Geçenlerde yine düştüm. Anlaşıldığı gibi, şifre sözcük, “yine”, söyleyenin bu konuda ne kadar sabıkalı olduğunu anlatıyor! Ne yazık ki, çocukluğumdan beri çok düşerim. Geçmişte, dizlerimin, dirseklerimin yarasız, beresiz olduğu günler sayılıdır. O çağlarımda hasar, o kadarla sınırlı kalırdı. Ne zaman ki kemiklerim, kemik gibi oldu, esnekliğini kaybetti, ben de oramı, buramı kırmaya başladım!
Son düşmemden bu yana, kırılan burnum nedeniyle, gözlük takamayınca, televizyon izleyemiyorum, okuyup yazamıyorum, dikiş dikemiyorum, ortada dolaşamıyorum. Geriye ne kalıyor? Oturduğun yerde düşünmek… İlk önce nerelerimi ikişer kez, nerelerimi yalnız bir kez kırmışım, onu hatırlamaya çalıştım, vazgeçtim. Konu hiç keyifli değildi. Derken aklıma aynı posta kutusuna kafamı tekrar tekrar vurmalarım geldi! Çocukken bulduğum her yazılı kâğıt parçasını okuma merakım vardı. Yalnızca kâğıt parçaları mı? Reklam afişleri, ilan panoları, duyurular, apartman isimleri…
İlkokula gidiyorum, evlerde henüz buzdolabı yok. Bizimkiler de eti, yakındaki Hüsnü Amca’dan günlük alıyorlar. Hüsnü Amca, annemin isteğine göre hazırladığı eti, önce kalın kasap kâğıdına sarıyor, sonra da o ambalajla yollamamak için üstüne gazete kâğıdıyla ikinci bir tabaka oluşturup bana öyle veriyor. Defterlerimizin bile sarı saman kâğıtlarından yapıldığı yıllarda, adamcağız, süslü püslü ambalaj kâğıdını nereden bulacak? Yine de kendince özen gösteriyor, böylece benim kanıma girmiş oluyordu! Çünkü ben, eve dönerken elimdeki o rulo biçimli paketi çevire çevire, gazetenin üzerindeki yazıları okumaya çalışıyordum.
Kasaptan gelirken yol üzerinde bir elektrik direği ve direğin üzerinde benim başımın hizasına gelen yerde, bir posta kutusu vardı. O zamanlarda sokaklarda posta kutuları bulunur, herkes mektuplarını bu kutulara atar, postacılar, günün belli saatlerinde dolaşıp kutuları boşaltır ve içindekileri yerlerine ulaştıracak merkezlere götürürlerdi. Yolumun üstündeki, alnımın hizasına gelen o posta kutusuna kim bilir kaç kez başımı vurmuşluğum vardır. Paketi çevire çevire gazetenin üzerinde yazanları okumaya uğraşırken şakağımdaki acıyla kendime gelirdim. Eve gelince de utancımdan bu yaptığımı kimseyle paylaşmazdım.
Yüzümün acıyla buruşmasından, gözlerimin yaşarmasından, alnımda veya şakağımda oluşan morluktan, kızarıklıktan annem bir şey olduğunu anlamaz mıydı? Anne gözü bu, hiç kaçar mıydı?
Gelsin hemen geleneksel tedavi yöntemi! Bir parça ekmek içi çiğnenir, moraran yerin üzerine konur; düşmesin diye tülbentle bağlanır. Tülbentler, şifonyerin ya da komodinin çekmecelerinden birinde dururlar, üst üste, katlanmış, ütülenmiş, sakız gibi bembeyaz… Kenarları pembeli, morlu, yeşilli, sarılı oyalı tülbentler… Çekmeceyi çektin mi, içerde kapalı kalmış olan mis gibi lavanta kokusu dışarı kaçıverir, odanın her yanına yayılır… Sarılan yeri açtığında, bir iki saat sonra, kızarıklıktan eser kalmazdı.
Kendimi ferahlatmak için, düşmelerime bir bahane arıyorum ya! Aklıma insanlara taşıdıkları adların ağırlık verdiğine ait söylenenler geldi. Doğrusu adımda düşmeyi çağrıştıran bir anlam yok! Cumhuriyetin ilanından sonra ardı ardına devrimler, Türk Dil Kurumu, dilin arılaşması heyecanı içinde, annem babam da biricik kızlarına “Hale” diyecek değillerdi her halde, Ayla demek varken… Bugüne kadar, üç aşağı beş yukarı, benim yaşımda dönemin rüzgârıyla Ayla adı konmuş pek çok kişiyle karşılaştım, tıpkı bir modanın yayılması gibi! Bazen de insanlar, isimlerden medet ummuşlar; hayallerini, umutlarını gerçekleştirebilmek için çocuklarına koydukları adların bir yararı olur, diye düşünmüşlerdir.
