Atlar asil, cefakâr, yararlı ve tıpkı yunuslar gibi psikoterapi dünyasına katkıları büyük hayvanlardır. Ayrıca bana göre at, yakın akrabası eşekten sonra dünyanın en güzel bakışlı ve iletişimi diğer canlı varlıklara göre en olumlu hayvan türüdür. Kızdırmadıkça ve canını yakmadıkça ya da ondan tedirgin olmadıkça zarar vermeyen, aksine size olumlu duygular yaşatabilecek atalarımızdan kalma bir hayvandır at…
Ama nedense bu güzelim hayvanı düşünmek beni önce üzüntü duyduğum konulara götürür. Her şeyden önce yaklaşık on yıla yakın kaldığım Büyük Ada’daki atları ve faytonları anımsarım her seferinde. Çocukluğumun adasındaki o zarif faytonların ve bakımlı ama az sayıdaki atların yerine geçen, son yıla kadar sayıları gittikçe artan ve doğru düzgün bakılamaz olan atlar ve faytonlar adayı terk etme nedenlerimden biridir. Özellikle kültürsüz turistlerin ellerinde en son model telefonları ile, hiçbir tarihi özelliğini merak etmedikleri köşklerin resimlerini çekip Lunapark’a kadar hızla atları koşturan faytonların içinde oturmaları içler acısıydı. İsteyen kızabilir ama söylemeden geçmek olmaz; biz Ada’da yaşayanlara hiç kibar davranmayan fayton sürücüleri atlara doğru düzgün bakamayıp onları sadece birer meta olarak gördüler ve Adaların nostaljik dokusunda önemli yeri olan atlar ve faytonlar böylece yerlerini minibüs benzeri taşıtlara bırakmış oldu. Oysa gece dolunaydaki fayton sefaları, akşam iskelede biraz demlenip faytonla Ada’da bir küçük tur atmak ve o sırada iç sesimizle “Hatırla Sevgili”nin nağmelerini seslendirmemiz hala özlemle anılarımdadır. Bu arada, oldukça önemli bir dönemi anlatan Tomris Giritlioğlu’nun yaşantımda ender eksiksiz seyrettiğim dizilerden biri olan dizisi “Hatırla Sevgili”, atları ve faytonlarıyla 1960’ların Büyükada’sını çok güzel yansıtmıştır.
Atların aklıma düşürdüğü ve içimi üzen ikinci konu da 80’li yılların başında hayatımda ilk ve son kez gittiğim at yarışlarıdır. O yarışları izlerken yaşadığım olumsuz duygular ve atların üzerinden insan denen varlığın para kazanma hırsını gözlemlemem, beni çok rahatsız edip hayvanlara yapılan eziyet ve şiddetle ilgili düşünmeme neden olmuştu.
Neyse ki, atlara dair sevmediğim anılar burada biter. Çünkü atları sinema dünyasında da sık sık görme olanağına sahibiz. Sergio Leone’nin, “İyi, Kötü ve Çirkin” filminde koşturan, birbirini takip eden ve bizi heyecanlandıran kuzguni, kahverengi, kıvrak atlar oldukça ilginçtir; bana onların da sanki sinema dünyasında birer oyuncu olduklarını düşündürür. Horace McCoy’ un ünlü romanı “Atları da Vururlar”da, 1930’ların Amerikan toplumunda çoğunluğun fark edemediği şiddetin dans pistleri ve tribünler yoluyla aktarımı çok çarpıcıdır. Bu romanı aynı isimle Sidney Pollack sinemaya aktarmıştır. Filmde Jane Fonda ve Michael Sarrazin’in oyunculukları muhteşemdir. Türk sinemasında önemli bir yere sahip Ali Özgentürk’ün yönettiği “At” filminden ise, Genco Erkal’ın büyüleyici oyunculuğunu unutmam mümkün değildir. Film, at arabası ile seyyar satıcılık yaparak yaşam savaşı veren bir adamın öyküsünü naif bir yorumla anlatır.
Sanat eserlerine ilham veren atlardan söz açılmışken, Elsa Triolet’nin “Beyaz At” romanında cephedeki Michel’in yalnızlığı oldukça hüzünlüdür. Rene Guillot’nun “Beyaz Yele” romanındaysa, on iki yaşındaki Folko ile beyaz özgür yılkı atının dostluğu çok ilginçtir.
Atlar psikoloji dünyasında, cinselliğe dair erotik imge olarak da yansıtılabilirler. Örneğin, Sigmund Freud “Küçük Hans” vaka incelemesinde, beş buçuk yaşındaki bir çocuğun at korkusu cinselliğe gönderme yapmaktadır. Bu çalışmanın bize anlattığına göre, çocuğun bu fobisinin nedeni atlı karıncadaki atların dövüldüğünü görüp çok huzursuz olduğu çok daha önceki bir zamana dayanmaktadır.
Aslında galiba atların bana yaptırdığı çağrışımların önemli bir bölümü de çocukluğuma aittir. O yılların kovboy filmlerinin önemli kahramanlarını, sevgili çizgi roman kahramanım Red Kit’in meşhur Düldül’ünü, Cervantes’in Don Kişot’unun atı Rosinante’yi ya da nostaljik tahta atlarımızı nasıl unutabilirim?
Oyuncak tahta atlar, nedense canlı olanlardan daha çok ilgimi çekmiştir. Hayal meyal hatırladığım çocukluğuma dair anılarımda bile boyum kadar bebeğim Kezban ve sallanan at imgesi yan yanadır. Bu çağrışım öylesine eskiye dairdir ki belki de at ağabeyime aittir ve fotoğraflardan çağrıştırdığım bir semboldür, tam hatırlayamam. Ama bir şey kesindir, atın yavaş ve ritmik sallanışı beni hayaller dünyasına götürür çünkü çok net hatırlayamasam da galiba benim en özel olan oyuncaklarım ilk beş yaş dönemine ait olanlardır. Oyuncak atın ev aksesuarları arasına girmesi ise doğal olarak çok daha sonraya rastlar. Önce evime bir hediye olarak gelmesini anımsarım, sonrasında ise Selanik’te rastladığım ilginç bir oyuncakçıdan aldığım ve sanki canlıymışçasına sahiplendiğim bir diğerini.
Füsun Aygölü