Son zamanlarda, bir durumdan, bir olaydan, bir yerden söz ediyorsam, “şimdi nasıldır, bilmiyorum ama” diye başlamayı, kendime alışkanlık etmeye çalışıyorum. Epeyce yerleşti de… Dün, bir-bir buçuk yıldır Beşiktaş’a inmeyen komşum, “Biliyor musun, Beşiktaş çok değişmiş, üst geçit kalkmış,” dedi. Haydaa! Şunun şurasında ben en son 2005 yılında gitmiştim ve üst geçit yerinde duruyordu. Geçidin ayağında da Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuarı’na giden öğrencilerin çok bayıldıkları kurabiyeleri satan seyyar satıcının camekânı… Hem aklım da almadı zaten! Hemen orada yanı başında anlı şanlı Amiral Barbaros Hayrettin Paşa, yanında leventleriyle dururken, böyle bir değişikliğe nasıl cesaret edildi, bilemedim. Eminim o başka bir yere gitmemiştir, yerinde duruyordur; nereye gidecek ki? Arkasından türbesini sürükleyecek hali yok herhalde!
Son günlerde, sokağa çıktığımda, en fazla karşı kaldırıma kadar geçen, evin çevresinden ayrılmayan ürkek bir ev kedisiyim. Bugünüm pek zengin değil, bu açığımı dünle kapamak istiyorum; o zaman da değişiklikler beni fena halde çarpıyor. Belki bu hali uç noktalarda yaşıyorum ama benimki kadar belirgin olmasa da, herkesin arada geçen zaman ve olaylar arasında savrulduğunu düşünüyorum. Ya ağaçlar… Ağaçlar öyle mi ya? Onlar, benim gibi etrafına biraz da ürkerek bakanlar için, kalın, güvenilir, ayakları toprağa sağlamca basan gövdeleri, çevresini kanatlarının altına toplayan dallarıyla her zaman inandırıcı, her zaman korkulardan arındırıcı olmuşlardır.
1996 yılında Kadıköy, Acıbadem’e taşınmıştık. Gerçi daha yukarıda Acıbadem Köprüsü civarında oturanlar, bizim gibi ana caddenin Kadıköy’e daha yakın kısmındakileri değil, kendilerini gerçek Acıbadem’li sayarlar ama olsun. Biz yazışmalarda, mektuplarımızın üstüne resmen Kadıköy/Acıbadem yazıyorduk! Sokullu Sokak’ta, Sokullu Paşa Konağı’nın tam karşısındaydı evimiz. Arka taraftan da bahçemiz, dünya güzeli bir parkla, Sokullu Parkı’yla bitişikti. Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz hep Sokullu; vaktiyle konak, av köşkü olarak yapıldığında, çevresi, yani ta Haydarpaşa’ya kadar olan uçsuz bucaksız alan, köşkün av sahasıymış. Aradan geçen yüzyıllarda, o koca arazi bölünmüş, içinde bir yığın binalar, köşkler, parklar, bahçeler, meydanlar, çarşılar, alış veriş merkezleri, hatta tren istasyonları bile oluşmuş. Bu arada, geçmişe dönersek, belki de koca sadrazamın avlağına dikilmek üzere dünyanın üç kıtasına yayılmış Osmanlı topraklarından farklı ağaçlar getirilmişti. Çünkü etrafımızdaki binaların bahçelerinde, bir daha hiçbir yerde göremeyeceğim pek çok değişik ağaca rastlardım. Herhalde, bu az görülen türlerin büyük büyük babaları ve anneleri ölseler bile, onlardan üreyen tek tük torunlar, benim gördüğüm o bahçelerde yaşıyorlardı. Tabii bu dediklerimin hiçbiri bilimsel değil; yalnızca başını almış giden hayal dünyamın bana düşündürdükleri… Söz gelimi oturduğumuz evin bahçesindeki gülibrişimin beşinci kuşaktan torunu, gülibrişim ismi de Türkçe değil ya, doğu kökenli bir ağaç olarak, Paşa’nın avlağına vaktiyle dikilmiş olabilirdi. Osmanlı’dan daha batıya kaydığında batılılar gülibrişim demeyi beceremedikleri için ona “kolibrisen” demiş de olabilirlerdi…
İşte şimdi bunları yazarken, binada oturan komşulardan birinin, ağacın çiçeklerinden dökülen tatlımsı özsuyunun arabasının üstüne damlamasından rahatsız olup zavallıyı kestirmesini hatırladım da öfkem yine depreşti!
