Bazı Kentler Geri Çağırır

8 Ekim 2015

Görüntülenme Sayısı: 2

Bir kent yaşamı tutkunu olarak, dünyanın neredeyse tüm kentlerinin benim için keyifli olacak bir boyutunu bulmakta hiç zorlanmadım şimdiye kadar… Kimisinde insanlar, kimisinde tarih; bazen doğal güzellikler, bazen o kente özgü bir içki; belki caddelerin genişliği, belki de kim bilir, öyle geniş caddelerin hiç olmayışı; daha böyle sayabileceğim yüzlerce şeyden hiç değilse bir tanesi çıkıp beni oyaladı neredeyse her gittiğim kentte. Ama yine de, bazı kentler hep diğerlerinden öne çıktı ve benim deyişimle beni ısrarla “geri çağırır” oldular; özlediğim bir parkı tekrar görmeye, unuttuğum bir sokağı hatırlamaya, çok sevdiğim bir yemeği yeniden tatmaya, vazgeçemediğim bir dostla bir kez daha buluşmaya… Ya da kim bilir, belki çocukluğumu aramaya, anılarımı yeniden yaşamaya, yitirdiklerimi toparlamaya… Kısacası, neden ne olursa olsun, kafamda, “bir gün mutlaka tekrar gideceğim” veya “nerede olursam olayım, yaşamımın bir bölümünü aslında hep orada sürdürüyor olacağım” diye yer etmiş kentler hep oldu… Beni geri çağıran kentlerin öyküsü de böyle başladı…

Bu kentlerin sayısı arttıkça, yaşamımın bir bölümünü bu şekilde hep “orada” sürdürmenin, birbirinden çok farklı birçok hayatı farklı yerlerde ama aynı zamanda ve bir arada yaşamak anlamına gelmeye başladığı da oldu. Birazdan geri gidecekmiş olmanın beklentisi veya geçici olarak geride bıraktığından haber beklemenin telaşı ve merakı… Hatta o kente ve orada yaşananlara/yaşanacaklara dair anılar, hayaller, özlemler, beklentiler gerçek yaşama ait kaygıların veya sevinçlerin önüne geçti kimi zaman… Bu duygu, doğal olarak sürekli yaşanan bir duygu değil çünkü öyle olsaydı, tüm bu kentler ve yaşamlar arasında parçalanmış bir insan çıkardı ortaya ve hayat çok yorucu ve yıpratıcı olurdu… Bu yalnızca bir tiryakinin geç bitsin diye kahvesini azar azar yudumlaması veya bitirmediği sigarayı sonra içmek üzere söndürüp tabakasına geri koyması gibi, istediğinde çıkarıp tadına varmak için, o kentlerin yaşattıklarını, yeniden oraya gidinceye dek kafanın bir köşesinde demlenmeye bırakmak… Ve işte sözünü ettiğim türden bir kabına sığamama, yerinde duramama, sebepsiz yere mutlu olma hissedince, o kentlerden birisinin (veya bazen birkaç tanesinin birden) seni geri çağırdığını bilmek. Sonra da gidilecek yeni daha bir sürü yer varken (ki burası çok önemli çünkü gidilecek bilinmedik yeni yerlerin büyülü çağrısı hiç de kolay karşı koyulacak bir şey değildir benim için; tercihimi başka bir yönde kullanmak bilmediğim bir coğrafyayı ve içinde barındırdığı hayatı görmekten yana kullanmamak ciddi bir neden gerektirir!) kalkıp oraya hiç değilse kısa bir süreliğine tekrar gitmek; yeniden sarmaşmak sevdiğin kentle ve onun derinliklerinde bir yerlerde bıraktığın yaşam parçacıklarına yeniden ulaşmak, orada oluşturduğun anılarına yeniden kavuşmak…

Aslında her kent insanı farklı bir yöntemle geri çağırır… Zaten kent tutkunlarının hepsi için geri gitmeyi gerektiren cazibe noktası da aynı değildir… Bazen bir ses, bir koku, bir sokak; bazen bir anı, bir insan, bir aşk… Bazıları için eğlence, mutluluk; bazıları için hüzün ve kaybedilen sevgi… Bu yüzden, geri dönmeye karar vermek bazen tamamen duygusal ve tepkisel, sanki aniden göğsünüze bir bıçak saplanmış gibi keskin bir özlemle; bazen de, hem hissedip hem düşünüp ölçüp biçerek, son derece sakin bir kararla gerçekleşir… Ama sonuç değişmez; çağrı yöntemi ve kabul nedeni ne olursa olsun, gitmek vaktinin geldiğini tam olarak nasıl ve ne zaman bildiğinizi bile anlamadan, kendinizi yeniden “o kente” gitmeye mecbur bulursunuz birden…

