“Hiçbir şeyden korkum yok, hiçbir şeye dair umudum yok, özgürüm…”
Bu cümle 20. Yüzyılın büyük düşünürü Nikos Kazancakis’in mezar taşı yazısıdır. Dünya edebiyatının başyapıtlarından birisi olarak kabul edilen romanı Zorba’da, kahramanı Aleksi Zorba’ya söylettiği bu cümlenin taşıdığı anlamın özgün yaratıcısı olmadığını itiraf eder Kazancakis. Bu cümle, Budist inancın bir öğretisinden ödünç aldığı bir kavramı dile getirmektedir ve sadeliği, dolambaçsız ifadesi ve bilgeliğiyle, üzerinde bir dakika bile olsun düşünebilecek herkesi aydınlatacak güçtedir her zaman: Kaybedecek hiçbir şeyin olmadığına göre sahip olduğun bir şeyleri kaybetmeye korkmaktan ve hayatının düzelecek bir yanı olmadığı için onu iyileştirecek bir şeyleri kazanmayı umut etmekten vazgeçebiliyorsan, sen ÖZGÜRSÜN… Çevrenle, Tanrınla, evrenle ve neyle olduğunu düşünmek istiyorsan onunla uyum içinde yaşıyorsun.
Budistler buna “Nirvana” diyorlar…
Aslında aynı prensibe farklı bir açıdan da bakabiliriz: Çevremizdeki değişimler bizi olabildiğince az zarara uğramak veya olabildiğince fazla fayda sağlamak yönünde harekete geçmeye teşvik eder. Eğer çevremizde böyle değişimler söz konusu değilse; bir başka ifadeyle, birileri veya bir şeyler bütün istediklerimizi sürekli sağlayıp bizi tüm tehditlere karşı her zaman koruyorsa yani kaybetmekten yana korkumuz yoksa veya elde etmeyi umut edebileceklerimize zaten sahipsek, herhangi bir şey yapmaya uğraşmak için bir sebebimiz kalmaz.
Yani Budist inancın akıllı insanları için özgürlük anlamına gelen yukarıda sözünü ettiğimiz durum, eğer yanlış anlaşılmış/uygulanmış ise, bazı insanlar, mesela günümüzün dertsiz çocukları için can sıkıntısı haline dönüşebilir. Ve bu sıkıntı, pek çok aşırı davranışı da beraberinde getirip bu gençler için, örneğin ekstrem sporlarla uğraşmak için bir neden olabilir. Bu duruma düşmüş olanların hiçbir şey yapmamaya artık tahammül edemedikleri noktada, ancak saatte üç yüz kilometre koşmak, uçaktan paraşütle atlamak veya yüksek çatılardan planör uçuşu yapmak gibi hayati tehlikeler taşıyan birtakım aktiviteler ile suni heyecanlar yaratarak yaşadıklarını hissetmeye çalışmaları sık rastlanan bir tutumdur.
Yani hareketli ol ki sonunda nihayet canlı olduğunu hissedebilesin!
Bu yüzden ben kendi hesabıma şöyle bir sonuca varmış bulunuyorum: Çocuklarımız zorlukları kendi başlarına yenmeye teşvik edilmeliler. Ve de aynı zamanda da maddi zenginliklerden hatırı sayılır biçimde uzak bir mesafede tutulmalılar. Yani Kazancakis’in sözlerindeki felsefeyi doğru olarak anlamaya ve yaşamaya teşvik edilmeliler…
Bunun tabii, söylemesi güzel ama gerçekleştirmesi zor.
Onlara, harcadığımız paranın ve sağlıklı olmak için verdiğimiz uğraşın onda biriyle de iyi bir yaşam sürdürmenin mümkün olduğunu nasıl anlatabiliriz ki? Şahsen ben bunu yapmayı, sahip olduğum tüm Poseidon ayrıcalıklarına rağmen pek beceremem.
Bu yüzden, bu konuda kendi adıma ulaştığım noktaları burada belirtmekle yetiniyorum:
Kendimi zengin hissediyorum çünkü hiçbir şeyin eksikliğini hissetmiyorum.
Kendimi sağlıklı hissediyorum çünkü kendime iyi bakıyorum.
Kendimi canlı hissediyorum çünkü size yazabiliyorum.
Şahane! Konu burada kapanabilirdi.
Ama işin içinde bundan çok fazlası var.
Daha dün bir yerlerde, bilim insanları tarafından kaleme alınmış, küf moleküllerinin bir oluşum içerisinde bir arada bulundukları zaman hükümlerini sürdürebilmek için hafıza ve doğru seçim yapma gibi bir takım zeka belirtileri geliştirdiklerinden bahseden bir yazı okudum. Moleküller bu becerilerini tabii ki, mesela üzerinde yaşadıkları domatesin sahibi gibi, bazı başka canlıların sırtından gerçekleştiriyorlarmış.
Peki ama bu keşif neden kimseyi şaşırtsın ki?
Ilya Prigogine ve Leo Kadanoff kimyasal reaksiyona giren basit moleküllerin organize olarak ne tür ortak bir tepki göstereceklerini seçebildiklerini zaten ispat etmiş bulunuyorlar.