Parkın içinde, ortadaki daha büyük ve diğer ikisi ondan az küçük üç ağaç vardı. Bu yaşıma gelinceye kadar, o ağaçlardan başka hiçbir yerde görmedim. Belki arboretumlarda olabilir, bilemem tabii…
Kalın, yukarıya doğru hafifçe incelen, kapkalın, pürüzsüz, adeta cilalı, uzun bir gövdenin üzerinde, yere paralel, şemsiye biçiminde yayılmış dallarıyla parktan gelen geçeni korur, kollar, sarmalardı. Dalları öyle geniş bir alana gölgelik olurdu ki, kocaman parkın içinden geçenler, ne tepelerindeki yakıcı güneşi ne de yağan sepkeni hissederlerdi.
Bin bir çeşit kuşun binlercesi, o şemsiye dallara konar, kalkar, yer, içer, beslenir, yuva kurar ve yine bin bir çeşit kuşun binlercesi bir ağızdan türlerinin şarkılarını söylerlerdi. Yukarıda, kendilerini vatan bildikleri ağaçlarında güven içinde hisseden neşeli kuşlar yaşarlarken, aşağıda, ağacın inanılmaz yükseklikteki gövdesi nedeniyle onlara ulaşamayan ve ancak gövdenin yarısına kadar tırmanıp geri düşen kediler olurdu; yutkunmaktan bademcikleri şişmiş kediler!
Oraya taşındığımız yılın sonbaharında, ağaç, salkımlar halinde, biçim ve büyüklük olarak kiraza benzeyen, altın sarısı, sert, yenmeyen meyveler verdi. Böylece artık benim için, bir de adı oldu: Altıntop ağacı…
Arasam tarasam, sorsam, soruştursam, elbette adını öğrenirdim. Bitkiler dünyasında, böyle bir ağacın adının olmaması ne mümkün! Oysa ki, herkesin bildiği bir adı oldu mu, herkesin ağacı olmaz mıydı?
Bir gün, üç-dört genç kadını, ağaçların altına dökülen meyveleri toplarlarken gördüm, hemen sordum:
“Adı ne bu ağaçların, biliyor musunuz?” Aklım başımdan gidiyor, ya biliyorlarsa!
“Bilmiyoruz vallahi! Biz düşen boncuk gibi şeylerden tespih ağacı diyoruz.” Nefesimi koyuveriyorum… Oh çok şükür! Adını bilmiyorlardı, yani ağaç benimdi… Hiç sağlıklı bir duygu değildi ama adını bilselerdi, ağaçla aramıza girmiş gibi olacaklardı.
Bulduğum her fırsatta parka bakan penceremin önünde oturup sevgili ağacıma bakmayı alışkanlık haline getirmiştim. Sağa, sola rastlayan ikisini oturduğum yerden görmem mümkün olmuyordu, sarkmam gerekiyordu.
Hani insanın üzerine titredikleri vardır, anası, babası, eşi, evladı, sevdikleri gibi, vatanı gibi… Onlara bir zarar geleceğine ölmeyi göze alabilecekleri gibi… Ben de ağacıma, ağaçlarıma bir zarar gelsin istemezdim ama onlar zaten öylesine güçlüydüler ki, yüzyıllardır kök saldıkları yerlerinde, bütün görkemleriyle yaşıyorlardı.
Bazıları vardır, gözlerini kısar, günün doğuşuna batışına bakar, “yarın hava şöyle olacak, böyle olacak” türünden laflar ederler. Ne yazık ki, onlardan değilim fakat o gün fırtına öyle bir geliyordu ki, ben bile anladım!
Bu fırsatı kaçırmayayım, hemen kendime bir kahve yapıp bu doğa olayı şölenini, parka bakan penceremden izleyeyim, dedim. Koşuşanlar, renk renk şemsiyelerinin altına saklananlar, bir anda toz olan kediler, ağaçların, çatıların kuytularına sığınan her türden kuşlar… Kısaca bunları, yandan çarklı bir kahve eşliğinde izlemek pek fena fikir sayılmazdı.
Üstüne titrediğim, yüz yıllık, incecik kenarlı kahve fincanım elimde, pencerenin önüne geldiğimde, onca fırtınaya rağmen, parkı aydınlanmış gibi gördüm. Önce ne olduğunu anlayamadım, ardından yaşadıklarımı ise, “herhalde şöyle olmuştur, herhalde böyle olmuştur” diye varsayımlarla tamamlıyorum. Taş kesilmiş olarak pencerenin önünde kalakaldığıma ve yere düşmediğime göre, donmuş olmalıydım. Yalnızca fincanım elimden düşmüş, bin parça olmuştu!
