Çağrı

24 Aralık 2021

Sizin de o çağrıyı duyduğunuz oldu mu hiç?

İçinizde bir sesin bazen tatlı, bazen kızgın, kimi zaman da sabırsız bir tonda “Haydi gel, geciktirme! Hemen GEL!” diyen davetkar fısıldayışını?

Ve ardından gelen ikincisini, ağzınızı açmadığınız halde sizin kendi sesinizle dile gelip sadece “Evet, yapmam gereken işte tam da bu!” diye karşılık verenini?

Bu çağrı, birdenbire ve nereden geldiği belli olmadan ortaya çıkar; bazen daha önce hiç tatmadığınız kadar şehvetle dolu vaatler halinde ve bazen de damarlarınızdaki adrenalini kaynatarak sizi taçlanmış bir kahramana çevirecek kadar heyecanlı bir maceranın ipuçları olarak…

Ben bu çağrıyı ilk kez küçük bir oğlan çocuğuyken duydum. Sanırım ilkokul ikinci sınıftaydım; babam bir gece, sabaha dek sürecek bir balık avına beni de yanında götüreceğini söyledi. Onun bu vaadi, içime sözünü ettiğim çağrının ta kendisi olarak aktı ve duyduğum bu çağrı, yüreğime değdiği anda o güne kadarki kısacık ömrüm boyunca en gerçek aşkım olmayı hep sürdürmüş olan deniz ile ta başından beri yaşadığım tüm karşılaşmaların, buluşmaların, sarmaşıp dolaşmaların, itiş kakışların, sevişmelerin ve çekişmelerin anısını yeniden uyandırdı:

En başta, denizin yaşamımın ilk yıllarında genzimi dolduran, doğduğum evin yakınındaki Flisvos Plajı’nın yeşil yosun kokusuyla çiftleşmiş benzersiz kokusu var olmuştu. Onun ciğerlerimi iyot ve tuzla parlayana dek yıkadığına dair bir duygu ve ruhumun her derin nefesten sonra yükselmesi…

Bu coşku hissi benim önce bebek arabasındaki, ardından da minik bir çocuk olarak kendi bacaklarım üzerindeki günlük yürüyüşlerime damgasını vurmaya devam etmişti. İdeal olarak Mourikis’in tavernasından alınan bir porsiyon kızarmış patates ile sonlanan bu yürüyüşler, çocukluğumu masmavi mutlu anılarla ve daha fazlasına dair müphem bir umutla doldurmuştu.

Sonraları, henüz hala bir “çağrının” varlığından bile haberdar değilken hissettiğim çekim, her kavuşmada yaşanan coşku ve her ayrılıkta yaşanan hayal kırıklığı olarak yaşamımın baş köşesine yerleşmişti.

Örneğin, donanmada denizaltı komutanı olarak görev yapmış olan babamın askerlerinden olan bir denizcinin dokuz metrelik kocaman trol teknesi ile yaptığımız bir pikniği hatırladım. Babamın dostu bizi üzerine taş bir kilise inşa ettiği, terk edilmiş bir adaya götürmüştü. Okyanusun ortasındaki o büyülü manzara geldi gözümün önüne. Ve kekik, mastika ve adaçayı aromalarının denizden gelen meltemle birleşmesinden doğan eşsiz bir kokuyla dolu olan Ege steplerinin yanı başına, denizin kıyısındaki kilisenin hemen yanına yaydığımız örtülerin ve üzerlerine serdiğimiz yiyeceklerinin görüntüsü…

Bedenlerimizi ve ruhlarımızı, sonbahar olduğu halde ısıtan güneş bir de.

Derken, babamın ağzına kaçıp dilini ısıran yabanarısını hatırladım.  Dili şiştiği için sofradaki zengin mezelerden daha ikinci lokmaları bile alamadan oradan ayrılmamıza neden olmasını ve daha anakaraya tam ulaşmadan şişlik neredeyse normal haline döndüğü için babamı bir türlü affedemediğimi.

Sonra aklıma, babamın beni tekne ile Kiato’ya götürüp annemin çaresiz çığlıklarına aldırmadan, yüzme öğreneyim diye denize attığı gün geldi. Sudan çıkmayı nasıl büyük bir gururla becerdiğim ve böylece o en yüce ödülü, babamın takdirini nasıl kazandığım…

Doğduğumdan beri peşimde olduğunu, babamın beni balık avına götüreceğini söylediği o gün fark ettiğim o çağrı sonraki yıllarda da yinelenip durdu.

Mesela gençliğimin, dedemin arazilerinde kâhya olarak çalışmış olan Markos’un Melissi’de, plajdaki evinde geçirdiğim yazları boyunca. Sevgili arkadaşlarım Nota ve Flora ile gün boyu, bastıkça sanki giderek büyüyüp yayılan ve sonunda kocaman hale gelen çakıl taşlarının üzerinde veya suyun içinde sürdürdüğümüz tasasız hayat sürerken.