Vatan şairi Namık Kemal, Abdülhamit döneminde, istibdat yıllarında, “Uyan ey yâreli şir-i jeyan bu hâb-ı gafletten” diyerek, yaralı bir aslanı benzettiği ülkesinin bir an önce içinde bulunduğu gaflet uykusundan uyanmasını dileyince, zamanın ve daha sonrasının nice aydını, nice vatanseveri,” bizim oğlumuz belki bunu başarabilir, ülkenin aydınlığa çıkmasında yararlı bir birey olur” umuduyla çocuklarına Namık veya Kemal adını vermişler. Annemle babam henüz dünyada yokken, aile büyükleri, babamın ağabeylerinden birine Namık, birine Kemal demişler, tıpkı pek çok ailenin yaptığı gibi… Bu arada anne tarafından dedem de oğlu olunca adı Namık Kemal olsun, demiş, beklentiler aynı, istibdat hala sürüyor. Bu kez başka bir dalga var, Tevfik Fikret’in Haluk’un Defteri isimli şiir kitabı dillerde dolanıyor. Şair ülkede gerçekleşmesini istediği hayalleri oğlu Haluk’ta simgeleştirerek onun üzerinden dile getiriyor. Sonradan Haluk, büyük bir düş kırıklığı olsa daha henüz o yıllarda bir umut ışığı…
Şair, mezar taşında bile, “İnhina tavk-ı esaretten girandır boynuma” diyerek, çıkar uğruna boyun eğenleri yerin dibine batırıyor. Öyle olunca elbette Namık Amcam, oğlunun vatanına yararlı bir evlat olmasını istiyor ve ona Haluk adını koyuyor, tıpkı bir başka şehirde yaşayan ve bir oğlu olan Kemal Dayımın yaptığı gibi… Şöyle bir bakındım, etrafımda yetmiş yaşlarında ne kadar çok Haluk olduğunu görünce şaşırdım. Bir kez düşünmeye başladım ya, çocukluk yıllarımdan hatırladığım annemlerin dostları, tanıdıkları olan pek çok Fikret Amca gözümün önüne geldi…
Babam, ezbere bilir, yeri geldikçe Haluk’un Defteri’inden dizeler okurdu. Ben de duya duya alışmıştım. Yeni evliyken bir iş için, eşimle Topkapı’ya gittik. Hiç farkında olmadan, yolda yürürken, “Hani bir gün seninle Topkapı’dan geliyorduk/ Yol üstü bir meydan bir çınar gördük” dizeleri ağzımdan dökülüverdi… Şiirdeki Topkapı, şairin dediği Topkapı değildi ama nasıl olduysa söyleyivermişim işte… Eşim bana döndü:
“Ayla, biz seninle daha önce Topkapı’ya gelmedik ki, yanlış hatırlıyorsun,” dedi. Gülmeye başladım tabii.
Sanırım pek çok kişi de fark etmiştir. Son yirmi, yirmi beş yıldır aileler, çocukları için islâmi isimleri yeğliyorlar. Vardır onların da kendilerince bir nedeni, düşünceleri, beklentileri. Kübralar, Bilâller, Merveler, Sümeyyeler… Öyle çok duyuyorum ki!
Yenilerde, çok yenilerde farklı bir akım daha başladı, dikkatinizi çekti mi? Genç anne babalar, çocuklarına Can, Aylin, Deniz ya da benzeri isimler veriyorlar. Bunlar gelişmiş yabancı ülkelerde, söylenişleri aynı fakat yazılışları küçük farklılıklar gösteren isimler… Aileler bunu, ola ki, çocuğumuz o ülkelerden birinde okumak, çalışmak olanağı bulursa, adıyla yadırganmasın, yadırganıp zorluk çekmesin diye yapıyorlar, sanırım.
İki hafta boyunca ayağımın üstüne basmayacağıma göre, bari aklıma gelenlerle, aklımdan geçenlerin canları sıkılmasınlar diye, onları serbest bıraktım, ortalarda dolandılar, arada kalemime takılanlar oldu, işte onları da yazdım.
Peki ya hayallerim? Hayal ettiğim hiçbir şey yok mu? Olmaz olur mu, var elbette. Keşke gerçekleşse! İşte o zaman nerede olursam olayım, ister burada, ister bir başka âlemde, bir yolunu bulur, çıkarım meydanlara, şehrin en ortalık yerine, şarkılar, türküler söylerim çünkü çok güzel bir şeyler olmuş demektir. O alemde kimden çıkış izni almak gerekirse, bir melekten ya da bir zebaniden, bir alkış tutup geri döneceğime söz veririm, namus sözü, şeref sözü, öğretmen sözü, olmadı, çıkarken kapıya anılar yüklü saatimi bile bırakırım.
Bir gün gelse, o sözünü ettiğimiz ülkelerde, insanlar çocuklarına Elif adını verseler, Oğuz deseler, Alp deseler, Suna deseler, ola ki bir olanak bulur da evladımızı her bakımdan gelişmiş ülke Türkiye’ye yollayabilirsek, adı ona orada sıkıntı vermesin diye düşünüp bu yola başvursalar, dünyalar benim olmaz mı?
İşte o zaman, kendimce kutlayıp dönerken “bu da oldu ya, daha ne isterim ki” der, başım havada, geçerken saatimi geri alır, pek beceremesem da ağzımda bir ıslık, çaldığım melodiye uygun hafif aksak adımlarla yürür giderim…
Hayal işte!
Ayla Özberk