Benim ağacım ve diğer ikisi, parkın doğal şemsiyeleri, tuhaf bir şekilde yerlerinden sökülmüş, devasa birer ceset halinde bütün alanı kaplamışlar ve yerde yatıyorlardı. Koca koca obruklar oluşmuş, ağacın heybetine oranla bayağı kısa olan kökler bütünüyle dışarı çıkmıştı. En büyüğü, yanındaki bir akasyayı da alaşağı etmişti. Diğer ağaçlar, belki onlar kadar gösterişli değillerdi ama köklerini toprağın derinliklerine enine boyuna salmışlar, sımsıkı tutunmuşlar, rüzgârda sağa sola eğilmekle kalmışlardı.
Fırtına ya da ne tür bir doğa olayıysa, başladığı gibi bitivermişti. Sonradan enkazı kaldırmaya gelen bilenlerin dediğine göre, toprağın üstündeki heybeti, ona bir şey olmazmış gibi görünmesi ve kapladığı alan hep aldatıcıymış. Bütün parka gölgelik görevi gören inanılmaz genişlikteki yatay alan, bir de sık yapraklarla kaplı olunca, rüzgârı, havayı geçirmeyen bir yüzey oluşturmuş, fırtınanın baskısına karşı koyamamış çünkü kökleri kısaymış…
Birkaç gün Sokullu sokağını ana caddeye bağlayan ve parkın içinden geçen geçit kapandı. İşte o günler görülmeye değer acı günlerdi. Ağacım, ağaçlarım ayaktayken, onun ancak yarısına kadar çıkabilen, tepelere erişemeyen kedilere bir haller olmuştu sanki! Bütün gün, yerde yatan o koca gövde üstünde bir baştan bir başa gidip geliyorlardı; fethettikleri ülkeyi sanki atlarının ayaklarına çiğnetiyorlarmış gibi… Eski günlerin intikamını alırlarmış gibi
Allahım! Alınacak ne kadar çok ders vardı! Yeter ki devrilmeye gör…
Ya kuşlar, evlerini barklarını, üzerinde evlendikleri, çoluk çocuğa karıştıkları yuvalarını, korunaklarını, yani vatanlarını kaybetmiş kuşlar… Kalabalık gruplar halinde yukarıdan pikeler yapıyorlar, tam yerde yatan ağaçlara yaklaşırken, birden toparlanıp yeniden yükseliyorlardı.
Küçükken annem bir masal anlatırdı, padişahları ölen ve üzüntüden kendilerini ortada yanan ateşe atan kuşlara ait berbat, örseleyici bir masal. Başka hiçbir yeri de hatırımda kalmamış! Altıntop’u yuva bilmiş kuşların kümeler halinde yerde yatan ağaçlara doğru gelişleri bana o masalı hatırlattı. Bir yandan da düşünüyordum, acaba masal anlatanlar, eskiden çocukların ruhlarının ne kadar kırılgan olabileceğini akıl etmezler miydi?
Geriye çekilip şöyle bir kendime baktım: Neler oluyordu? Alt tarafı komşum, “Beşiktaş çok değişmiş” demişti. Beni böyle karamsar eden onun bu söyledikleri olamazdı. Bal gibi biliyordum asıl nedeni, etrafta aramaya gerek yoktu. Son günlerde uğradığımız felaketler, yalnızca beni değil, ülkesini seven herkesi altüst etmişti. Kolay değildi bu acıları kaldırmak… Bizler, üzüntüyle izleyenlerdik, ya acıların içinde olanlar, ya olanları birebir yaşayanlar… İnsan vatanı varsa, başka yokluklara katlanabilir diye düşünüyorum ama o yoksa…
İyisi mi, böyle şeyleri düşünmeyeyim. Ne olur diyeyim, ne olur vatanımıza hiçbir şey olmasın; çünkü o olmazsa, biz de olmayız!
Ayla Özberk
Doğal yaşamın yemyeşil güzelliklerinin en önemli varlık sebebi ağaçlar için hissedilmesi gereken sevgi ve özenin aslında temel bir insani görev ve sorumluluk olduğunu da düşündüren; tesadüfen yakınlarından geçerken görüp çok sevdiği çınar ağacının yanında yaptırdığı evini görmek üzere bir yıl sonra geldiğinde evin çatısına ve duvarına değdiği için birkaç dalının kesileceğini öğrendiğinde tarihte benzeri bile hâlâ olmayan, “Dal kesilmeyecek, Köşk kaydırılacak!” emrini vermiş Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün inanılmaz ağaç sevgisini bana hatırlatmış bu harika yazısı için sayın Ayla Özberk Hocam’a ve okunmasını sağlayan web sitesinin kurucusu sayın Güzin Yalın Hanımefendi’ye çok teşekkür ederim.