Doğrusunu isterseniz, bu çağrı zaman zaman öyle nazik bir davetten oldukça farklı, buyurgan ve acıtıcı bir çağrı da olabilir; içinizi yakar… Geri gitmezseniz, acı çekeceğinizi bilirsiniz… Kentin kimliğine, sizin ruh durumunuza, aranızdaki ilişkinin derecesine ve ayrı kalma sürenize bağlı olarak, sizin kararınıza bırakılmayacak kadar kesindir bazen aldığınız davet… Sanki bir tür zorunluluk, boynunuzun bir borcudur bu çağırıldığınız geri dönüş… Ve belki de, işte tam bu nedenden çok çekicidir… Bu türden bir çağrıyla karşılaşınca ben coşku dolar, kabıma sığamaz hale gelirim doğrusu; derhal bu davete icabet etmek için harekete geçerim. Çünkü böylesine güçlü ve yoğun hissetmek her zaman olan, kolay ve sıradan bir şey değildir insan yaşamında bence…

Bazen de tam tersi, tatlı bir cilveleşme gibi, usul usul yanınıza yaklaşıp yumuşakça mırıl mırıl kendini duyurur meşum çağrı… İçinizde tanımlayamadığınız, inceden hareket eden bir kırptı, yeri tam belli olmayan bir sızı halinde gelir… O zaman da yapılacak tek şey, yine bir an evvel daveti kabul edip o sızı iyice içinizi yakan bir özlemin acısına dönüşmeden sizi geri çağıran kente doğru yola çıkmaktır… Bu kısım benim için önemlidir çünkü ben geri döndüğüm kentlere, ne denli özlemiş olursam olayım, kısa süreler için dönerim… Yalnızca “konuk” olup yüreğinden, yaşamından geçmek için o kentin yani; hiçbir zaman orada süreli ve kalıcı bir hayat kurmak için değil…

O yüzden bu kadar kolay söz ediyorum geriye dönmekten belki… Yaşadığım kentle bu kadar barışık olduğum için, çokça geri çağırılıyorum başka kentler tarafından; onların keyfine bu yüzden bu kadar çok varabiliyorum… Gittiğim kent hangisi olursa olsun, sonunda İstanbul’a döneceğimi bilerek gitmek mutlu ediyor beni, hasret giderip orada yeni bir iz bırakacak, bir daha geri gelmeyi mümkün kılacak anılar edinmek, o kenti biraz daha ve bir kez daha “benim” yapmak ama eninde sonunda hep kendi kentime dönmek üzere… Bazen özlediklerimi tekrar görmek gibi masum bir niyet ve tavırla; bazen de çok daha bencil bir şekilde, kentin de beni dağarcığına kattığını, ne zaman istersem yine geri gelebileceğimi, artık onun da bensiz eksik olacağını görüp yaşamak için… Nasılsa bir kentle bu derin ilişkiyi ben tabii ki aslında büyük ölçüde kendi kendime ve kendi hayalimde yaşadığıma ve sonunda hep kendi kentime döndüğüme göre, kent beni çağırdığında ne yapıp edip oraya gidebilmek önemli benim için…

Konuyu felsefi boyutlara taşımaya çok merakım olmasa da bu noktada kendime sorduğum bir soruya değinmeden geçmemeliyim… Zaten mesafeler ne olursa olsun, gittiğinde insan nerelere kadar gider ve döndüğünde aslında nereye geri döner? Herkesin yaşamında mutlaka durup durup geri döndüğü adresler vardır; hem somut, hem de soyut anlamda… Nereye giderseniz gidin, baba evinin sıcaklığına bir ara bir dönmek istersiniz örneğin… Veya sizin için sıcaklığın anlamı okulunuzun yatakhanesi ise, oraya… Sevdiğiniz bir arkadaşınızın evinde sobanın başına ya da… En sık geri çağrıldığınız adreslere, en soyut şekilde gidersiniz belki; tamamen kafanızda yani… Ve de her bu şekilde geri dönüşünüzde, “Ben nereden dönüyorum; neredeydim ki, o adrese dönmeyi bu kadar özledim?” diye sorarsınız kendinize… Aynı yere kaç kez geri dönülebileceği veya hangi adreslerin insanı bıkmadan geri çağıracağı gibi bir sürü merak boyutu daha da vardır konunun… Ama işte, benim kentlerim de somut keyif ve eğlenceler, gerçek macera ve anılar kadar; belki hatta daha fazla, bu bağlamda da geri çağırırlar beni…