Ve tabii dut ağacının altındaki kocaman masada; ailece yemek yerken hepimizin ve de babamın yoldan geçerlerken, “Komşu! Katıl bize…” diye gürleyen bir sesle seslenerek davet ettiği, kimi tanıdık kimi yabancı bir sürü insanın doldurduğu o sofrada…

Orada onun, ömür boyu en vazgeçilmez tutkum olan denizin yani, bazen yavaş bir fısıltı, sair zamanlarda canlı bir şarkı ve hatta tutkulu bir kereşendo olabilen, bize yemeklerimizde eşlik eden, uykularımızda ninnisini duyduğumuz ve her anımıza tuz biber katan sesini yeniden, sanki ilk kezmiş gibi hevesle dinlediğim zaman…

O MUHTEŞEM BALIK AVI

Babamın ilk kez bir balık avına beni de götürmesi, belki de doğduğum günden beri içimde var olan o büyük çağrıyı ortaya çıkardığı için bence yaşamımın dönüm noktalarından birisi oldu.

O gece balık avlamak için Pachi’ye, Atina’nın elli kilometre uzağında, deniz kıyısında bir köye gidecektik. Babamın donanmadaki askerlerinden bir diğeri de o köyde bir tavernanın ve bir balıkçı teknesinin sahibiydi.

Öğleden sonra Pachi’ye gitmek için otobüse bindik. Babam balık tutmak için gerekli olan gereçleri yeşil-bej kamuflaj desenli kocaman askeri heybesinin içine doldurmuştu: Misinalar, balıkları cezbetmek için kullanılan yine balık şeklinde tahta yemler, üzerinde trol kancaları olan parlak kaşıklar ile bunları parlatmak için kullanılan cıva ve zokalar yani yanlarında çok büyük kancalar olan misinalar…

Otobüste babam çantasını bana emanet etti, ben de başka bir yere sığmadığı için onu kucağıma yerleştirdim. Ama bu hareketin nasıl bir hata olduğu az sonra anlaşıldı çünkü otobüsün sallantısıyla heybenin dibini delen zokanın kancası üzerimdeki şortun altından çıplak olarak sarkan bacağıma saplandı ve ben daha neye uğradığımı anlayamadan çengelin ucu bacağımın başka bir noktasından dışarı çıktı. Kelimenin tam anlamıyla ava giderken avlanmıştım!

Ben her zaman dayanıklı bir çocuk olmuşumdur. O an da tek tepkim, bacağımdaki kancaya bakıp ne yapacağımı düşünmek oldu. Gözlerimi kaldırdığımda ise daha önce hiç rastlamadığım bir görüntüyle karşılaştım: Babamın yüzü sapsarıydı ve neredeyse tamamen kendini kaybetmiş haldeydi! Derken, aniden çevremizde oturan yolculardan, hiç de talep etmediğimiz bir tavsiye bombardımanı başladı; hemen hastaneye gitmemize, hayır önce bir motorcuya gidip çengelin ucunu kestirmemize ve evet daha sonra mutlaka bir hastaneye gitmemize dair öneriler ve benzer bir sürü vırvırvır ki benim için olancasının anlamı doğrusu sadece o geceki balık avını kaçıracak olduğumdu. Ve babam… Nasıl da kaybolmuş görünüyordu, sanki dili tutulmuştu! Kısacası, kimseden fayda olmadığı çok açıktı. Madem iş başa düşmüştü, ben de çengeli tuttum ve çekip ayağımdan çıkarttım.  ÇOK acıdı ve tabii yarayı büyütmüş oldum ama balık avını da böylece kurtardım çünkü babam bu hareketim üzerine kendisine gelip nihayet endişe içinde canımın çok yanıp yanmadığını sordu. Muhteşem tepki! Ve tabii benden cesur bir “Tabii ki hayır!” cevabı aldı. Bu yanıt, günü kurtarmaya yetmişti!

Böylece bu talihsiz olay yaramın alelusul tedavi edilmesiyle sonuçlandı. Gelecekte bu olayın benzerlerini birçok kereler yeniden yaşayacaktım ama hiçbir zaman bir zokanınki kadar korkunç bir çengelle değil.

Sonunda Pachi’ye vardık ve babamın arkadaşı tarafından karşılandık. Burada beni bekleyen yeni bir hayal kırıklığı vardı: Deniz yükselmişti, öfkeli ve haindi. Ben bile bu havada denize çıkmanın mümkün olmadığını anlamıştım.

Adamcağız tavernasında çok lezzetli bir akşam yemeği hazırlamıştı. İştahla yedik. Büyükler içtiler (bence çok fazla!) ve bir yandan konuşup bir yandan da sıkıcı sohbetlerine arabuluculuk yapsın diye seçtikleri şarkıları söyleyerek havanın düzelmesini beklediler. Ben bir köşede uyutulmaya razı oldum; tabii ki balığa çıkma zamanı gelince uyandırılacağıma dair söz aldıktan sonra.

Ama ancak ertesi sabah dönüş otobüsüne binmek için uyandırıldım. Deniz alçalmamıştı. Bu tecrübenin düş kırıklığı içimdeki çağrının sahibi olan denizi elimden hep kayıp giden bir rüyaya dönüştürdü. Bir türlü gerçekleşemeyen en yakıcı arzumun başrol oyuncusuna… Ve böylece, hiçbir şekilde dile getirmeden, onu fethetmeyi hayatımın amaçları arasına kattım.

Bu amaç hep içimde yaşadı ve benim zaman zaman kendini mutlaka hissettiren yaşam dürtülerimden birisi oldu.

 

Andonis Panayotopoulos

Yukarı