Bana Poseidon da Derler

18 Ekim 2021

Bana siz de “Poseidon” diyebilirsiniz. Bu ismi otelimde konaklayan konuklarım verdiler bana. Damarlarında deniz dolaşan birisi için çok uygun bir ad olduğunu düşünüyorum.  “Andonis” yani annem ile babamın verdiği isim, doğrusu benim için hiçbir anlam taşımıyor.

Konuklarım bana “Poseidon” dediler çünkü beni bazen zıpkınımın ucunda kocaman bir balıkla denizden çıkarken gördüler, bazen şafaktan önce kayığımla balık tutmak için denize açılırken… Kimi zaman gün batımından çok sonra kucak dolusu lezzetli balıkla geri döndüğümde rastlaştık, kimi zaman da ben oltama yem bulmak niyetiyle suyun derinlerine dalarken…   Söz aramızda, bu ismi bana layık görürken hatırı sayılır cüssemi, kabarık sakalımı ve galiba sorunlarını çözme gücümü de hesaba kattıklarını düşünmek bana hep ayrı bir gurur verdi…

Bu size ilk mektubum ve bu mektupta herhangi başka bir giriş konusu yerine büyük aşkımdan, denizden söz etmek istiyorum. Kendimi bildiğim ilk andan beri denizi büyük bir aşkla sevdim… Çocukken kokusuna çıldırırdım. Bu koku hala burnumdadır; ilk evimin yanı başındaki plajdan, yosunların iyot kokusuyla bezenmiş olarak gelen…  Babamın, oturma odamızın duvarında bir rafta duran, savaşa katılmış bir denizaltının içindeki fotoğrafını hayranlıkla seyrederdim. Derken, o rafa yeni katılan resme artık ben de eklendim; üzerimde bir şortla “Papanikolis” denizaltısının köprüsünün üzerinde oturuyordum…

Babam beni sadece üç kez balık tutmaya götürdü. Ama bu üç kez, benim rüyalarımı, çocukların gece uykularında ve gündüzleri hayal kurarken yaşamayı bildikleri türden sonsuz kahramanlık maceralarıyla doldurmaya yetti.

Üniversitede mühendislik okurken de, profesyonel yönetim danışmanı olduğumda da denizi ne kadar sevdiğimin farkında değildim. Hatta çok daha sonra Atina’nın en başarılı pazar araştırması şirketini kurduğumda da… Bu gerçeği birden ve şiddetle fark edişim Girit’te bir iş önerisi alınca oldu. Her şeyden vazgeçtim, iş dünyasındaki tepede olma yarışını bıraktım ve daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yapmaya koştum; buna karşılık olarak alacağım kazanç paketinin içinde bir de küçük balıkçı sandalı vardı.

Bence tüm aşklar bazı evrelerden geçerler. Benim deniz aşkım da böyle oldu. Ama miktarı hiç azalmadan ve hep sadece kalitesi artarak değişti. Şimdi deniz yaşamını farklı bir gözle görüyorum. Bu yolculuğa buyurgan bir derebeyi edasıyla başladım ve yaptığı yanlışlardan pişmanlık duyan naçiz bir aşık halinde bugün bulunduğum noktaya vardım: Kabahatli ama zengin olarak; üç farklı yaşama yetecek kadar çok biriktirdiğim anılar sayesinde zengin… Kim bilir, belki bir gün bu anıları da anlatmanın zamanı gelir. Ama bugün size deniz ile olan ilişkimi değiştiren öyküyü anlatacağım.

Leonidas’ın öyküsünü…

LEONİDAS’IN ÖYKÜSÜ

Bir Eylül öğleden sonrasıydı. Öğle yemeği yerine mutfaktan  bir sandviç kapmış, “Mariannaki” adını verdiğim sandalıma atlayıp bitişik koyda papağan balığı aramaya çıkmıştım. Papağan balığı, tadı dil balığına benzeyen çok lezzetli minik bir balıktır. Isırdığı için amatör balıkçılar ondan biraz uzak dururular. Profesyoneller ise sadece kendisine karşı dikkatli olmakla hallederler bu meseleyi.

O gün, arkadaşlarıma meuniere pişmiş on beş parça papağan balığı ve iyi bir şarapla, gurme bir akşam yemeği sofrası kurmak niyetindeydim.

