer yandan, çalışırken sabah deniz otobüsüne koşturmalarımı ya da dönüşte fayton bulma çabalarımı ada yaşamının olumsuzlukları arasında sayabilirim. Bu arada kışlık evimden değerli komşularımın adalardaki evlerinde bizi ağırladığı öğle yemeklerini ve özellikle Anahit’in nefis dolmalarını ve Arpi’nin enfes böf stragonofunu unutamam. Büyük adanın kışın mimozalar, bahar bitimi ve yaz başında manolya ağaçları ve en önemlisi ön balkonumda yaz ortasından eylüle kadar açan begonviller anılarımda çok özel bir yerdeler. Adalar arası gezintiler de çok hoştur. Canınız sıkılır başka adadaki bir arkadaşınızla buluşur, bir kahve içer ya da Burgazada’da, Kalpazankaya’da gün batımında yazın keyfini çıkarabilirsiniz.

Büyükada’da beni en çok etkileyen anılarımdan biri de Bienaldi, bir zamanlar Troçki’nin kaldığı şimdi yıkık, harabe halindeki köşkün önünde denize konan hayvan heykelleri çok ilginçti, adeta suyun belleğinin ve doğanın gücünün bir yansımasıydı. Bienal süresince ada, özlemini çektiğim, arzuladığım kültürel havadaydı. Sergileri, mekânların açılımı ve gelen insanları ile çok daha hoştu. Gönül ister ki adadaki kültürel değerler turistleri çeksin, ada gelip faytonlara binip, lunaparka kadar ada turu yapıp, köşk resimleri çekip, yaşanmışlığa dair hiçbir bilgi edinmeden, elleri ile döner yiyip (balık dururken adada döner niye?) çöplerini yerlere atan, motorlara binip zavallı martıları simitlere boğanların adası olmasın. Büyük haksızlık ve saygısızlık o mekânlara ve o mekânlarda yaşatılmış kültürlere diye düşünüyorum. Bu arada Büyükada’da tek kitap alabileceğimiz yer olan iskele girişinde baba mesleğini sürdüren İksidas kitapçısı da galiba anılarımızdaki yerini aldı. Büyükada bana hep Tomris Giritlioğlu projesi olan ve Nilgün Öneş’in senaryosunu yazdığı “Hatırla Sevgili” dizisinin zaman ve mekânlarını, orda yaşanan naif ve romantik duyguları, kulağımda o hoş melodisi ile hatırlatacaktır.

Adalar müzik dünyasını da etkilemiştir. Fransız şarkıcı Serge Lama “Une île”, (Ada) adlı şarkısında, “Bir ada, altın bir doruk gibi/ Sakin, uyuyan bir çocuk gibi/ Sadık, uğruna ölünecek kadar/ Zalim, güzel olduğu için/… Bir ada, gökle su arasında/ Bir ada ıssız, gemisiz/ Bakımsız, biraz da aşağılayıcı/ Vahşi, yolculuk umudu olamayan/ Bir ada, bu ada, benim adam, sensin” sözlerini dile getirir. Oyuncu, şarkıcı Jeanne Moreau ise adayla ilgili duygularını “Une île, mon île, ton île” adlı şarkısında “Dünyayı baştan aşağı kat mı etmeliyiz/ Derin sularda mı dolaşmalıyız/ Bizim gibi hâlâ cenneti arayanlarla birlikte/ Kayalarda kırılan köpükler, çılgın dev kuşlar/ Bu ada güzel, bana söylediğin gibi/ Adamız, adan, adam… /Bilgeliği,/ geçen zamanı yavaş yavaş unutmayı keşfedecek miyiz?/ Yaşam ve ölüm dilinde/ dudaklarında, parmak uçlarında… Biliyorum yüreğim, yol uzun/ Tüm dünya bizim, kısa bir süre için/ Tıpkı yolculuk gibi” sözleriyle anlatır. Zülfü Livaneli en güzel şarkılarından olan “Gün Olur” şarkısında Orhan Veli’nin şiirini seslendirir: “Gün olur alır başımı giderim/ Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda/…/Şu ada senin/ Bu ada benim/ Yelkovan kuşlarının peşi sıra…”