Bazen de, bu kadar gönüllü ve istekli geri dönünce bazı kentlere, dayanamam; düşünürüm; “Bu kentler mi beni çağırıyor, yoksa ben mi arsızlık edip kendimi çağırtıyorum?” diye… Öyle ya, bir kent durmadan niye aynı insanı geri çağırsın? Ben ruhumdan öyle bir parçayı bırakıyorum ki herhalde orada, ne kadar gidersem gideyim ve ne uzunlukta kalırsam kalayım, bana o kentte hep yer oluyor… Kentler, sevgileri karşılıksız bırakmıyorlar yani; mutlaka bir biçimde sevginizin bedelini ödüyorlar; sizi içlerine kabul edip tutkunuzu yaşamanıza izin vererek, sevginizin karşılığını da veriyorlar… İlişmiyor benim kentlerim bana mesela, böyle hasret giderme gezilerinde… Sanki tüm çirkinliklerini saklıyorlar; soğuk ve yağışlı olmuyor sanki havalar; kentte hiç hırsız uğursuz kalmamış oluyor; sevdiğim caddelerde tamirat yapılmıyor; anımsadığım kahvehaneler hep açık oluyor; yıllar önce yediğim sokak yemekleri hala aynı tadı taşıyor; kaç zaman önce bıraktığım kuşlar aynı yerde duruyor… Ya da bana öyle geliyor… (Benzer bir düşünce de, hiç de geri çağırmaya niyetli olmayan, sadece tembel tembel anımsamak için aklımdan geçirdiğim bir kentin, benim bu bilinçli ve tutarlı anımsamam sonucunda giderek daha sık güçlü bir flaş gibi gözümde çakmaya başlaması ve sonunda beni ısrarla geri çağırır hale gelmesi durumunda aklıma düşer; “Ya benim zorla geri çağırdığım kentler? Aslında kentler mi beni geri çağırıyor acaba, yoksa ben mi kentleri?” Tabii ki aslında tamamen sembolik düzeyde mevcut olan bir anlam farkıdır bu ama yine de düşünmeden edemem, “bir şeyi kırk kez söylersen gerçekleşir” diyen eski atalar sözünü… Kentlerle aramda, insanlarla olana benzer bir bağ kurulduğuna inandığım için, telepatik bir “birbirini özleyip isteme” durumu varmış gibi algılamayı sevdiğim bu olay, aslında benim sevdalandığım bazı kentlere ne yapıp edip bir daha gitmek istememin farklı ifeda ediliş biçiminden başka şey değildir tabii ki…)

Güzin Yalın

Bu yazı, Güzin Yalın’ın  yayına hazırlanmakta olan ‘Geri Çağıran Kentler’ adlı kitabından alıntıdır.

Özet
Bazı Kentler Geri Çağırır
Başlık
Bazı Kentler Geri Çağırır
Açıklama
Bir kent yaşamı tutkunu olarak, dünyanın neredeyse tüm kentlerinin benim için keyifli olacak bir boyutunu bulmakta hiç zorlanmadım şimdiye kadar… Kimisinde insanlar, kimisinde tarih; bazen doğal güzellikler, bazen o kente özgü bir içki; belki caddelerin genişliği, belki de kim bilir, öyle geniş caddelerin hiç olmayışı; daha böyle sayabileceğim yüzlerce şeyden hiç değilse bir tanesi çıkıp beni oyaladı neredeyse her gittiğim kentte. Ama yine de, bazı kentler hep diğerlerinden öne çıktı ve benim deyişimle beni ısrarla “geri çağırır” oldular; özlediğim bir parkı tekrar görmeye, unuttuğum bir sokağı hatırlamaya, çok sevdiğim bir yemeği yeniden tatmaya, vazgeçemediğim bir dostla bir kez daha buluşmaya…
Yazar
Yayıncı
gidivermek
Yayıncı Logo
Yukarı