Tamam tamam, biliyorum! Matematik ve fizik ne kadar kesinlikle ispat ederse etsin, bu anlatılanlar bize o kadar inanılmaz geliyor ki çok özel ve her şeyin muktediri olmamızın sağladığı güvenliğe sığınmayı tercih ediyoruz:
“Biz dünyanın zirvesindeyiz, her şeyin sahibi biziz ve ne istersek yapabiliriz.” Hıristiyan dini ve geri kalan dinlerin de çoğu böyle diyor.
Evet, ama mesela SARS-COV-2 de hareket ederken tıpkı buna benzeyen birtakım ilkelere uyuyor ve bunların gereklerini, çevremizde var olan her şeyi mahvetmek için bizim kullandığımız akıllı yöntemlere çok benzeyen bir beceriyle yerine getiriyor; ya buna ne demeli?
Zenginlere daha iyi bir yaşam -geriye kalanlara da bir kırıntı- için gezegeni yok ediyoruz; öngörülemeyen tehlikeler taşıyan genetiği değiştirilmiş ürünler yaratarak, doğadaki birçok türü birbiri ardına kökünü kurutup yok ederek, sırf kaz ciğeri yemek gibi damağımıza uygun ya da tüketilmesi “moda” olan bir tadın keyfini yaşamak için canlılara eziyet ederek…
Belki de artık Buda’ya doğru bir adım geri atmanın zamanı gelmiştir. Bu dünyanın bahtsızları, evsizleri, işsizleri ve açları için değil; bizler yani güçlü ve yerleşik düzen sahibi olanlar için. Herkesten önce benim için.
Bir keresinde, lise öğretmenlerimden birisi bana vaiz olmam gerektiğini söylemişti. Şu anda size yazarken kendimi tam da öyle hissediyorum. Ve bu hiç hoşuma gitmiyor ama itiraf etmeliyim ki bir yandan da korkuyorum. Dehşet içindeyim! Kendim için değil. Bu yaştan sonra kaybedecek bir şeyim yok. Torunlarım için korkuyorum.
Bu arada da insanlığın zorluklar karşısında asla duraklamamış olmasından ötürü gurur duyuyorum. Şöyle bir bakalım: Uzay; sonsuzluğun ve mikrokozmozun keşfedilmesi; Robotik bilimi ve yapay zeka; Yaşlanmayı yavaşlatan uygulamalar, nörojenez; Sadece tıbbi amaçlarla kullanılmaya kısıtlı kalmayan genetik mühendislik çalışmaları; Uygulanmaya hazır durumda olan CRISPR-Cas2 teknolojisi sayesinde pek çok cerrahi müdahaleye gerek kalmamış olması… (Bu noktada bilim insanları konunun etik boyutunu -mevcut olmayan- tartışmakta ve aslında sadece bu uygulamanın maliyetinin düşmesini beklemekteler); İnsan beyninin yapay zeka ile çarpışması, ki yakında bir işlevi kalmayacak; Sanal gerçeklik, sanal evren (metavers); 3-D (üç boyutlu) baskı; Doğada başıboş dolanan maddelerin sentezlenmesiyle oluşturulan malzemeler; Füzyon ve antimadde reaktörleri…
Bunlar şu anda büyük başarıyla üstesinden geldiğimiz zorlukların sadece bazıları ve bunların günlük hayatımızın derinliklerine dek yerleşmesi birkaç yıl, bilemediniz birkaç onyıl meselesi. Bunun gerçekleşmesi, sadece insan hayatı için değil, gezegenin bütün sakinleri için de her şeyin dramatik ölçüde değişmesi anlamına gelecek. Hatta bu etkinin büyük olasılıkla başka gezegenlere de ulaşacağını düşünmek yanlış olmaz çünkü AGI’nin (Artificial General Intelligence/Güçlü Yapay Zeka)) evreni “kirletmesine” engel olmak teorik olarak mümkün değil. Ben şahsen, bu harika İnsan Makinesinin bir dişlisi olarak, majestelerinin önünde alçakgönüllülük ile eğiliyorum.
Eğiliyorum ve korkuyla titriyorum.
Stephen Hawkins insanlığa, nükleer enerjinin keşfedilmesinden sonra en fazla bin yıllık bir ömür süresi tanıdığını söylemişti. Bu bin yıl, otuz nesil demek ve bunlardan altısı zaten şu anda gezegenimizde yaşamakta olanlar.
Öte yandan, yine Hawkins demişti ki, “Güçlü Yapay Zeka gibi yapay zekanın yüzde yüz otonom olacağı bazı icatlar, eğer gerçekleşirse, bir daha asla geri dönüşleri olamaz. Böyle bir buluş tüm dünyaya yayılıp hakim olur ve muhtemelen insan ırkının son keşfi olur.”
Çevre temel olarak insan faaliyetleri tarafından şekillendirildiği için, jeologlar yaşadığımız dönemi “antroposen” olarak adlandırılıyorlar ve bu dönemin gezegendeki varlığımızın son dönemi olduğunu öne sürüyorlar.
Sanırım artık kesinlikle biraz daha Buda ve biraz daha Kazancakis’in vaktidir.
Ne dersiniz?
Andonis Panayotopoulos