Edebiyatta adalara dair pek çok şiir, roman, öykü ve anı kitabı yazılmıştır. Çocukluğumun başucu kitapları Jules Verne’in “Esrarlı Ada”sı, E. Granstrolm’un “Issız Adada Bir Yıl”ı hâlâ güncelliğini koruyan çocuk kitapları arasındadır. Melisa Gürpınar, “Ada Şiirleri” adlı kitabında “Uzak bir adadan/ göç yollarını izleyerek/ gelen/ yasemin kokulu rüzgârlar/ esip geçmeden solan ömrümün içinden/ ve hangi makamdan olursa olsun/ biri bir ney üflemeden/ ardımdan/ nasıl bitebilir” dizeleriyle adalara dair duygularını yansıtır.  “Girit’ten Cunda’ya” Ahmet Yorulmaz’ın ve Cunda’lıların mübadele öyküsünü anlatır. Akhillas Millas’ın “Büyükada” kitabı ise ada hakkında yazılmış önemli bir eser olup, geçmişe dair yaşanmışlıkları ve kaybolan değerleri, kültürleri önemli yapıları krokilerle anlatır. Zülfü Livaneli’nin hayali bir adada geçen “Son Ada” isimli romanındaki martılar, Büyükada’da özellikle yaz başlarında çığlıklarına ve minik yavrularına uçma dersleri vermelerine tanık olduğumuz martıları çağrıştırır.

Büyükada’da doğmuş en ünlü ressam, yazar Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’in kardeşi ve ressam Aliye Berger’in ablası Fahrünnisa Zeyd’dir. Paris’te Leopold Levy’nin öğrencisi olmuş ve soyut akımdan etkilenmiştir. İbrahim Çallı izlenimci yaklaşımıyla adayı betimlerken, modern Türk kadını resimlerinin odağına yerleştirmiştir. Feyhaman Duran ise Fransız izlenimcilik anlayışıyla müthiş ışık ve renk atmosferi yarattığı ada resimleri yapmıştır. Yakın zamanda kaybettiğimiz, Büyükada doğumlu ressam Tiraje Dikmen’in 2009 yılında yapılan, “Adalar Müzesine Doğru”  sergisinin büyük panosuna yerleştirilen, yeşil ve sarı zemin üzerine soyut ada tablosu oldukça etkileyicidir. Bedia Muvahhit ise Büyükada’da doğup lise yıllarına kadar orada yaşamış ünlü tiyatro sanatçımız, onun adada, Nizam’da bir Fransız okuluna gittiğini öğrendiğimde çok ilginç geldi, eskiden adalarda çok kültürlülük ne kadar fazlaymış.

Şimdiye kadar gittiğim ve anılarım olan adalardan bahsettim. Anılarımda olmasını istediğim, en çok merak ettiğim bir ada da Fransa’nın kuzey batısında Manş denizi kıyısında, ortaçağdan kalma kilisesi ve yapılarıyla, gel-git nedeniyle kâh sahilde kâh denizin içindeki minicik, fantastik  Saint-Michel adasıdır. Sadece filmlerden ve belgesellerden tanıdığım bu adaya belki bir gün gider yeni anılar biriktirebilirim.

Ada, yalnızlık, hüzün ve umutların olduğu, anakaradan uzak, güvenli yeri belirsiz mekân duygusu hissettirir. Adalarda yaşadığım ikilemli duygular benim yaratıcı yanıma katkı sağlamıştır. Hali hazırda adalı olmasam da, tatil zamanlarımın adalarda geçmesi biraz tesadüflere bağlı olsa da, belki de bir gün adada yaşama ve yalnızlıkla baş etme çabamı, sanatsal yaklaşımlarla geçen zamanı çoğaltmak için kullanabilirim, neden olmasın?

Füsun Aygölü

 

Yukarı