Ve işte orada, beş yüz metre kareden küçük, Vryonisi adlı bir kayanın yanındaydım. Sandalımı, balıkların bulunduğu yerin üzerinde kuzey rüzgarıyla birlikte sallanmaya bıraktım. Kıyıya yaklaşır yaklaşmaz tekrar geri dönüp bu döngüye yeni baştan başlıyordum.

Avlanmam gayet iyi gidiyordu ki birden sandalın altında bir hareket hissettim. Nedenini görünce de gözlerime inanamadım: Aşağı yukarı yarım metre çapında küçük bir tırpana balığı aramızdaki güvenli mesafeyi muhafaza ederek sandalın etrafında dans etmekteydi… Tırpanalar benim yaşadığım bölgeye doğum yapmaya gelirler. Göbeklerini kuma gömüp haftalarca hareketsiz kalırlar, ta ki bebek tırpanalar doğuncaya kadar. Sonra koy, oyuncu bir şekilde ve gereksiz bir dikkatsizlik içinde oraya buraya koşturan yavrularla dolar. Sonunda bu yavruların da kendi gebelikleri onları tekrar bu koya, bana geri getirinceye kadar yaşayacakları, kendi yolculuklarına çıkma vakitleri gelir.

Ben bir balıkçıyım, bir katil değil… Doğum yapmakta olan bir tırpana balığı korunmasızdır, hareketsiz kalır ve istersen burnunun dibine kadar girip onu vurabilirsin. Ama herkes bilir ki bana ait bir koyda doğum yapmakta olan bir tırpanayı vuran, karşısında beni bulur. Dahası, herkes bilir ki beni karşısına almak hiç kimse için iyi bir fikir değildir!

Ve işte şimdi yanı başımda sandalımın çıkardığı sesin ne olduğunu anlamaya gelen gencecik bir tırpana var. Heyecanlanıyorum. İri deniz hayvanlarıyla yaşanmış bir sürü maceram var. Bu genç tırpana ile de neden olmasın? Ona bir isim veriyorum; Leonidas uygun görünüyor.

Onu yüreklendirmeye başlıyorum. “Merhaba Loenidas”, “Ne kadar güzelsin Leonidas”, “Çok cesursun Leonidas”, “Gel biraz sohbet edelim Leonidas”, “Korkma, biraz daha yaklaş Leonidas”.

Ve Leonidas korkmuyor. Sandalın etrafında birkaç tereddütlü daire çizdikten sonra, gelip göbeğini bembeyaz sandalımın kenarına, oturduğum yerin tam yanına yapıştırıyor. Nasıl olup da bana böyle yaklaştı, bilmiyorum ama elimi ona uzatıyorum. Tehlike saçan kuyruğunun biraz üstünden sert sırtını okşamaya başlıyorum. Ve o an sanki büyülü bir şey oluyor: Ona değdiğim anda hissettiğim ürperti sanki ikimizi de delip geçiyor.

***

Leonidas sandalın kenarına yapıştı ve onu okşadığım sürece kıpırdamadı. Avlanmak tüm önemini yitirmişti. Neredeyse kayalara çarpıncaya kadar motoru çalıştırmadım. Sonunda sandalı yavaşça hareket ettirmek zorunda olduğum an gelince motorun gürültüsüyle birlikte, Leonidas da yok oldu. Koyun mavi derinliklerinde kaybolup beni sandalda üzgün ve yapayalnız bıraktı.

Çaresiz, sandalı avlanma alanının daha derin olan ucuna doğru götürüp yeniden avlanmaya başladım. Ama sonra birden, Leonidas yeniden ortaya çıktı! “Hoş geldin Leonidas,” diye bağırdım heyecanla. Dostumun da fazla ısrara ihtiyacı yoktu. Gelip göbeğini, tam tamına bir önceki seferde yapıştırdığı noktaya yeniden yerleştirdi ve sanki arada hiçbir şey olmamış gibi, dokunuşumuza kaldığımız yerden devam ettik. Aramızdaki tören aynı şekilde tekrarlandı, ta ki sonunda benim için artık işe dönme vakti gelip çatıncaya kadar…

Leonidas’ı bir daha hiç görmedim. Ama o günden sonra tüm deniz yaratıklarını farklı bir gözle görmeye başladım. O günden beri zıpkınımın ucunda balıklar yok.

Sevgili okuyucu, sana yararlı bir kelam etmem gerekirse şöyle diyebilirim: Mutlaka bir deniz yaratığı ile bir temas kurmaya çalış. Şaşırabilirsin.

Hatta çarpılıp şok olabilirsin.

 

Andonis Panayotopoulos

Yukarı